Türk Tarihine Bakışımız / H. Nihal ATSIZ
TÜRK TARİHİNE BAKIŞIMIZ NASIL OLMALIDIR?
H. Nihal ATSIZ
On beşinci asırda bizde muayyen bir tarih telâkkisi vardı: Türk tarihinin en eski çağları olarak Oğuz Han destanından bahis olunur, sonra pek kısa bir Selçuk tarihî anlatılarak Osmanlılara geçirilirdi. Böylece eski tarihçiler, Osmanlıları daha mühim ve üstün tutmakla beraber, Türk tarihini bir bütün halinde güzden geçirirlerdi.
Fakat bu tarih telâkkisi köklenmeden baltalandı. Bilhassa Hoca Sadeddin gibi mühim bir müverrihin, eserine doğrudan doğruya Osmanlılardan başlamasından sonra bizim için Türk tarihi “Osmanlı tarihi”nden ibaret kaldı ve daha önce Türklerden az veya çok yabancı milletler gibi bahis olundu. On dokuzuncu asırda Süleyman Paşa ile başlayan aksülamel bu yanlış telâkkiyi sarsmağa başladı. Menşeimizin Osmanlılardan daha İlerde olduğu anlaşıldı. Eski Türklerden bahseden kısımlar okul kitaplarına kadar girmekle beraber Türk tarihi sıralanmış bir bütün haline konulamadı. Çünkü muhtelif hükümdar sülâlelerinin zamanları ayrı ayrı devletlermiş gibi mütalaa olunuyor ve Türkler birçok yerde birçok devlet kurup hiçbirisini uzun müddet yaşatamamış istikrarsız bir millet gibi gösteriliyordu. Tarihimize yeni bir veçhe vermek dileğiyle yapılan tarih kurultayı ve tarihimizi yeni baştan tedvin etmek için kurulan Tarih Kurumu müspet bir iş göremedi. Bunlar Türk tarihîni bir sıraya koyup Avrupa milletlerinin tarihleri gibi yazacak yerde Sümer, Elam, Akad, Hattı vesaire gibi en eski ve medenî milletlerin Türk olduğunu iddia eden boş yere övünme yoluna saptılar ve zaten dağınık gözüken Türk tarihini büsbütün dağıttılar. Böylelikle bugün okullarda okutulan Türk tarihi nerede ve hangi zamanda başlayıp nasıl inkişaf ettiği belli olmayan bir vukuat yığınından ibarettir. Bu dağınıklıktan başka, verilen malûmatın da baştan başa yanlış olduğu düşünülürse Türk tarihinin ne acıklı bîr halde olduğu kolaylıkla anlaşılır. Bunun doğurduğu neticeler şu oluyor; Türk çocukları bu karmakarışık tarihi öğrenemiyorlar. Bundan başka bu tarihte hemen her millet “Türk” olarak gösterildiğinden çocukların kitaba güveni kalmıyor ve herkes Türk olduktan sonra “Türklük” bir imtiyaz olmaktan çıktığı için milliyet duygusu zayıflıyor; Demek ki okullarda milli ve terbiyevî vazifesi olan tarih, bugünkü şekliyle bunu yapamıyor. O halde artık hüsnüniyetle toplanıp düşünerek tarihimizin eksik, yanlış ve sakat taraflarını bulmanın ve onu düzeltmenin zamanı gelmiştir. Zaten, birkaç ay önce, Reisicumhur İsmet İnönü’nün Tarih Kurumuna gelerek Selçuk ve Osmanlı tarihleriyle meşgul olunması için emir vermesi tarihimizi düzeltmek ihtiyacının devletçe duyulduğunu göstermektedir. “Orhun” dergisinin 5 İkinci teşrin 1933 tarihli olan ilk sayısı ile 1935′ te basılan ‘Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” adlı kitabımın önsözünde Türk tarihini görüşümüzün yanlış olduğunu ileri sürmüş ve doğrusunun nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerimi yazmıştım. Bunu burada övünmek için değil, hüsnüniyetimi ve fikirlerimde ne kadar samimî olduğumu anlatmak için söylüyorum. Bunu kaydettikten sonra, bugün revaçta olan Türk tarihinin yanlışlarını ele alabiliriz. 1‐ Bu tarihte, büyün ortadan kalkmış olan eski medenî milletlerin bîr çoğu Türk olarak gösteriliyor.. Bu yanlış iddiaya sebep kendimize medenî bir kıdem vermek isteği olmalıdır. Kendimize medeniyette eskilik gibi bir fazilet kazandırmak için yalan ve tahrif gibi faziletsizlik yollarına sapmak bilmem ki nasıl çürük bir mantığın eseridir. Eski medenî milletlerin dil âbideleri ve heykelleri meydandadır. Bunların hiç birinde Türklüğe ait bir iz yokken, birtakım gülünç iştikaklarla o milletlerin Türk olduğunu ileri sürmek bizi ilim dünyası karşısında küçük düşürmekten başka bir netice vermez. Eski milletler arasında yalnız Sümerlerin dilinde Türkçeye benzeyen kelimeler bulunmuştur. Fakat bu da fazla bel bağlanacak bir şey değildir. Çünkü Sümerlerin dilinde Arapçaya, Japoncaya, Gürcüceye de benzeyen birçok kelimeler bulunmuştur.
Şunu da unutmamak gerekir ki kendi yarattığımız medeniyet, bizi başkalarının medeniyetlerini kendimize imal etmeğe asla muhtaç etmeyecek kadar büyük ve parlaktır. 2‐ Bu tarihte, dillerinin Türkçe olmadığı muhakkak olan bazı milletleri Türk yapmak için antropolojiye başvurulmaktadır. Herhangi bir kavim veya halk brakisefal oldu mu, hiç tereddütsüz, onun Türklüğüne hüküm olunmak tadır. Bunun da ne kadar yanlış ve sakat usul olduğu meydandadır. Çünkü kafatası bakamından yer yüzündeki bütün İnsanlar brakisefal ve dolikosefal olarak ikiye ayrılmıştır. Türkler brakisefaldir diye bütün brakisefalleri Türk yapmanın aksi iddialara da yol açabileceği hiç düşünülmemiştir. Ermeniler, Arnavutlar, Boşnaklar da brakisefal oldukları için bunlar da kalkıp bütün brakisefaller Ermenidir, Arnavut’tur, yahut Boşnak’tır diye iddiada bulunsalar aynı derecede haklı olmazlar mı? Görülüyor ki mücerret bir brakisefallik ile Türklüğü ispata kalkmak hiçbir ilmî değeri olmayan bir iddiadır. . 3) Dîl, antropoloji, kanun ve Örf bakımından Türklerle hiç bir ilişiği bulunmayan Hattiler yani Hititler, bu tarihte, bize, Türkiye Türklerinin ataları gibi gösterilmektedir. Kısa boylu, kısa boyunlu, gür ve kıvırcık saç ve sakallı biçimsiz Hattilerin bizimle nasıl bir ilişiği olabilir? Yazıları okunmuş, Turanlı olmadıkları anlaşılmıştır. Kanunları ele geçmiş ve neşredilmiştir. Malûm devirlerdeki Türk yasa, türe ve göreneğine uyar tarafları yoktur. Hattâ bunların brakisefal olduğu bile şüphelidir. Çünkü toprak altından çıkarılan iki Hatti kafasının brakisefal olmadıkları için bir antropoloji mütehassısı tarafından imha olunduğunu bana Köp‐rûlüzade Fuat söylemişti. Kanunlarından gayet ahlâksız bir millet olduğunu anladığımız Hattileri Türk saymakla takip olunan gaye Anadolu’da eskiden beri yerli halk olarak yaşadığımız düşüncesi olmalıdır. Fakat bu da boş, temelsiz, yersiz bir düşüncedir. Hiç bir millet şimdiki vatanının en eski ahalisi değildir. Kablettarih tetkiklerinin bir nazariyesine göre Araplar’ın ve bütün Sâmîlerin ilk vatanı batı Avrupa’dır. Acaba bu, Araplara Avrupa’da bir hak temin eder mi? Bundan başka biz 1000 yıldır Anadolu’da bulunuyoruz. 900 yıldan beri de aralıksız devlet halinde günümüze dek gelmişizdir. Bu kadarı kafi değil mi? Unutulmamalıdır ki başka milletler Anadolu’yu zaptedecek kadar kuvvetli oldukları anda ne tarihî hakka ne de millî verasete bakmayacaklardır? Ülkeler üzerinde yaşamak hakkı verasete değil, kılıca dayanmakladır. 4‐ Bu tarihte gayet keyfî, indî ve gülünç tahrifler, iştikaklar ve izahlar vardır. Meselâ Hititlere “Eti” denilmektedir. Halbuki bu milletin kendi kendisine “Hatti” adını verdiği bugün bir mütearifedir. Hakikat böyle iken Eti kelimesinin uydurulması güya bunların Türklüklerini ispat içindir. Çünkü Ankara civarındaki “Ahi Mesut” köyüne o köyün yerlisi “Eti Mesut” dermiş. O halde bu da “Hitit Mesut” demekmiş. Bu tarihte, Türkçe has isimlerin pek çoğu yanlıştır. Meselâ: Bumin, Orhon, Selenga, Cengiz, Timur, Türkeş, Selçuk adları doğru değildir. Doğrulan Bumın, Orhun, Selenge, Çingiz, Temür, Türgiş, Selçük olacaktır. Fazla yer kaplamaması için örnekleri çoğaltmıyorum. Bir defa yanlış bellenmiş olan bir şeyin ne kadar güçlükte doğrultulabildiğini herkes bilir. Ben vaktiyle bu yanlışları Orhun dergisinde göstermiştim. Tarih kitabım hazırlayanlarda hüsnüniyet olmadığı için, kitabın yeni basımlarında benim tenkitlerimi dikkate almadılar. Bu tarihte, vukuatın hikâyesinde pek fahiş yanlışlar vardır. Meselâ: Milâttan önce 174 yılında ölen Mete (yahut “Motun”) adındaki Hun hükümdarı, milattan sonra birinci asırda tarih sahnesine çıkan Siyenpilerle çarpıştırılmıştır. Başka her tarafı mükemmel olup da yalnız bu tek yanlışı bulunsaydı bile bu kitap feci bir kitap olmaktan kurtulamazdı. Halbuki yanlışlar bir değil, yüzlercedir. Fakat bu tarihte en büyük yanlış Türklerin hayatını ayrı devletler halinde, birbiriyle ilgisi olmayan parçalar gibi mütalaa etmesidir. Meselâ ayrı ayrı Gök Türk, Uygur, Karahıtay devletlerinden, Türgiş devletinden ve bunun gibi birçok devletlerden bahis olunmaktadır. Bu görüş, yanlıştır. Demek ki biz müstakar devlet kuramıyoruz. Halbuki hakikat hiç de öyle değildir. Aşağıda da anlatacağım üzere Türk tarihi aralıksız bir bütündür. Mesele onu sistemlendirmekten ibarettir.
***
Türk tarihini nasıl mütalaa etmeliyiz? Bu, pek mühim bir meseledir. Çünkü Türk tarihi İngiliz, Alman, Fransız milletlerinin tarihleri gibi mütalaa olunamaz. Zira Türk tarihi onların tarihi kadar basit değildir. Biz bugün dünyadaki belli başlı milletlerin nasıl teşekkül ettiğini biliyoruz. Bunların teşekkülü tarihin gözü önünde olmuştur. Halbuki Türk milleti tarih başladığı zaman teşekkül etmiş bulunuyordu. Bundan başka bu milletlerin tarihi hemen hemen hep aynı dar bir sahada geçtiği için onların tarihini sıraya koymak kolaydır. Fakat Türk tarihi İçin bu kabil midir? Bazen Çin’de, bazen Mısır’da, bazen Avrupa’nın ortasında gördüğümüz Türklerin tarihini bir çerçeveye sığdırmak güç bir iş gibi gözükür. Bundan dolayıdır ki şimdiye kadar Türkler kırk yerde kırk devlet kuran bir millet gibi sayılmış ve Türk tarihini kronolojik bir tertibe sokmak teşebbüsü görülmemiştir. Eskiden, tarihin destanlarla karışık olduğu zamanlarda, Türklerin kafasında daha sistemli bir Türk tarihi telâkkisi vardı. Bugün birçok gizli hakikatler meydana çıktığı için o eski telâkki ile kanmanın imkânı kalmamıştır. Bundan dolayı da biz yeni bir tarih sistemi icat etmek mecburiyetindeyiz. Bugün milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine gittiğimiz için de tarihimize vereceğimiz sistem dileklerimize uygun olmalı, bize yalnız maziyi en parlak şekilde göstermekle kalmayarak ilerisi için de bir yol çizmelidir. Birçok milletler için tarih, bir vatan tarihidir. Meselâ Fransızlar için vatan tarihinden başka bîr tarih usulü gütmenin imkânı yoktur. Bundan dolayı da Fransızlar için millet, vatan içinde oturan ve birbirine karışan insanların topluluğundan doğan varlık demektir. Çünkü Fransızlar ne Gal, ne Latin, ne de Cermen olduklarını iddia edemezler. Bu unsurların hepsinin aynı vatanda karışmasından doğan bir millet oldukları için vatan tarihini esas olarak almağa mecburdurlar. Araplar için tarih bir millet tarihidir. Çünkü vatanlarının sınırlan değişik kalmakla beraber bu mîllet uzun asırlar devletini kaybetmiş, fakat millî varlığını saklamıştır. İngilizler içinse bir devlet tarihidir. Çünkü vatan dışına çıkınca harsen İngiliz kalmakla beraber İngiliz’den başka bir isim taşıyan İngilizler esas varlıklarını ana devletlerinde korumuşlardır.
Bununla beraber bu taksim kati değildir. Fransızlar için vatan‐devlet. İngilizler için devlet‐vatan esasının mevcut olduğu da söylenebilir. Katî olan şudur ki: Tarihî kuruluştan başka olan milletler için tarih sistemi de başka başkadır. Bize gelince: Bizim şimdiye kadar olan “tarihi görüş”ümüz yanlıştır. Çünkü bizim için devlet esasını kabul etmek millî menfaatlerimiz için daha uygun olduğu halde biz millet tarihi şöyle dursun, devlet ve vatan tarihini bile bir yana bırakarak yalnız sülale ve rejim tarihini esas olarak kabul ettik. Her sülâleyi bir devlet sayarak şimdiye kadar bunca devlet kurduğumuz ileri sürdük. Güzel!.. Fakat bu kadar devlet kurduksa bunların hiç birini yaşatamadık. Elimizde daima bir Türk devleti vardı. Çünkü hakikatte bu kadar devlet kurmuş değil, bu kadar sülâle değiştirmiş bulunuyorduk. Tarihî hayatları uzun olan bütün milletlerde olduğu gibi bizde de bir takım hükümdar sülâleleri geldi. Başka milletler onları yalnız hükümdar sülâleleri diye saydıkları halde biz ayrı devlet telâkki ettik. Halbuki muhtelif Türk hükümdar sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlıştır. Bilâkis muhtelif devlet telâkki olunan şeyleri sülâle olarak almalıdır. Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da sülâleler nasıl birbirini takip etmişse ve Fransa’da Kapet, Burbon, Orlean, Napolyon; Almanya’da Saksonya, Frankonya, Baviyera, Habsburg; İngiltere’de Anju, Tudor devletleri yoksa Türkeli’nde de Kun, Gök Türk, Uygur, Selçük, Osmanlı devletleri yoktur. Ancak Kun, Gök Türk, Uygur, Selçük, Osmanlı sülâleleri siyasî zümrelerinin bulunması ve bunların birbiriyle çarpışması bu kaideyi bozmaz. Nasıl ki Almanya’da düne kadar, aynı zamanda hâkim olan birçok sülâleler bazen birbiriyle çarpıştıkları, hattâ bunlardan bazıları Fransızlar’la birleşerek öteki Almanlar aleyhine yürüdükleri halde Alman devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı şekilde bir devlet olmak iktiza eder. Eğer bütün milletler tarihini bizim gibi mütalaa etselerdi o zaman, meselâ İngiltere’de İki Gül muharebesinde iki devlet bulunması icap ederdi. Keza Fransa’da kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun zayıfladığı zamanlarda birkaç devlet birden bulunması lâzım gelirdi. Hele 18‐19. asır Almanya’sı içinden çıkılmaz bir manzara gösterir, belki de Almanya dediğimiz varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi. Bizim tarihimizin böyle aykırı bir şekilde yazılmasında hanedancılık zihniyeti büyük bir âmil olmuştur. Hanedanın kutsi bir mahiyette telâkki olunması, hanedanın düşmesiyle devletin de düştüğü zehabını doğurmuştur. Halbuki ortada değişen şey günümüzdeki kabine değişmesiyle kıyas olunacak kadar basittir. Meselâ Türkistan’daki Gök Türk hanedanının düşmesi ve Dokuz Oğuz hanedanının kurulmasını yeni bir devlet kurulması gibi sayarlar. Hakikatle ise aynı devletle hanedan değişmiştir. Ahalisi, sınırları, toprağı, teşkilâtı, dili, ananesi bir olan iki devlet arasındaki ayrılık yalnız başlarındaki hanedanın ayrı bulunmasıdır. O halde buna nasıl ayrı devlet diye bakabiliriz? Düşünmeli ki Dokuz Oğuz devresi Gök Türk devresinin tekâmülünden ibarettir. Eğer bizdeki hanedan değişmeleri başka milletlerdeki hanedan değişmesiyle aynı şartlar içinde olmuyorsa bunun sebeplerini milletlerin psikoloji farkında aramalıdır. Şu halde hanedanları ayrı devlet saymak hanedancılık zihniyetiyle hareket etmek değil midir? Bir de günümüzün tarihinden örnek alalım: Bizde hâkim olan yanlış tarih telâkkisine göre Osmanlı devleti yıkılmış, onun yerine Türkiye Cumhuriyeti gelmiştir. Bu düşünüş de yanlıştır. Çünkü esasen bir Osmanlı devleti yoktu kî yıkılsın. Meydanda bir Osmanlı hanedanı vardı. Yıkılan odur. Yani devlette rejim değişmiştir, işte o kadar! Eğer biz yıkılan her sülâleyi bir devlet gibi gösterirsek bundan biz Türklerin siyasi hayatta istikrara malik olmadığımız, devletlerimizi uzun zaman yaşatamadığımız neticesi çıkar. Milletlerin ruhiyatı asırlar içinde değişmediğine veya pek az değiştiğine göre de Türkiye Cumhuriyetini dahi uzun zaman yaşatamayacağımız hakkında bir düşünceye de yol açar. Bundan kazanacak olan düşmanlarımızdır. Milletlerin tarihinde dahilî harpler ve tefrikalar görülür. Fakat bundan o devletin ikiye ayrıldığı mânası çıkmaz. Eğer böyle olursa ademi merkeziyetçi olan eski Türk idare şekline göre Türklerin pek dağınık bir hayat yaşadıkları, birleşip devlet kuramadıkları gibi bir mâna da çıkar. Keza bazen dahilî fetret ve ayrılığın uzun sürdüğü de olur: Anadolu’daki beylikler devri gibi. Fakat bu beyliklerin hepsini birer ayrı devlet saymak büyük bir yanlıştır. Çünkü hakikatte olan şey batı Türklerinin başsız kalmalarından ibarettir. Nitekim 1806‐1871 arasında Almanya da başsız kalmış, fakat kimse Prusya, Baviyera, Saksonya, Vurtemberg vesaireyi ayrı birer devlet saymamıştır. Tarih yine Almanya tarihi olarak okutulmuştur. Halbuki biz hâlâ her sülâleyi ayrı devlet sayıyor ve tek Türkiye tarihi deyince Osmanlı hanedanı ve Cumhuriyet devrelerini anlıyoruz. O halde bu yanlış görüşü nasıl doğrultmalıyız? Türk tarihini, ancak kendi şartlarımıza göre icap eden değişiklikleri göz önünde tutarak başka milletlerin kendi tarihlerini mütalaa ettikleri usul gibi bir usulle mütalaa etmek suretiyle bir düzene sokabiliriz. Öyle ise ilk önce Türk tarihini ikiye ayıracağız: 1) Anayurttaki Türk tarihi; 2) Yabancı illerdeki Türk tarihi. Anayurttaki Türk tarihi en eski çağlardan on birinci asra kadar yalnız Türkistan’da geçer. Bu Türkistan tabirine bugünkü Moğolistan ve Rus Avrupa’sının doğu bölümleri girer. On birinci asırda batıda ikinci bir anayurt daha kurulmuştur: Türkiye. Buna da Anadolu, Erran, Azerbaycan, Irak ve Şimalî Suriye dahildir. Türkistan ve Türkiye tarihleri aralıksız bîr bütün halinde Türklerin tarihidir. Hattâ bazen bu iki vatan birleşmiştir. Yabancı illerdeki Türk tarihi ise hakim Türk sülâlelerinin ırklara dayanarak kurduğu devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, bir Türk sülâlesiyle Türk ordusunun başka milletlere tahakkümüyle başlayarak sonunda yabancı çokluklar arasında dillerini ve milliyetlerini kaybetmeleri şeklinde devam etmiştir. Bu devletleri bütün ömürlerince Türk devleti saymağa imkân yoktur. Meselâ bugünkü Mısır devleti Türk askerlerine dayanan bîr Türk hanedanı tarafından kurulduğu halde bugün Mısır tamamıyla bîr Arap devleti olmuştur. Onun için Çin, Hindistan, İran, Doğu Avrupa ve Mısır’da kurulan Türk devletlerini, hanedan ve ordu Türk seciyesini sakladığı müddetçe Türk tarihi kadrosuna sokabiliriz. Hanedan ve ordu Türklüğünü kaybettikten sonra onları Türk tarihi içinde mütalaa etmeğe imkân yoktur. Şimdi, hiçbir tafsilâta girişmeden Türkistan ve Türkiye tarihlerinin şemasını çizersek şu taslağı elde ederiz: Türkistan
Sakalar çağı Kunlar çağı Siyenpiler çağı m.ö. 7. asır – m.ö. 3. asır m.ö. 220 – m.s. 216 216 – 394
Aparlar Gök Türkler çağı Dokuz Oğuz – On Uygurlar Uygurlar çağı Karahanlılar çağı Karahıtaylar çağı Sekizler çağı Çingizler çağı Aksak Temürlüler çağı Özbekler çağı 394 – 552 552 – 745 745 – 840 840 – 940 940 – 1123 1123 – 1207 1207 – 1218 1218 – 1370 1370 – 1501 1501 – 1920
Türkiye’de
Selçükler çağı İlhanlılar çağı Büyük Beylikler çağı Osmanlılar çağı Cumhuriyet çağı 1040 – 1249 1249 – 1336 1336 – 1515 1515 – 1922 1923’ten başlayarak
Yazıyı uzatmamak için anayurt dışındaki Türk tarihinin şemasını koymuyorum. Zaten bizim için mühim olan da anayurt tarihidir. Ciddî ilim adamlarından mürekkep küçük bir tarihçiler heyeti bu şemayı münakaşa ederek eksik ve yanlışlarını bulup düzelttikten sonra Türk tarihi bu esaslar üzerine yeniden tedvin olunmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde okullarda Türk tarihini talebeye hazmettirmek daima imkânsız kalacağı gibi, milletçe de mazimize saygısızlık göstermiş olmaktan kurtulamayacağız.
(21 Temmuz 1941),
Çınaraltı, 1941, Sayı: 1