# Etiket
##GENEL

Prof. Dr. Şerif AKTAŞ: MİLLÎ EDEBİYAT KAVRAMI VE TÜRK EDEBİYATI

MİLLÎ EDEBİYAT KAVRAMI VE TÜRK EDEBİYATI

Prof. Dr. Şerif AKTAŞ*

Edebiyat dünyamızda XIX. asrın sonlan XX. Asrın başlarından itibaren zaman zaman “Millî Edebiyat” tabiri üzerinde durulmuş, bu söz grubunun ifade ettiği kavram çevresinde münakaşalar edilmiş, edebiyat tarihimizin belirli bir safhası da bu isim altında incelenmiştir. Bu husûsta kaleme alman yazılar, Türk millî edebiyatının husûsiyetlerinin ne olacağım, kaynaklarım ve gelişme istikametini ortaya koymak yerine ya Türkçülük cereyanından söz etmişler, ya da dil, vezin ve konu ile ilgili düşünceler beyân etmekle yetinmişlerdir. Ayrıca, bu husûsta faaliyet gösteren herkes, Türk millî edebiyatına başlangıç tarihi olarakl908 ya da 1909 tarihini kabûl etmektedir. Bizce, Türk edebiyatında bir millî edebiyat dönemi varsa, bunu biraz sonra arzedeceğim sebeplerden dolayı 1897 veyâ 1900 den başlatmak yerinde olur. Bizim arzumuz bu yazı ile edebiyat tarihi nokta-i nazarından bizce yanlış yapılmış bir tasnifi düzeltmek ve zamanımızda vücût bulan edebî eserlerde eksikliğini hissettiğimiz millî rûha âit tezahürler üzerinde sanatkârlarımızı ve fikir adamlarımızı düşündürmektir.

Böyle bir girişten sonra, “Millî Edebiyat” kavramı üzerinde duracağım. Millî edebiyat, insanlığın milletler hâlinde yaşamaya başlamasından sonra ortaya çıkar. Her kavmin, her imparatorluğun bir edebiyatı olması tabiîdir. Millet; siyâsî birlik olarak, içtimâî teşekkül bakımından kavim devletlerini ve imparatorlukları takiben ortaya çıkmıştır. Millî edebiyatlar da böyledir. Kavim ve imparatorluk edebiyatlarından sonra zuhûr eder, onlardan malzemesini ve kaynağım alır. Millet tarifine geçmeden, insanhğın tabiî akışı içinde milli cemiyetlerin yerini tayin etmekte fâide var sanıyorum. Hilmi Ziyâ Ülken “Millet Nedir, Ne Değildir” adlı yazısında konumuzla ilgili şu düşüncelere yer vermektedir: “…İnsanlık muhtelif şartlar altında birbirinden az çok farklı şekil ve zamanlarda başlıca üç istihâle geçirmiştir: 1) Bilinmeyen zamanlardan beri, ibtidâî aşiretlerden imparatorluklara kadar insan yaygın ve içtimâi heyecanı ile âlemi tanımış ve idâre etmiş, mistik dediğimiz medeniyeti kurmuştur. 2) Toprağa yerleşerek yarattığı büyük sitelerden beri tabiatla arasında sâbit münâsebetleri görmüş, kuvvetini değişmeyen bir nizama uymakta bularak akıl medeniyetini kurmuştu.3) Bir merkezde toplanan kesif kütleler tabiatla savaşta üstün gelerek, onun sırlarına nüfuz etmesini ve ona hükmetmesini öğrenmişler, ve irâde medeniyetini vücûda getirmişlerdir. Millî cemiyette şahsî yaratılışa, teşebbüse, hürlük ve müsaviliğe değer veren işte bu irâde medeniyetidir.”’ Milletler bu irâde medeniyetinin ortaya çıkardığı irâdî siyâsî birlikler olduğu gibi, millî san’at ve edebiyat ta söz konusu medeniyetin mahsûlüdür. Bunun için millî medeniyetin husûsiyetleriniden sözedeceğim. Ancak sosyolog olmadığım için bu bölümde, itimad ettiğim düşünce adamlarımızdan Hilmi Ziyâ Ülken’in fikirlerine bağlı kalacağım: “Millî medeniyeti ötekilerden ayıran mühim bir vasıf da tarih şuurudur: Milli medeniyet irâde ve şahsî yaratış medeniyeti olarak ötekilerden ayrılır, fakat bu yaratış bütün malzemesini ve kuvvetini dayandığı kavimler ve topraklardan aldığı için ötekilere bağlanır, onları kuşatmak üzere aşar. İrâde ve yaradış hamlesini yapabilmek için gözünü eski çağlara, kendi temellerine çevirmek zorundadır; onun herşeyden önce tarih şuuruna dayanması bundan ileri gelir. O kendi temellerinin bütün mythoslannı meydana çıkarmak için, onlara ma’na vermek, canlandırmak, onlardan yeni kıymetler yaratmak zorundadır. Hakikî millî hareket için içtimâî şuuraltının büyük değeri bundan ileri gelir.” 7 Görüldüğü gibi millî medeniyette târih şuuru, İçtimaî şuuraltı, irâde ve şalısî yaradış, toprak ehemmiyetli unsurlardır. Hilmi Ziyâ Ülken, bunlardan hareketle milleti şöyle tarif ediyor: Millet “kesin bir vatan fikri, bu fikirle çevrili tarih şuuru ve bu vatana dayanan İçtimaî şuuraltı, yani halk, kökü Volkstum’dan kuvvet olarak geleceğe çevrilmiş bir hürlük ve bağımsızlık iradesidir.[1]

Millî edebiyatın, millî medeniyet devrine âit olduğunu söylemiştik. Bunun için de söz konusu edebiyatın milletin teşekkülünde önemli rol oynayan unsurların san’atkâra mahsûs tavır, duyuş, seziş ve anlayışla işlenmesi neticesi ortaya çıkan eserlerden meydâna gelmesi tabiîdir. Bu eserlerin varlığı da, tarih şuuru, vatanla sınırlandırılmış içtimâî şuuraltı, daha önce millet olmuş insan topluluklarının geçirdiği maceradan hareketle kurulacak millî san’at anlayışına bağlıdır. Söz konusu san’at anlayışının husûsiyetleri san’atkar tarafından tayin edileceği gibi millî san’at felsefesiyle uğraşanlar tarafından da ortaya konulabilir. Bu cümlelerimizle, millî edebiyatın milli estetiğe bağlı bulunduğunu, millî estetiğin husûsiyetleri ortaya konulmadan milli edebiyattan bahsedilemeyeceğini söylemek istiyoruz. Böylece de tabiî olarak her milletin kendine mahsûs bir estetik anlayışının varlığını kabûl ediyoruz. Bu husûs tartışılabilir. Bizce estetiğe âit objektif unsurlar bütün milletlerde müşterek olsalar da, sübjektif olanlar farklıdır.

Bu farklılığın sebepleri de yeryüzünde birbirinden farklı milletlerin varlığını sağlayanlarla da aynıdır. Her millet ayrı bir tarihî maceranın eseridir. Bu tarihî macera bilinmeden, yorumlanmadan zaman süzgecinden geçilip Tanpınar’ın tabiriyle rüyası görülmeden millete âit husûsiyetlerden söz edilemeyeceği gibi, millî edebiyattan da bahsedilemez. Çünkü milleti yapan asıl cevher bu maceranın içinde saklıdır ve onun akışına göre şekil almıştır, kendini zamana göre yenilemiştir. Problemi bir örnekle açıklamakta fâide görüyorum: Anadolu köylüsü, şehir lıayâtının istilâsına uğramamışsa, kendisine has bir ızdırabı şikayet etmeden yaşar, Anadolu Türkü’nün yaşadığı tarihî macerâ bilinmeden, bunu izâlı etmek mümkün değildir. Bu anlaşılmadan da Türk köylüsünün (Türkiye şuurları içinde yaşayan Türkleri esas aldığımızı hatırlatalım) ns romanı yazılabilir, ne de şiiri. Orta Asya’dan gelen akıncı Türk, Prof. Dr. Mehmed Kaplan’ın Yunus ile ilgili yazılarında ifâde ettiği gibi A Anadolu’da toprağa yerleştikten sonra, İslam’ın da tesiriyle “kendi içine sefer”e başlamıştır, derinleşmeğe başlamıştır. Yerleşik hayatta tabiatla mücâdelede zaman zaman mağlup olma onu muzdarip etmiştir. Aynca devamlı akınlar da söz konusu insanın ızdırabını artırmıştır. Bu insan dinî teslimiyet içinde yokluğun verdiği acıyı hüzne, melâle çevirmiş ve hayâtına düstûr etmiştir. Şüphesiz ki, her türlü san’at faaliyeti içinde bu ızdırabı işlemiş, böylece de kendine mahsûs bir zevk yaratmıştır. Türk milli estetiğinin teşekkülünde elbette bu tatlı ızdırabın hesaba kaülması icab etmektedir. Böyle bir örnekten sonra, tarihî macerâyı anlayabilmek için de tarih şuuruna ihtiyaç vardır diyeceğiz. Çünkü tarihte ve tarihî hadiselerin arkasındaki milleti yapan milli kıymetlerin ve millî kültürün tek maddesi tarih şuuruyla su yüzüne çıkarılır, yemden değerlendirilme imkânı bulur. Fikir planında millîleşme, insanlık tarihine nisbetle çok yeni olmakla beraber, milletlerin kökleri çok eskidir. Millet hüviyetini haiz her insan topluluğu, tarihinde milleti yapacak malzemeyi saklar. Bu malzemenin, millet devrinde değerlendirilmesi için de tarih şuuruna ihtiyaç vardır. Millî tarih şuuruyla geçmişin yorumlanması, kıymetlendirilmesi daha değişik bir ifâdeyle süzgeçten geçirilmesi, milletlerin kendilerine has hüviyetle ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Böyle bir faaliyet edebiyatta milli romantizmin doğmasına sebep olur. Bizim, arzettiğim gibi bir romantik devri yaşadığımızı söyleyemeyiz. Tanzimattan sonra, edebiyatımızda romantizme âit çeşitli görünüşlerle karşılaşıyoruz. Nâmık Kemâl, Abdülhak Hâmid romantiktir. Ancak bunlar ve muakkipleri, bize âit olan değerleri geçirdiğimiz tarihî macera içinde arayıp bulmaktan, dağerlendirmekten daha çok Fransız romantiklerini taklid etmişler, hattâ milli romantizmde ehemmiyetli rolü olan ve içtimâi şuuraltımn bir bakıma tazahürü durumunda bulunan halk edebiyatı mahsûllerine istihza ile bakmışlarda. Tanzimat devrinde kaleme alınmış Cezmi, Celâleddin Harzemşah gibi eserlerde de zamanını doldurmuş bir medeniyete âit kıymetler hasretle yadedilir. Geçmiş sabırla incelenip değerlendirildikten sonra, milleti yapan cevhere âit husûsiyetlerin tesbiti, milli san’at ve edebiyatın varlığını sağlayacak estetik anlayışın teşekkülünde ilk merhaledir. Bu “vatanın içinden, halkın şuuraltı hazine- sinden alınmış ve istikbale çevrilmiş kıymetlerle” birlikte düşünülmeli idi. Ancak o zaman milli ve oıjinal bir san’at düşüncesine varılabilirdi. Bunun Tanzimat devrinde yapddığııu söyleyemeyiz. Sebepleri üzerinde de uzun uzun tartışmak konumuzun dışındadır. Tanzimat’tan sonra yapılan birçok çalışma milli san’at düşüncesinin ve millî edebiyatın zuhûru için hazırlık mahiyetindedir. Çünkü, eksik de, hatalı da olsa bir romantizm başlamıştır. Belki de sözünü ettiğimiz eksiklik zamanın siyâsî ve içtimâi durumundan ileri gelmektedir. Çünkü “düşünmek için durmak lâzımdır”. Siyâsî ve içtimâi hadiseler Osmanlı münevverinin düşünmesine pek de fırsat vermemiştir. Türk romantizmi mes’elesinde Hilmi Ziyâ Ülken’in düşüncelerine iştirak ediyorum. Bu zat ‘Tarih Şuuru ve Vatan” adlı yazısında Türk romantizmi hakkındaki fikirlerini şu cümlelerle ortaya koyuyor: “Türk romantizmi Nâmık Kemâl, Hâmid ve Gökalp olmak üzere üç merhaleden geçti. Nâmık Kemâl nerhâlesinde tarih şuuru bütün İslâm dünyasına, vatan şuuru Osmanlı vatanına çevrildi. îslam dünyasının müşterek kahramanlan arasında “Türk vatanının karakteristiği kayboluyordu. Fransız inkılabının mücerret fikirleriyle romantizmin istediği müşahhas tarih ve vatan şuuru da birbirine karışıyordu. Hâmid merhalesinde yıkılan İslam imparatorluklarının hasreti de daha barizleşti. Vatan hudutlan bütün İslâm âlemine yayıldı. Gökalp merhalesinde romantizm umûmî Türk tarihine çevrildi, fakat millî tarih ile ırkın tarihini birbirine kanştırdı. Her üç merhalede Türk romantizmi asıl millî tarihe, vatan hudutlarına, müşahhasa dönemedi.” [2] Bunun neticesi olarak da, Türk medeniyetinin özüne, ruhuna beyin-kalb diyalogu ile inilemedi. Ancak, Yahya Kemâl Beyath’da bu medeniyete ait çeşitli tezahürlerin şiirin hudutları içerisinde işlendiğini ifâde edelim.

Yahyâ Kemâl’e; Eğil Dağlar’daki muhtelif kalem tecrübeleri, Aziz İstanbul adlı kitapta neşredilen Türk İstanbul adlı yazısı ve Kendi Gökkubbemiz’deki Süleymaniye’de Bayram Sabahı, Itri, Mohaç Türküsü, Akıncılar, Deniz vb. birçok şiiri ve “Memleketten Bahseden Edebiyat” adlı yazısı ile bizim ilk romantiğimiz diyebiliriz. Onun bu cephesini Nihad Sami Banarlı’nın Yahyâ Kemâl’in Hatıraları adlı eserinde de açıkça görmek mümkündür. Çünkü bizce millî edebiyatın zuhûruna zemin hazırlayacak romantik düşünce için tarih şuurunun, belirli bir toprak parçasındaki tarihi macerâ üzerinde kesafet kazanması, burayı hareket noktası kabûl etmesi icab eder. Türkler için bu toprak parçası Anadolu’dur. Millî edebiyatın vücut bulmasında bizce ehemmiyetli rolü olan içtimâî şuuraltının değerlendirilebilmesi için de belirti bir toprak parçası üzerindeki tarihî maceranın esas alınması, öncesinin “kablel tarih” olarak düşünülmesi zarureti vardır. Bu, Anadolu’ya gelmeden önceki tarihimizi inkâr etmek şeklinde yorumlanmamalı. Biz, Ona Asya’dan getirdiklerimizi Anadolu’da yaşadığımız tarihî macerâ içerisinde iklimin, dinin az da olsa eski medeniyetlerin tesiriyle yeni bir terkip halinde ortaya koyduk ve geliştirdik. Bu terkibin yapısına ait hususilikleri sezmeden, anlamadan milli bir düşünce tara ortaya koyamayacağımız gibi, millî bir edebiyat da vücûda getiremeyiz, kanaatindeyim. Bu terkibin yapısını anlayabilmek için yukarda da ifâde ettiğimiz gibi tarih şuuruna ihtiyaç vardır. Çünkü siyâsî ve içtimâî vak’aların arkasında, tarihî tekâmülü hazırlayan yeni olaylara gerçek rengini ve şeklini veren bir güç vardır. Kanaatimize göre Osmanlı

Devletinin büyük imparatorluk olmasına zemin hazırlayan asıl güç -ki bu milleti yapan cevherin bir yönüdür- gayesini Tannda bulan bir insan severlik ve adalet fikrinin zihinlerde yaşayan kavram olmaktan çıkarılıp hayatın her sahasında yaygın bir duygu hâline getirilmesidir. San’at ve edebiyat sahasında bu mes’ele işlendiği takdirde bize âit dünya görüşünün bir sentez hâlinde umûma sunulacağı düşüncesindeyim.

Yukarıda içtimâî şuuraltından söz ettim. Bir milletin içtimâî şuuraltı; tarihî maceraya âit birçok hatırayı hayât tarzının vazgeçilmesi güç prensipleri olarak muhafaza eden ve yaşayışına âit çeşitli sahnelerde bunları tezahür ettiren halkın her türlü faaliyeti içinde gizlidir. Millî san’at anlayışımızın teşekkülü için halka âit her türlü zihnî faaliyetin üzerinde, kalb ile beyni arasında diyalog kurabilen münevverlerin durması icâb eder. Çünkü bize âit birçok husûsiyet bazan kalıplaşmış tarzda, bazan halk muhayyilesinin genişliğinde az çok değişikliğe uğrayarak bazan da aslı hiç bozulmadan halkın içerisinde yaşamaktadır. Bizi millet olarak güçlü kılan, dar günlerde varlığımızı dünyaya isbât ettiren de bunlardır sanıyorum. Yani birçok münevverin istihza ile baktığı, her türlü adet, örf, halka âit dinî ve millî törende olduğu gibi anonim halk edebiyatı ve âşık edebiyatının sınırlan içerisine giren edebî mahsuller ve bunların yarattığı heyecanlar da mülî husûsiliklerimiz gizlidir. Tarih şuuru ile mücehhez araştırıcı zihniyetin milletçe geçirdiğimiz tarihî maceranın içerisinden çıkacağı öz ile yukarda saymaya gayret ettiğmiz halka âit zihnî faaliyetlerden alınacak ders, öyle sanıyorum ki birbirini tamamlar. Her iki kaynakla birlikte, ecdâd yadigârı her türlü tarihî eser ve hangi zümreye âit olursa olsun, her türlü edebî mahsûl millî düşüncenin, millî san’at ve edebiyatın malzemesini bünyesinde taşır. Mes’ele bunlar üzerinde, zamanın hudûdlarını aşarak, beyin-kalb diyalogu ile durmakta düğümlenmektedir. Böyle bir faaliyetin neticesinde millî edebiyata temel olacak düşünce sistemi ortaya çıkar sanıyorum. Bu düşünceden ilhâm alan san atkâr için dil ve şekil mes’elesinin pek ehemmiyetli olmayacağı kanaatindeyim. Çünkü muhteva şekli tayin eder. Ancak şunu belirtmekte fayda görüyorum: San’atkâr, bizde belirli bir dönemde olduğu gibi, bu tip mes’eleleri işlemeye zorlanmalı mı? Bizce buna hem ihtiyaç yoktur, hem de lüzûm yoktur. Ancak, öğretim ve eğitim müesseselerinde kültür dersleri çevresinde -ki bu derslerin gayesi içerisindedir- söz konusu mes’ele üzerinde dikkatle durmak yeter. Türkiyemizde, hem millî diyebileceğimiz bir düşüncenin lise öğrencileri seviyesinde ortaya konulduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi, edebiyat derslerinin metin tahlili adına şiirlerin bugünkü dile çevrilmesi ile geçiştirildiğini, tarih derslerinde ise yalnız vak’alann anlatıldığım hatırlayalım. Böylece yetişen gençlerden san’ata ve edebiyata karşı kabiliyeti olanlardan bugünkünden fazla birşeyler beklemek çok iyi niyetli olmak demektir

Hemen ifâde edelim ki bu cümlelerimiz kapılarımızı tamamen dışa kapayıp, kendimizi dünyadan tecrid edelim ma’nâsında değildir. Dış tesirler, bizde var olan malzeme üzerinde nasıl durulacağım sezdirdiği ve münevverimizin, insanımıza ve mes’elelerimize bakış tarzında, muhayyilesini zenginleştirdiği ölçüde kıymetlidir. Ancak Tanzimat’tan sonra, edebiyatımızda Garb’a benzemek, Garplı gibi duymak ve düşünmek bir bakıma gaye olarak seçilmiştir. Garplının kendi. mes’eleleri ve insanı üzerinde duruş tarzı pek de araştırılmamıştır. Bu husûsta, Avrupa’da bulunduğu yıllarda, takdire şâyân bir arayış içerisinde bulunan ve sonunda Camille Julian’m bir cümlesiyle ta’kib edeceği yolu bulduğunu şu sözlerle ifâde eden Yahyâ Kemâl, duygu ve düşüncelerimize tercüman olmaktadır: “Bir gün, bir mecmuada, Fustel de Coulange’in esaslı tilmizi profesör ve müverrih Camille Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle, benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dâir dağınık düşüncelerimi birdenbire, yeni bir istikamete şevketti. Camille Julian’ın cümlesi şuydu: “Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı.”

Düşünmeğe başladın: Acaba bizi de Malazgirt’ten, 1071 den somaki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı yaratmamış mıydı?

Bu cümleyi, Saint Paul’un (Saint Petrus) Şam yolunda Hz. İsa’yı görerek “quo vadis, domine?” sesini duymasına benzetirim. Çünkü bu cümle, kafama birdenbire yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık milliyetimize dâir fikirlerim bu cümlenin ilhâm ettiği noktada birleşiyordu.” [3]

Garp milletleri, kendi milliyetlerini nasıl idrâk etmiş ve bu düşüncenin üzerine XIX. asırda edebiyatlarım nasıl kurmuşlar ise. aynı işi bizim de yapmamız icâb etmektedir. Ancak, bu onlara benzemek hevesiyle olmayacağı gibi kuru kuruya karşı koymakla da gerçekleşemez. Bunun için yukarda da müteaddid defalar ifâde ettiğimiz gibi, kendi imkânlarımız, kendi malzememizle millî düşünce sistemimizi ve buna bağlı olarak da, san’at anlayışımızı ortaya koymak zorundayız. Bugüne kadar bu işin yapıldığım söyleyemeyiz. Çünkü edebî eserlerimizde XIX. asırda da XX. asrın başlarında da, şimdi de pek azı dışında örnek Garb’dır. İnsan olarak biz Garplılardan farklıyız, ne kadar zorlarsak zorlayalım Garplı da olamayız. Bizim birçok millî husûsiyetlerimiz gibi, güzellik anlayışımız da, büyük ölçüde Anadolu ve Rumeli’de yaşadığımız tarihî macerâ içerisinde teşekkül etmiştir. Bugün malzeme olarak, Divân edebiyatı ve Tekke edebiyatı mahsûllerinde; âdet ve geleneklerde, halkın el işlerinde, hayât tarzında ve insânî münasebetlerinde millî estetiğimizi kuracak malzeme vardır. Bize bunu sistemleştirmek, san’at dünyâsının ihtiyaçlarına göre işlemek düşer. Bu malzemeye bakış tarzımı da yukarıda arza çalıştım. Ancak bundan soma millî san’at ve edebiyattan söz edebiliriz.

Problemi örnekle, çevresinde biraz daha genişletelim: Bir Türk şiiri geleneği vardır. Asırların gayreti ile bize has bir ses mısra’larda duyulmağa başlar. Bu sesi, hangi vezinle olursa olsun duyduğumuz her mısra’ bize aksettiriyor demektir. Zamanımızda bu yolda çalışmaların da varlığım ifade edelim. Atillâ İlhan’ın “Tutuklunun Günlüğü” adlı kitabında “İnce Saz Takımı” başlığı altında topladığı şiirlerinde bu sesi duyar gibi oluyoruz. Millî Türk şiiri bu geleneğin kendi içinde geliştirilmesi neticesi olarak ortaya çıkar. Yenilik uğruna geleneği lıiçe saymak ondan kaçmak bizim olan malzemeyi kullanmamak demektir. Ancak geleneği yalnız bir şekil olarak almadığımızı belirtelim. Divân şiiri, öyle sanıyorum ki bizim insanımızın, daha geniş bir ifâdeyle doğu insanının tabiat karşısındaki tavrım ortaya koymaktadır. Çünkü bu şiirde tabiat olduğu gibi taklid edilmez, tabii varlıkların insan üzerinde bıraktığı intibalar üzerinde durulur. Asıl şiir, öz şiirin husûsiyetlerinden biri de budur. Bir estetikçimizin şâ’ir hakkındaki şu cümleleri kanaatimizi doğrulamaktadır: “Şâir tabiat olayları, toplum olayları karşısında ilham aldıktan sonra içine kapanan, içini yaşayan insandır. Şiir dış ile için, bu iki öziin kaynaşması ile meydana gelir. Şâirin eseri yaratıldıktan sonra onda dışın kendisini olduğu gibi bulmak mümkün değildir. Müzik de böyledir. Onda da dışın rolü vardır. Ancak bu taklid yoluyla değü, ilham yoluyla sağlanır.”[4] Bu husûsiyeti Divân şiirinde görmekteyiz. Hem de en usta bir şekilde. Tanpınar, Divân şiiri hakkında: “Bütünü ile bakılınca bu hayal ve sembollerin, bu aşk tarzının ve sevgili tipinin alelâde bir belâgat oyununda kalmadığım, asırlar boyunca süren bir çalışmanın neticesi olsa bile şairin hayat şartlarıyla olduğu kadar, içtimâi nizamla da alâkalı bir sistemi ortaya koydukları inkâr edilemez.” der.[5]

Günümüzün şâiri bize âit böyle bir kaynaktan da yararlanmalıdır. Tabiî bu işi yaparken sonra gelmenin sağladığı imkânlardan istifâde ederek, zamana âit kusurları -varsa- tekrâra düşmemelidir. Aynı şekilde, halk ve tekke şiirinden istifâde edilebileceği söylenmiş, bu yolda bir zamanlar başarılı örnekler de verilmiştir.

Bir başka edebî tür olan tiyatronun ise, bizde Tanzimat’tan sonra görüldüğü söylenmekte, yazılan eserlerde farlı Garp milletleri örnek olarak alınmaktadır. Bu husûsta, ben, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun konuyla ilgili cümlelerini almakla iktifa edeceğim: “Bizim de halk kaynaklarımız yok mudur? Karagözümüz, meddahımız, orta oyunumuz, köy, sohbet oyunlarımız, tuluat tiyatrolarımız var… Tiyatroda, arkamızı geçmiş çağların gelenekleşmiş denemelerine dayayıp ileriye, hattâ Garp’dan daha ileriye atılamaz mıyız?” Biz bu sorulara, olumlu cevap vermekteyiz. Yani an’anesi Türk tiyatrosu üzerine kurulmuş Modem Türk Tiyatrosunun kurulabileceği inancındayız.

Modem Türk hikâye ve romanım da, Türk destanları ve Turk halk hikâyeleri üzerine inşa etmek mümkündür. Bu malzeme, tarih şuuru ile mücehhez insanlar tarafından değerlendirilmeğe gayret edildiğinde Garp hikâye ve romanından daha değişik biçimde aynı vazifeyi bizim dünyâmızda yapacak, edebî türler ortaya çıkar sanıyorum. Bu konuda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Halk Destanlarından Millî Edebiyata.” başlıklı yazısındaki düşüncelerine katılıyoruz: Tanpınar “Böylesi bir hareket muvaffak olduğu taktirde yarım asra yakın bir zamandır edebiyat da’valarımızın temelini yapan kendimize dönüş fikrini en sağlam sûrette tatmin edecek ve realiteye bakış tarzımızı verecek olan millî bir romantizmi doğuracaktı.” dedikten sonra fikrini şöyle izâh eder: “Çünkü bütün bu Dede Korkut Masalları, bu Köroğlular, Tahir ile Zühreler, Aslı ile Keremler, büyük Türk destammn parçalan ve Anadolu fethinin kahramanlık hikâyeleri ile beraber milletimizin bütün dış görünüşlerin altında samimiyetle, inançla yaşadığı bir hayâtın mahsûlüdürler ve muhtelif merhalelerinde milletimize ve harsımıza âit birçok realitelerle doludur. Hemen hepsi kâh sert tabiatla, kâh etraftaki yabancı harslarla ve bazan da kendi uıüesseseleriyle yaptığı mücâdelelerden doğmuşlardır. Onun için onları tanımak, büyük anafikirlerini bulup meydâna çıkarmak, nisbeten saf kalmış bir an’auede, bu toprakta yaşamış nesillerin macerasını içinden aydınlatmak demekti. Ve bu da’valar hemen daima insanlığın hakikî inançları olan büyük mebdeler etrafında döndükleri için bugünün da’vaları da olabilir, onları realitemizle birleştirip, yahut da hiç olmazsa onlan zamanın takdisi ile zenginleşmiş çerçeveler teşkil edilebilirdi.” [6]

Bunların hiçbirisinin ne düşünce dünyâmızda, ne de san’at dünyamızda gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Öyle ise, günden güne kendi içinde gelişen şuurlu ve devamlı bir Türk millî edebiyatının da varlığım iddia etmeye de hakkımız yoktur.

Ancak edebiyatımızın 1911-1923, bazılarına göre de, 1908-1940 yıllan arasına millî edebiyat dönemi denmektedir. Biz, eğer Türk edebiyatı’nda böyle bir dönem varsa, 1908 yerine 1897 veyâ 1900 de başlatmanın yerinde olacağı kanaatindeyiz.

1908’de Millî Edebiyatı başlatanlar Türk Derneği’nin kuruluş tarihini; 1909 tarihini başlangıç kabûl edenler de, Derneğin çıkardığı derginin ilk sayısında neşrettikleri beyânnâmeyi esâs alıyorlar. Böylece her ikisi de aynı kaynağa dayanmaktadır. Söz konusu beyânnâmenin ihtivâ ettiği düşünceler üzerinde durmakla her iki gruba da cevap vermiş olacağız. Agâh Sim Levent, Beyânnamenin açıklamak istediği ana düşünceleri şöyle özetlemektedir: “a) Osmanlı Türkçesi bütün Osmanlılar arasında konuşulan millî bir dil olacak ve bu, dilleri ayrı ama gönülleri ve duygulan bir olan bütün Osmanlıları aynıkutsal amaç etrafında toplayacaktır, b) Bu işi sağlamak için Türkçe öğrenimindeki güçlükler kaldırılacak ve bunun için de, Türk dilinin niteliğini meydana koymak üzere bugüne dek geçirdiği değişme dönemleri incelenecektir.” [7] Buna göre, Türk Derneği’nin kuruluşu daha çok siyâsî mahiyet taşımaktadır. Ayrıca faaliyetleri de dile âit mes’eleler çevresinde kesâfet kazanmaktadır. Sonra, “Bütün Osmanlılar”dan söz edilmektedir. Türk millî edebiyatı Osmanlı imparatorluğuna âit her türlü san’at ve düşünce hareketinden faydalanabilir. Ancak millî edebiyaün hareket noktası Türk millî şuuru olmalıdır. Bu iyi niyetli teşebbüsün akıbetini Agâh Sim, şu cümlelerle anlatmaktadır: “Türk Derneği, amacındaki soyluluk ve doğruluk, bu amacı yaymak için harcadığı emek, yaptığı hayırlı girişimlerle birlikte, üyeleri arasında düşünce, hatta amaç birliği bulunmaması, çevrenin ise bu ileri düşünceleri kabûle henüz elverişli olmaması yüzünden bir başarı sağlayamayarak dağıldı.” [8]

Lisân mes’elesi üzerinde durmak millî edebiyata başladığım ifâdeye yetiyorsa, Türk millî edebiyatını, kendinden önceki çalışmalara hazırlık nazarıyla bakıp Şemseddin Sami’nin Hafta mecmuasında yayınlanan “Lisan-ı Türkî-Osmanî” yazısıyla başlatmak icâbeder. Bu makalenin ilk cümlelerinde milliyet şuunı kendini hemen hissettirir: “Söylediğimiz lisan ne lisanıdır ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tâ’birini pek de doğru görmüyoruz; çünkü bu ünvân selâtin-i Osmaniyyenin birincisi fatih-i meşhûrun nâm-ı âlîlerine nisbetle müşârü’n’ileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin ünvâmdır, lıalbuki lisan ve cinsiyet müşârü’n’ileyhin zuhûrundan ve devletin teessüsünden daha eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “Türk” ve söyledikleri lisânın ismi dahi “lisân-ı Türkî”dir.” Aynı yazının devâmında, Memâlik-i Osmaniyye’nin Avrupa ümemi indinde ismi “Türkiya” olduğu bunun Türkistan anlamına geldiği aynı isimle adlandırılmış Orta Asya’da bir Türkistan’ın daha varlığını ifâde ettikten sonra yazısına şu cümleyle devam eder: “Bizden hayli uzak olan O Türkistan’la bizim Türkiye beyninde ve oranın Türkleriyle bizim aramızda acaba bir münasebet ve irtibat var mıdır? Bu isim iştiraki nereden geliyor?” Söz konusu makalede bu suallere cevap verildikten sonra, her iki Türkistan’da yaşayan insanların da Türk olduğu, hepsinin lisanına da Türkçe denileceği, aradaki farklılığın da şark ve garb sözleriyle belirtilebileceği şu şekilde ifade edilir: “Bize kalırsa, o akdâr-ı baidedeki Türklerin lisanıyla bizim lisânımız bir olduğundan ikisine de “lisân-ı Türk!” ism-i müştereki ve beyinlerdeki farka da riayet olunmak istenildiği halde onlarınkine “Türkî-i Şarkî” ve bizimkine “Türkî-i Garbî” ünvânı pek münasibdir ” 12

Bu cümlelerden Şemseddin Sami’nin milliyet şuuru ile dili incelemeğe gayret ettiği anlaşılmaktadır. Türk Derneği’nde ise -Beyânnâmedeki ifâdeye göre- Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı asıl hedef olarak seçilmiştir. Bu durumda da, dil hareket noktası olarak almıyorsa, millî edebiyatın başlangıç tarihi Şemseddin Sami’nin makalesini yayınladığı 1880 olmalıdır. Türk Derneği dilde sadeleşme üzerinde duruyor denilebilir. Böyle bir itiraza Şemseddin Sami’nin şu cümlesi cevap teşkil eder. “Bu lisan ise kelimât-ı ecnebiyyeden ne kadar ârî ve kendi kelimeleri ne kadar ziyâde olursa, o kadar mükemmel, o kadar vâsi, o kadar zengin addolunacağından, lisân-ı Türkî-i Şarkî sekalet-i telaöuziyle beraber, bizim lisân-ı Türkî-i Garbî’ye tercih olunabilir. Binaenaleyh, lisanımızın ıslah ve tevsiini murad ettiğimiz halde, kelimât-ı Arabiyye istikrazında mübalağa etmekten vazgeçip, lisân-ı aslimiz olan Şark Türkçesinin bizce metrûk ve mechûl olan kelimelerini uyandıracak, onları kabûl ve istimâle çalışmaklığımız iktifa    eder.”

Şemseddin Sami’nin bu makalesi, 1883-1884 yıllarına doğru yayınladığı Kamûs’ul Âlâm ve diğer çalışmalarıyla birlikte düşünüldüğünde, haklılığımız daha da açıklık kazanır.

Bütün bunlara rağmen, Şemseddin Sami’nin faaliyetlerini millî romantizmi hazırlayan çalışmalardır diye vasıflandırabiliriz. 1911 de Selânik’te “Genç Kalemler” çevresinde görülen Yeni Lisan ve Türkçülük Hareketine kaynak teşkil etmesi, hattâ dilde sadeleşme hareketini vatanseverlik ve milliyetperverlikle birlikte ele alması bakımından 1316-1317 (1900) yıllarında İzmir’de zuhûr eden Türkçülük hareketinden sözetmek istiyoruz. Bu konuda, muhtelif makalelerin yanında, İbrahim Olgun’un Necip Türkçü [9] adlı eseri, Ziyâ Somer’in “Yakın Çağların Fikir ve Edebiyat Tarihimizde İzmir”[10] ve Tevfik Nevzat [11] ve Bezmi Nusret Kaygusuz’un “Bir Roman Gibi” 12 adlı kitaplarında geniş bilgi vardır. Biz de bunlardan yararlandık

İzmir’deki Türkçülük hareketi içinde bizi ilgilendiren Mehmet Necip Türkçü’nün düşünceleridir. Onun bu konuda ilk kalem faaliyeti, 25 Teşrinevvel 1316 tarihli Âhenk’te neşredilen “Şeref Bey’e Açık Mektup” başlıklı yazıdır. Buradan alınan şu cümleler Necip Bey’in fikirlerini ve hareket noktasını sezdirmektedir: “Derdim ki, Türkçe niçin yalnız başlı başına olmayıp da öteki iki dille karışık olsun. Biz birçok istediğimiz ve düşündüğümüzü salt Türkçe lâkırdılar ile karşımızdakine anlatabiliyor ve evlerde öyle Arapça’dan alınmış sözleri katıştırmaksızın konuşabiliyoruz da neye böyle konuşulduğu üzere yazılmakta bir bayağılık ve kabalık olsun?..

Gönlünde sevinçli bir beğeniş duymayan ve kendimizin belli başlı bir dilimizin olmasını bütün varlığıyla isteyene yoktur gibi. Sanmam ki, düşünmeyi öğrenmiş bir Türk böyle bir dileği beğenmesin, onamasın ve Türkçe yazılagelen yazılara imrenip kalınasın. Bu sevgi o kadar derindir ki, dilimizin yalnız bir sözceğizi olsaydı gözgöre olan bir yoksuzluğu yine bu sevgiyi eksiltmezdi.

Bu her bir kimsenin duyuşuna, soydaşlarına, üstünde yaşadığı anayurdunu sevişine bağlıdır. Kişi doğduğu yere nice gönlüyle, bütün özüyle bağlı ise orada konuşulan dile de çakılı kalması öyledir. Bundan başka bu, ev bark sevgisinden daha yüce ve büyüktür.                                                                        –

Türkçe yazmayı kınanç bulmak, Türk olmayı kınanç bulmaktan ayrı değildir.” [12]

Böylece 1316 da başlayan hareket 1318 e kadar devam ediyor. Mehmet Necip Türkçü’nün Ahenk ve Hizmet’teki yazdan mes’eleyi ele alış şekli, yetişme tarzı, İbrahim Olgun’a haklı olarak şu satırları yazdıracak hüviyettedir: “Necip Bey’in dil anlaşışı belli bir görüşe ve inanca dayanıyordu. Dil, ulus olmanın en önemli koşuluydu onca. İlerlemek, uygar olmak, ulus olmak, halkın duygu ve düşüncelerini ortak bir dille anlatmasına bağlıydı. Dilini sevmeden, soyunu ulusunu sevmenin olanağı yoktu. Bu kanıya çocukluğundan beri görerek, yaşayarak varmıştı…” Özet olarak kurtuluşun çıkar yolunu Türk dilini sevmek, konuşma diliyle yazı dilini birleştirmek, bilimsel terimlere dilimizde karşılıklar bulmakta görüyordu..

Bu akım bilimsel Türkçülük akımıydı. Davanın en köklü savı Türk Ulusçuluğuydu.” [13]

“Türkçülüğün Tarihi” yazan Hüseyin Namık Orkun, İzmir’de Mehmet Necip Bey’in gayretiyle zuhûr eden hareketin ehemmiyetini şöyle anlatmakta: “Selânik’ten evvel İzmir’de de mühim bir hareket olmuş ve dil inkılâbının kökleri orada atılmıştı. İzmir bu rolünü bilhassa Necip Türkçü’ye borçludur… Ömer Seyfeddin İzmir’de Jandarma zabiti iken bu hareketi görmüş ve Selânik’te Ali Canip, Ziyâ Gökalp ile bunu devam ettirmiştir.[14]

Bütün bunlar, Türk Edebiyatı içerisinde, bir millî edebiyat dönemi varsa, bunun 1900 yılında İzmir’de başladığını düşündürmektedir.

Yukarıdaki cümlelerimiz, Millî Edebiyatı 1911 yılında Selânik’te başlatanlara da cevap teşkil eder kanaatindeyiz. Selânik’teki Türkçülük hareketi, Ömer Seyfeddin’in Ali Canip’e yazdığı 11 Kânûnisâni 1326 (28 Ocak 1910) tarihli “Geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücûda getirelim” cümlesini ihtiva eden mektub ile başlar. Fikir de söz konusu mektuplardan da anlaşıldığı gibi hikayeciye âittir. Tahir Alangu’nun Ömer Seyfeddin adlı incelemesinin 102-103. sahifelerinde hikayecinin biraz önce sözünü ettiğimiz Mehmet Necip Türkçü’nün ve İzmir’deki dil hareketinin tesiri altında kaldığından söz edilir.

Bu durumda. Millî Edebiyatı 1900 yılında İzmir’de başlatmak icâb eder.

1316 yılı, konumuz bakımından çok ehemmiyetli bir başka eserin yayınlandığı tarihtir. Bu, Mehmet Emin Yurdakul’un “Türkçe Şiirler” adlı kitabıdır. “Türkçe Şiirler”deki manzûmelerin 1897 yılından itibâren Asır, Musavver Malûmât, Mütâle’a, Servet-i Fünûn mecmualarında neşredildiğini biliyoruz. Bunların herbirinin, husûsiyetle Cenge Giderken adlı manzûmesinin millî edebiyata başlangıç olarak alınması mümkündür. Çünkü, şiirin içinde sade bir dille, milliyet kavramına, vatan fikrine, millî değerlere yer verilmiştir.

Mehmed Emin Yurdakul, “Türkçe Şiirler”i neşretmeden önce, kitabını edebiyat âleminin tanınmış simalarına gönderir, onların mütâlealannı ister. Eser yayınlandıktan sonra, Fevziye Abdullah Tansel’in genişçe anlattığı gibi, memleket içinde ve dışında Türk Dili ve Edebiyatı ile meşgul olanların takdirini kazanır. Bu cümlelerimizle, “Tükçe Şiirler”in yayınlanıp bir köşede unutulan bir eser olmadığım söylemek istiyoruz.

Netice olarak, Türk Edebiyaünda bir millî edebiyat dönemi varsa; bunun muhteva, dil, vezin bakımlarından millî hususiyetlerimizi zamanına göre en iyi tarzda işleyen ve edebî eser olarak kendinden soma geleceklere örnek olan ‘Türkçe Şiirler”le başlatmak icâb eder. Eserin yayınlandığı 1316 (1900) yılı, yukarıda sözünü ettiğimiz İzmir’deki hareket de göz önüne alınarak Millî Edebiyat’a başlangıç olarak alınmalıdır.

____________________

1   Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Millet Nedir, Ne Değildir İst. 1976. S. 202-203

2 Aynı eser, S.203

3 Hilmi Ziyâ Ülken, Millet ve Tarilı Şuunı, Bizim Terbiyemiz, İst. 1976, S.209

4 Mehmet Kaplan, Edebiyat Araştırmaları 1, Yunus Emre ve Nebatlar. İst.1976, S. 122

5 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru. İst. 1976, S. 231

6 Nihad Sami Banarlı, Yahyâ Kemâl’in Hâtıraları, İst. 1960, S.46-47

7 İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Türk Plastik Sanatlar, İst. 1969

8 Ahmet Hamdi Tanpınar, XDC Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İst. 1967, S.XXI

9 İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Türk Plastik Sanatlar, İst. 1969, S. 87

10 Agâh Sırrı Levent, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, Ank. 1972, S. 300

11 Aynı eser, S.302

12 Şemseddin Sami, Lisân-i Türki-Osmâni, Hafta, 10 Zilhicce 1298 (1880), sayı 12

13  a.y.

14 İbrahim Olgun, Türkçü Necip, Ank. 1971

15 Ziya Somer, Yakın Çağların Fikir ve Edebiyat Tarihimizde İzmir, 1944

16 Ziya Somer, Tevfik Nevzat, İzmir, 1948

17 Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İzmir, 1955

18  İbrahim Olgun, a,g.e. S. 45-46

19 İbrahim Olgun, a.g.e. S. 45-46

20 Hüseyin Namık Orkun, Türkçülüğün Tarihi, 1944, S. 54

KAYNAK: Bilim Yolu / Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi / Sayı :1 1998