# Etiket
#Kitabiyat #Tarih

Yahya ERDEM: Charles Mac Farlane’in İzlenimleri -1828-

1828’de Türkiye İskoç Gezgin Charles Mac Farlane’in İzlenimleri

Türk Yurdu / Ağustos 2011 – Yıl 100 – Sayı 288

        İskoç edebiyatçı, gezgin ve tarihçi Charles Mac Farlane (1799-1858) genç denilebilecek bir yaşta büyük bir tura çıkarak İtalya, Türkiye ve Japonya gibi ülkeleri gezdi. İngiltere’ye döndükten sonra peş peşe izlenimlerini içeren kitaplar ve tarihî romanlar yazdı. Bizimle ilgili olan kitapları gerçekten dikkatle okunması gereken kaynak değerinde eserlerdir. Bunlar hatırat ve gözlem şeklinde yazılmış olup Vak’a-i Hayriye ve Tanzimat reformlarıyla ilgili kaleme alınacak ciddi araştırmalarda atıfta bulunulmadan geçilemeyecek türdendir. Charles Mac Farlane ilk defa 1827 yılının Ağustos ayında İzmir’e geldi. Burada bir süre kalıp sonra İstanbul’a geçti. Altı aya yakın Osmanlı payitahtında dolaşarak izlenimlerini Constantinople in 1828. A Residence of Sixteen Months in the Turkish Capital and Provinces – “1828’de İstanbul” adlı ünlü eserinde topladı. 1847-48 yıllarında ülkenin durumunu görmek için bu defa Sultan Abdülmecit zamanında Türkiye’deydi. Notlarını çok ayrıntılı bir şekilde Turkey and Its Destiny – Türkiye ve Yazgısı (1850)  adlı kitapta değerlendirdi.  1853’te yayımlanan Kismet, The Doom of Turkey – Kısmet, Türkiye’nin Kaderi adlı eserinde ise son gözlemlerine yer verdi. Charles Mac Farlane, kuşkusuz bizi taraflı bir gözle takip etmekteydi, ama anılarında çoğu zaman Türklerin hakkını vermek durumunda kaldığını görüyoruz. Biz bu yazımızda yenileşme tarihimize ışık tutacak bilgiler bırakan Farlane’in “1828 yılında İstanbul” adlı ilk kitabı üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Onun Türkiye’ye geldiği bu ilk yıllar tarihimizin çalkantılı dönemlerinden biriydi. 1821’de Mora isyanını takiben Yunanlılar Osmanlı egemenliğine karşı bir dizi başkaldırı yapmışlar, 1829’da Ruslarla imzaladığımız Edirne Antlaşması’yla fiilen Osmanlı’dan ayrılmışlardı. İstanbul’da 1826 yılında II. Mahmut artık iyice yozlaşan ve kendi halkına zarar vermeye başlayan yeniçerilere karşı büyük bir cesaretle şiddetli bir çıkış yapmış ve onları Sultan Ahmet meydanında topa tutmaktan çekinmemişti. Yeniçeri Ocağı’nın yerine, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adlı yeni bir ocak kurulmuştu. Bu olayın tarihimize Vak’a-i Hayriye olarak geçtiğini biliyoruz. İşte böyle bir ortamda ülkemize gelen İskoç gezgin Charles Mac Farlane, henüz hadiselerin izlerinin silinmediğini gördü ve hatıralarında bunlara ayrıntılı olarak değindi. Bütün bu nedenlerle kitabı bizim için büyük önem taşıyor ve tarih araştırmalarında kaynak olma özelliğini koruyor.

Charles Mac Farlane 1827 yılının Ağustos ayında İzmir’e geldiğinde Hasan Paşa valiydi. Halkın çoğunluğu kendisine büyük sevgi ve saygı duymaktaydı. Farlane anılarında onun ılımlı, hoşgörülü, dürüst ve zorbalığa karşı duran bir insan olduğunu yazıyor. Yunan isyanını izleyen günlerde İzmir’e vali olan Hasan Paşa, bazı kişilerin Anadolu’da ve İzmir civarında yaşayan Rumlara hınç duyduklarını ve saldırılara giriştiklerini görmüştü. Bunun üzerine hemen, huzur isteyenlerle birlikte âyânı ve Manisa civarındaki eşrâfı toplayarak onları sakin olmaya davet etmişti. Paşa’nın bu girişimi üzerine kendi halindeki insanlar bu kan isteyen güruhtan ayrılmışlardı. Daha tehlikeli kişiler olan dağlılar da evlerine dönmüşlerdi. Sadece İzmir’de hamallık, kasaplık yapan ve olayların baş sorumlusu olan Giritlilere karşı şiddetli önlemler almak zorunda kalmış, kimisini idam ettirmiş, büyük çoğunluğunu da Girit’e sürdürmüştü. Vak’a-i Hayriye’nin İzmir’deki yansıması sırasında da bazı isyankâr yeniçeriler öldürülmüş ve şehre asayiş ve sükûn yeniden gelmişti. Yine de geceleri sokağa çıkan herkes elinde bir fenerle dolaşmak zorundaydı. Yerli yabancı kim olursa olsun bu yasağa uymayanlar güvenlik kuvvetlerince tutuklanıp sorgulanıyordu. Charles Mac Farlane, sokak lambalarının olmadığı yerlerde el feneriyle dolaşmanın çok yerinde bir karar olduğunu, aksi halde gece vakti hiçbir zaman kendilerine güvenilmeyecek olan Maltalı, Slovenyalı tiplerin şehir içinde dolaştıklarını ve bir tehlike unsuru olduklarını yazıyor. Farlane bir de anısına yer veriyor. Dolunaylı bir gecede kısa bir mesafe için dışarı fenersiz çıkan bir dostunun, tam evinin kapısında güvenlik kuvvetlerince yakalandığını, “fenerin nerde” diye sorulduğunda arkadaşının dolunayı göstererek “işte şurda” diye cevap verdiğini, ama Türklerin bu referansı kabul etmedikleri gibi, espriyi de beğenmediklerini ve arkadaşını tutukladıklarını belirtiyor.

Charles Mac Farlane’i İzmir’de kaldığı sürede en çok etkileyen şeylerden biri burada gördüğü Avrupaî sistemle eğitim gören Türk askerleriydi. İzmir valisi Hasan Paşa, Sultan Mahmut’un emriyle kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunun, ülkedeki ilk uygulayıcılarından olmuştu. İstanbul’u saymazsak bu ordunun en güzel örneği İzmir’de görüleniydi. Farlane sık sık yeni ordunun eğitim aldığı alanı ziyaret ediyor, kışlalarını geziyordu. Askerler ona biraz da övünerek yeni Avrupa sistemine nasıl başarıyla uyum sağladıklarını anlatıyorlardı. İzmir’deki birliğin düzenli erlerinin üniformaları mavi renkteydi. Ceketleri uzun olup askerî bir kıyafet olmak için biraz fazla inceydi. Pantolonlar dize kadar geniş, ondan sonra darlaşan bir biçimdeydi. Çorapları yoktu. Avrupaî şapka yerine fes giyilmekte idi. Kavuk ise tamamen kalkmıştı. Deri ayakkabılar ve göğse takılan gümüşten bir ay yıldız bu takımı tamamlıyordu. Birliğin Fransa’dan ithal edilen tüfekleri ve süngüleri çok kaliteli değildi ve pek temiz tutulmamışlardı. Eğitim alanında eğitmenler ve subayların hepsi Türklerden oluşmaktaydı. Avrupa’da sanılanın aksine Sultan’ın ordusundaki tüm yabancı eğitmenlerin sayısı üçü, dördü geçmiyordu. Şu anki Sultan olan II. Mahmut’un ordusundaki bu yabancılar, Napolyon Bonapart’ın ordusunda görev almış olan Fransız ve İtalyan askerleri olduklarından, ordunun kabul ettiği sistem de Fransız sistemiydi.

Charles Mac Farlane gezi notlarında, İzmir’de kaldığı süre içinde Türk mahallesinde bulunduğu sıralarda, bu askerlerin eğitimlerini ve taktiklerini çok sık ve yakından izlediğini belirtiyor. Eylül 1827’de bu yeni ordunun vali Hasan Paşa önünde yaptığı bir gösteriye de katılan Farlane şunları yazıyor: “Paşa’nın ve erkânının önünde yapılan bir manevraya katıldım. Üç yüz – dört yüz kişilik bir asker toplanmıştı. Manevra sahası tepedeki kalenin hemen altında ufak bir araziydi. Aynı yerde bir Türk mezarlığı ile bir Yahudi mezarlığı vardı. Buraya setler aşılarak çıkılıyordu. En yukarılarda Avrupa’da sanılanın aksine Türk kadınları hiç çekinmeden oturuyor ve bu askerî tatbikatı neşe içinde seyrediyorlardı. Bir kısım Yahudi kadınla birkaç şişman ve halinden memnun Ermeni kadın da bu eğlenceyi kaçırmamak için oraya gelmişlerdi. Nefis bir şark kıyafeti içinde alana giren paşa ve erkânı, kendilerine ayrılan yere geçtiler. Eski İzmir kalesi ise sanki dağların tepesindeki tahtına oturmuş gibi bu manzaraya uzaktan şahitlik ediyordu. Böylesi büyük günler Müslüman halkın çoğunluğu tarafından bir çeşit tatil gibi kabul edilmekteydi. Bando hiç durmadan çalarak törene eşlik ediyordu. Sultan Mahmut, İstanbul’daki muhafız alayına İtalyan müziği çaldırmaktaydı. Hasan Paşa o denli ileriye gidememişti. Müzik de, çalgılar da Türk usûlüydü, çalanlar tamamen Türklerden oluşuyordu. Farlane’e göre çalınan havalar genelde basit ve monotondu. Ama bazıları yeterli mesafeden dinlenildiğinde kulağa hiç de kötü gelmiyordu. Belirli bir çekiciliği vardı. “Türk kadınının bu müziğe ilgisinin inanılmaz olduğunu çok değişik yerlerde gözlemledim” diyor Charles Mac Farlane.

Yeniliklere alışmak her zaman zor olmuştur. Yüzyıllarca belli bir düzen içinde hayat sürenler, yeni düzene geçişte uyum sağlayamazlar, bir süre direnirler. Bu her millet için geçerlidir. Mac Farlane kitabında, Osmanlı ordusunun bu yeni çehresine alışamayan ihtiyar bir Türk’ün duygularını şöyle anlatıyor: “Manisa’nın köylerinde ihtiyar bir Osmanlı, hakiki bir Türk, tanışık olduğu bir Levanten ile konuşurken şöyle diyordu: demek bunlar, hakkında çok şey duyduğum yeni birlikler ha? Osmanlı devletini düşmanlardan bu birlikler mi koruyacak? Allah aşkına, Sultan bu sakalsız, çelimsiz çocuklardan ne bekleyebilir? Neden hiçbirinde bir yatağan yok? Bu da ne demek? Osmanlı buraları ve düşman topraklarını yatağanla fethetti. Müslümanların silahı yatağandır, tüfeklerin ucundaki şu demir çubuklar değil! Maşallah! Hem şu maymun gibi kıyafetler de neyin nesi? Ne tuhaf şeyler bunlar? Neden Osmanlı gibi giyinmiyorlar? Müslüman ülkesini bunlar mı koruyacak? Önce bunları söyleyen ihtiyar biraz sonra atış talimini, askerlerin hedeflerini birer birer vuruşunu ve hayal bile edemediği diğer matematiksel taktikleri görünce, böyle bir birliğin eldeki bir tek yatağanla mağlup edilemeyeceğini itiraf etmek zorunda kaldı. Bu önyargılı ihtiyarın kanımca bir uyarısı yine de doğru sayılırdı. Çünkü ben de bunu kendime bir kaç kez sormuştum. Askerler gerçekten de şu halleriyle bir Türk’e benzemiyorlardı. Boyca kısa, gürbüz olmaktan uzak ve korkunç halde hastalıklı bir yüze sahiptiler. Belki bunun bir kısmı elbiselerinin sakil durmasına bağlanabilir ama kalanını başka nedenlerde aramak gerekir”.

Charles Mac Farlane, daha sonraki sayfalarda İzmir’in ne denli büyük bir ticaret merkezi olduğu üzerinde duruyor. Ona göre, İzmir’in ihraç ürünleri çok fazladır. Üzüm ve incirinden başka, pamuk, ipek, keçi ve deve yünü, tavşan derisi ve şaşırtıcı miktarda afyon kasaları bu ithal ürünleri arasındadır. Amerikalılar özellikle ilaç sanayiinde kullanmak üzere afyon satın almaktadırlar. Müslüman tüccar ile Avrupalı tüccar arasındaki bütün alışveriş işlemleri Yahudi ve Ermeni aracılarla yapılmaktadır. İzmir’de tüccarlar ve Levantenler arasında geçerli dil İtalyanca ve Fransızca olup bu ikincisi daha yaygındır. İzmir’e “Doğunun küçük Paris’i” denmektedir. Farlane’in yazdığına göre, İzmir Levantenleri çok rahat insanlardır. Sizi kısa bir tanışıklıktan sonra evlerine davet ederler. Özellikle bayanlar kırk yıldır tanışıyormuşsunuz gibi rahat bir şekilde size Türklerden, Rumlardan konu açarlar, Londra ve Paris hakkında sorular sorarlar. Ertesi gün ziyaretinizi tekrarlayabilir ya da başka bir yerde görüşebilirsiniz. Size zarflar üstündeki fincanlarda Türk usulü kahve ikram ederler. Ardından hazmetmeniz için bir bardak su içirirler. Eğer hava soğuksa, tandıra davet ederler, buraya ayaklarınızı sokarsınız, ısınırsınız. İzmir Levantenleri sosyal ve hoş insanlardır ama hiçbirinde entelektüel bir merak yoktur. Kadınlar müzikle ilgilenmezler. “İzmir’deki uzun ikametim sırasında kadınların bir şarkı söylediklerini görmedim. Elinde kitap olan tek bir kadına rastlamadım, ne de okuyan bir erkeğe” diyor Charles Mac Farlane. Türk kadınlarının yaşmaklarının ardında parlayan gözleriyle çok çekici olduklarını ve onları ev halleriyle, ancak uzaktan pencerelerinden dışarıyı seyrederken görebildiğini de sözlerine ekliyor.

Charles Mac Farlane İzmir’den ayrıldıktan sonra Çeşme’ye gitti. Amacı oradan Sakız adasına geçmekti. 1827 yılının Ekim ayının ortalarında Çeşme’den ayrıldı. Sakız adasına indiğinde gümrük binasında toplanmış bir gurup Türk ile karşılaştı. Çubuklarını tüttüren bu Türkler Farlane’e hoş geldin İngiliz diye hitap ettiler ve ona çubuk ve kahve ikram ettiler. Kendisini karşılayan Cenova asıllı İngiliz konsolosun rehberliğinde Sakız sokaklarına ilk adımını atan gezgin, ilk önce Türk mahallesini dolaştı. Ahşap evlerin, sokak köpeklerinin, kendi haline bırakılmış çeşme ve sebillerin arasından geçen Farlane şehirde gördüğü tek endüstri simgesinin, iki silah atölyesiyle bir çubukçu dükkânı olduğunu yazıyor. Silah atölyelerinde yarım düzüne kadar kişi yatağan ve diğer silahları imal etmekteydiler. Çubukçuda ise ihtiyar bir adam matkap ile çubuk delikleri açıyordu. Charles Mac Farlane şöyle yazıyor: “bu iki endüstri de sanki aynı şeye hizmet ediyordu: Birincisi adam öldürmeye yarayacaktı, diğeri ise zaman öldürmeye. Türkler bu mekanik işlemlerden büyük zevk alıyorlar. Yine de bize karşı çok medeniydiler, her gördükleri yerde hoş geldin İngiliz diyorlardı”.

Charles Mac Farlane ve kendisini Sakız’a getiren geminin kaptanı Rooke, adanın valisi konumundaki Yusuf Paşa’yı da ziyaret ettiler. Geniş bir odaya alındılar. Burası denize nazır zengin bir sofaydı. Hemen yan odada paşanın hizmetçileri hazır beklemekteydiler. “Tütüncü, çubukçu, kahveci ve daha bilemediğim birçok ci” diye yazıyor Farlane ve paşanın kendilerini kabulünü şöyle anlatıyor: “Avrupaî giysilerimizle Türk usulü selamlaşma oldukça zordu. Biz başımızı hafif eğip reverans yapmaya ve şapkamızı çıkartıp sallamaya alışmışız. Bütün bunlar Türklere gülünç geliyor, hele başımızı açmamız ahlaka aykırı bile sayılıyor. Bunu bildiğimiz için oldukça hoş görülecek tavırlarla selamımızı verdik. Ardından çubuk faslı başladı. Bunlar gösterişli ve uzun paşa çubuklarıydı. Çubukçu tarafından özel olarak önümüze getirildi, ateşi yakıldı. Ardından kahveler yine devlet protokolüyle dört köle tarafından sunuldu. Nazikçe diz çökerek ikram ettiler, geri geri çekilip bitirmemizi beklediler. Paşanın kahve fincanı şeffaf porselenden olup, hakiki altın ile bezenmişti. Kahve her zamanki gibi enfesti”.

Charles MacFarlane ve yanındakiler daha sonra Yusuf Paşa’yı dinlediler. Sakız, Yunan gemileri tarafından ablukaya alınmıştı. Paşa bu nedenle öfkeliydi. “Bu Rumlar burada ne arıyorlar? Yine ne hinlik düşünüyorlar? Ablukadan söz ediyorlar. Buna razı mı olacaksınız? Savaşın ne demek olduğunu iyi bilirim. Düşmanımla yüz yüze karşılaşmaya ve açık arazide silahımla onunla dövüşmeye hazırım. Ama böyle gemileri bir aşağı bir yukarı yüzdürmeyi, adanın irtibatını kesmeyi ve insanları açlıktan öldürmeyi anlamıyorum” diyordu karşısındaki İskoç heyetine. Sonra bir ihtiyatsızlık yaptığını fark ederek sözünü düzeltti ve şöyle dedi: “Kalede yeterince mühimmat ve erzak var. Yunan gemilerinden hiç korkmuyoruz. Asıl zararı kendi milletinden insanlara, adadaki Rumlara veriyorlar. Başlıca merkezlerle ticaret kesildi, balık bile tutamıyoruz”. Yusuf Paşa daha sonra karşısındaki heyete ülkede çok şeyin değiştiğini, hükümetin görüşlerinin liberalleştiğini, sultanın yaptığı reformlar sayesinde reayaya artık baskı ve zulüm yapılmadığını açıkladı. Kendisi de buna şiddete karşıydı. Zorbalık zorbalığı doğururdu. Ada ahalisi Rumların sakin tabiatlı olduklarını, devletin düşmanlarıyla haince ilişkiler içine girmediklerini ve bu nedenle himayesi altında olduklarını sözlerine ekledi. Charles Mac Farlane Paşa’nın portresini çizerken şöyle yazıyor: “Yusuf Paşa güngörmüş bir kişiydi, simâsı sağlıklı ve etkileyici, tavırları zarif ve vakur, tatlı sert bir insandı. Kısacası kelimenin tam anlamıyla centilmen birisiydi. Kıyafeti sade, altın işlemesiz ve süslemesizdi. Başıyla girişte ve çıkışta bizi hafifçe selamladı. Dış görünüş olarak asalet insanlarda eksik olmaz, bunu kolayca elde ederler. Fakat Yusuf Paşanın asaleti karakterinin doğal bir parçası gibiydi”.

Sakız adasındaki kısa yolculuğunu tamamlayan Charles Mac Farlane Çeşme’ye döndü. Çeşme ve civarında nüfus az olup, buralarda bazı iyi ekilmiş topraklar ile pek çok köy vardı. Şarap başlıca üründü. Birbirini izleyen bağlar uzun bir yol boyunca dikkat çekiyordu. “Bu üzüm bağları olmasa bölge nerdeyse çöl gibi sayılır” diye yazıyor Farlane. Yörede meslek olarak en çok deveci ve katırcılara rastlandığını belirtiyor. Bir de postacılık görevini yapanların hızından ve güvenirliğinden söz ediyor gezginimiz. Charles Mac Farlane şöyle diyor: “Bu meslektekiler, eğer kendilerine iyi bir ödeme yapılırsa, son derece hızlı ve aktifler. En büyük özellikleri ise her durumda kendilerine güvenebilmeniz. Mustafa, Buca’da fakir bir köylüydü. Bir arkadaşım meyve mevsiminde Çeşme ve İzmir arasında postacı olarak onu kullandı. Altınlarla dolu bir çantayla gece vakti İzmir’den yola çıktı, ertesi sabah Çeşme’ye ulaştı. Ben de bir kaç kez böyle deneyimler yaşadım. Yoksulluk ve sıkıntı içindeki bu halkın bu bakımdan büyük bir erdemi var. Türkler hırsızlığa meyilli bir millet asla değiller. Bir zamanlar asayişsizlik ve otorite boşluğunda bazı hadiseler olmuş. Ama şimdiki padişah olan II. Mahmut bu haydutları saltanatının ilk yıllarında ortadan kaldırmış. Şimdilerde Türkiye’de uzun yol hırsızlığı diye bir şey yok. Şerif adındaki postacım İzmir İstanbul arasında yıllarca gidip geldiği halde bir kere bile soyulmadan görevini yapmış”.

Yazarımız Çeşme’den ayrıldıktan sonra çevredeki ören yerlerini gezdi. Tarihi İyon kenti Eritrae bunlardan biriydi. Daha sonra Çeşme ve Urla arasında Serâdem olarak adını verdiği küçük bir yerleşim yerine uğradı. Akşam olmuştu. Evde ona kapıyı açan küçük kız çocuğu babasının Çeşme’ye gitmiş olduğunu söyledi. Daha sonra annesi geldi kapıya. Yaşmağının ardında sadece gözleri seçilebiliyordu. Gezginimizin rehberi, kadına yanındaki kişinin bir İngiliz olduğunu ve geceyi bu çatının altında geçirmek istediğini söyledi. Kadının bundan haberi vardı. Mac Farlane’i birkaç gün öncesinden beklemişlerdi. Ama sonra kocası köyün dışına çıkmıştı. Onun yokluğunda eve bir yabancıyı alamazdı. Çözüm ararlarken, kapısının önünde çaresiz bir şekilde bekleşen bu insanlara -Farlane ve Türk rehberine- acıyan gözlerle bakan kadın şöyle dedi: “Köyde kardeşimi buldurayım, eğer gelir ve kocam dönene kadar bizim evde kalırsa, İngiliz’i misafir edebilirim”. Küçük kız koşa koşa gitti ve bir süre sonra dayısıyla beraber döndü. Ufak tefek genç bir adamdı bu. Gezginimizin küçük çantasını aldı ve onu ve rehberi içeri davet etti. Önce bir çubuk içildi. Ardından yemekler geldi. Türk usulü bağdaş kurularak oturuldu. Pilav, zeytin, cacık ve nefis bir ekmek menüyü oluşturmaktaydı. Yemek sonrası ev sahibesi bizzat misafirine bir ibrik, sabun ve havlu getirdi. Genç kadının adı Nazik’di. Sesi son derece müzikal ve çekiciydi. Farlane, “Türk kadınlarının sesi genel olarak etkileyicidir. Bütün gezginler buna işaret etmişlerdir” diyor. Evin küçük kızı bir süre sonra gezginimizin dizi dibine oturdu ve onun her hareketini meraklı gözlerle izlemeye başladı. Vakit ilerleyince genç dayı yorganları, döşekleri, minderleri getirerek yere serdi ve gezginimiz rahat bir uykuya daldı. Sabah olduğunda, Farlane masraflarının ne kadar olduğunu sordu, verdiği rahatsızlık için özür diledi ve on beş kuruş önerdi. Kadın parayı almadı. Gezgin bunun üzerine parayı küçük kızın eline verdi, ama annesi bunu fark etti ve kızından alarak gezgine geri verdi. Kendi deyimiyle “30-40 hanelik bu küçük ve romantik Türk köyü”nden ayrılan Charles Mac Farlane, Çeşme’ye geri döndü. Gezi notlarında bu bölümü “Türk misafirperverliği” başlığı altında anlatıyor. Bu yazdıkları ne oranda gerçek, ne oranda muhayyilesinin ürünü, bilmek zor.

Mac Farlane, İzmir, Sakız ve Çeşme seyahatlerinden sonra payitahta yani İstanbul’a geldi. İstanbul’da önce Haliç’i geçerek Eyüp’e gitti. Amacı cuma namazına giden padişahı görmekti. Nitekim bunu da başardı. Anılarında sultanın ilginç bir portresini çiziyor. Farlane kendisinden önce sultanı tarif edenlerin, onun solgun yüzlü ve genç yaşta öldürülen yeğeni talihsiz III. Selim’e üzüldüğü için hep melankolik bir ifade içinde olduğunu yazdıklarını hatırlatıyor. Oysa kendisinin gördüğü II. Mahmut yanık tenli, genel olarak esmerdir. Çocukluğu sarayda sıkıntılı ve hastalıklı geçmesine rağmen, ilerleyen yaşlarda spora, özellikle okçuluğa merak salmış ve yaptığı egzersizlerle sağlığına kavuşmuştur. Farlane şöyle yazıyor: “Melankolik ve düşünceli, dalgın bir adam havası yerine, ben padişahta sert, kendine güveni olan ve sanki biraz da merhametsiz bir insan tipi gördüm. Şarkvârî bir biçimde sürmeli, iri siyah gözleri, gür siyah sakal ve bıyıkları, başının asil görünümü kafamızdaki doğu tipi bir despot imgesine çok uyuyordu. Çok uzun boylu değildi. Savaş sanatlarına düşkünlüğü, ülkesindeki en büyük oku gerip hedefine atmakla gurur duyduğu biliniyor. Okmeydanı’ndaki sayısız küçük taş kolonlar padişahın başarılı atışlarının kanıtı olarak duruyordu”. Charles Mac Farlane’in yazdığına göre, Sultan Mahmut özellikle at üzerindeyken çok heybetliydi. Her şeyi doğuya ait iken atı ve ona binişi tamamen Avrupaî’ydi. Binicilikte usta olduğu belliydi. Oturuşu düzgün, sağlam ve dikti. “En iyi at binicilerimiz arasında imtihan geçirse padişahın ustalığı daha iyi anlaşılır. Sultan Mahmud kendi ordusu içindeki en iyi ata binen insan” diyor Farlane.

Charles Mac Farlane’in Kâğıthane izlenimleri de ilginç. Burası için şunları yazıyor: “Kâğıthane pek çok gezgin tarafından defalarca dile getirildi. Şimdi de, eskiden olduğu gibi şehrin merkezine yakın en hoş gezinti yerlerinden biri. Özellikle tatillerde ve bahar mevsiminde Türklerin en çok geldikleri bir semt. Kanalın iki tarafına, ağaçların gölgeliklerine oturmuş sayısız Türk gruplarını gördüm. Erkekler çubuklarını yakmış tüttürüyorlar, kadınlar kendi aralarında gülüşüp konuşuyorlar, çocuklar koşuyorlardı. Bazı kadınlar bizde erkeklere has bir zevk kabul edilen tütün içmekle meşguldü. Etraftaki müzisyenler bu güzel atmosfere eşlik etmekteydi. Hemen hepsi Bulgaristan dağlarından gelen köylülerdi. Kâğıthane’nin bir bölümü sultanın süvari bölüğünün kamp yeri olarak kullanılıyordu. Birkaç süvari atlarıyla ilgileniyorlar, kalanı ya uyukluyor ya da ağaçlar arasında küçük çocuklar gibi koşuşuyorlardı. Hepsi de genç delikanlılardı. Vadinin tepesindeki kahvehaneler ulaştığımızda, her ağaç gölgesinin kapıldığını, her oturağın tutulmuş olduğunu gördük. Türkler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gruplar halinde toplanmışlar, çubuklarını tüttürüyorlardı. Dönüşte Tophane ile Galata arasındaki Melt İskelesine indik. Açık bir alanı geçtik. Burada askerler talim görüyorlardı. Geniş bir kışlada ihtiyar bir İtalyan’ın yönettiği bando Rosssini’den bir marş çalıyordu”.

Charles Mac Farlane İstanbul’a indiğinde bir gün Valide Camii’nin yanındaki balık pazarından geçerek Mısır Çarşısına girdi. Türkler, Ermeniler ve Yahudiler dükkânlarının önüne oturmuş müşteri bekliyorlardı. Her adımda Türk kadınlarıyla karşılaşmak onu şaşırtmıştı. Çarşıdan çıkınca hemen o civardaki bir çubukçu dükkânına gitti. Burasının sahibi eski bir arkadaşının dostuydu. Çubukçu büyük bir handa bir odayı işgal etmekteydi. Diğer odalarda ülkenin dört bir tarafından insanlar gelerek dükkân açmışlardı. Farlane şöyle yazıyor: “Çubukçu eski dostunun bir arkadaşı olarak beni nazik bir şekilde karşıladı, bir çubuk verdi ve bir kahve söyledi. Sonra ticaretin gün geçtikçe gerilemesinden şikâyet etti. Bundan daha kötü bir devir görmemişti. Gün içinde tek bir amber ve ağızlık bile satamamıştı. Kapı komşusu olan, şal ve el işlemeleri satan kişi de henüz siftahsızdı. Arkadaşım “bunlar kötü zamanlar bayım, Türkler çubuk, kadınları şal ve el işi alamazlarsa, İstanbul’da devir gerçekten de kötü demektir” dedi. Bu iki ticaret metaının ekonomide bir ölçü olduğunu anladım. Söylendiğine göre bütün han uzun süredir işsizlikten yakınmaktaydı. Sanki nazar değmişti. Moskoflarla savaştan söz edince, ihtiyar bir Türk beni dikkatle dinlemeye başladı. Ruslara karşı sefer başlatılmasından memnundu, ama İstanbul’un işgal edilmesi ihtimalinden söz ettiğimde gözleri açıldı. “İnşallah bu hiçbir zaman olmayacak” dedi. Bakalım, diye cevapladı komşusu. Sonra ihtiyarı kızdırmak için ekledi “fakat yine de Moskoflar şehri alırlarsa, ne yaparsın?”. “Allah bir. Çocuğumun ve karımın kalbine hançeri saplarım. Hiçbir gâvur onlara dokunamaz.” “Peki, sonra ne yaparsın?” “Yatağanımı ve tabancalarımı alıp gücüm yettiği kadar Moskof öldürüp Anadolu’ya kaçarım”. “Ama Moskofların da kılıcı ve silahı var, sen ihtiyar bir adamsın, sakin bir insansın, savaşa alışık değilsin, sen onlardan birini öldürmeden onlar seni öldürürse”. “Allah kerim, o zaman da şehit olurum.”

Kendi deyimiyle bu “hoş” çubukçudan ayrıldıktan sonra, yazarımız İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Hipodrom’u dolaştı. Sultan Ahmet ve Bayezid civarında gezerken bir şey dikkatini çekti. İzmir’de ve ülkenin diğer şehirlerinde seyahat ederken çok sık rastladığı kahvehanelere İstanbul’da çok az rastlanmaktaydı. Bunun yerine daha çok berber dükkânları dikkat çekiyordu. Bu berber dükkânlarının görünen tarafında tıraş olunuyor ama özel bir bölmeden geçilen arka tarafında nargile, çubuk ve kahve sunuluyordu. Ateş, maşa ve diğer edevat o bölümdeydi. Gerçekte burası berber görünümünde bir kahvehaneydi. Buraya gelenler tıraş olmaya değil arka tarafta kahve ve nargile içmeye geliyorlardı. Yeniçeri ocağının ortadan kaldırılışı sırasında Sultan Mahmud, yeniçerilerin toplandığı ve fitne fesat çıkardıkları bir yer olduğu için bütün kahvehaneleri yıktırmıştı. Şimdi İstanbul’daki berber dükkânlarının tamamı değilse de çoğunluğu aslında bir kahvehaneydi. Farlane’in rehberine göre, Türkler kahvesiz yapamazdı. Bostancı başı olsun, İstanbul efendisi olsun buna göz yumuyorlardı. Zaten kahvehane yasağının üzerinden de uzun zaman geçmişti. O bunu Farlane’e söylerken, bir kanun ve din adamı olan Molla efendi içeri girmiş ve nargilesini ısmarlamıştı bile!

Charles Mac Farlane İstanbul’da kaldığı sırada Üsküdar’daki ve Levent Çiftliği’ndeki askerî kışlaları gezdi, Türk bandosunu inceledi, Sadrazam tarafından kabul edildi, Sultanın kurban bayramında katıldığı törenleri izledi, donanmayı gözlemledi, Boğaz’daki kaleleri dolaştı, Serasker Hüseyin Paşa ile konuştu. Şubat 1829’da İngiltere’ye döndü.

Charles Mac Farlane’in “1828’de İstanbul” adını verdiği gezi notları bugün bütün tarih araştırmacıları tarafından bir kaynak olarak kullanılıyor. Yenileşme tarihimiz açısından birinci derecede referans eseri olan bu seyahatnamenin ve yazarın diğer iki kitabının dilimize henüz çevrilmemiş olmasını, bir eksiklik olarak gördüğümüzü hatırlatarak yazımızı noktalıyoruz.