# Etiket
##GENEL #Tarih #VEFA DEFTERİ

Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU: KENDİ KALEMİNDEN AHMED CEVDET PAŞA

KENDİ KALEMİNDEN AHMED CEVDET PAŞA

Yusuf HALAÇOĞLU [*]

XIX. asrın en tanınmış simâlarından, devlet adamı, hukukçu, müverrih ve vak’anüvis, sosyolog; Düstûr, Mecelle, Kısâs-ı Enbiyâ, Târih-i Cevdet, Tezâkir, Ma’rûzât müellifi Ahmed Cevdet Paşa, Bul­garistan’da Lofça kasabasında doğmuştur. Doğum tarihi, Tezâkir’in 40. tezkeresinde belirttiği üzere «1238 sene-i hicriyyesinde rûz-a, Hîz- ra JfO gün kalarak», yâni milâdî 26/27 Mart 1823’dür. Altı göbek büyükbabası Kırklareli’li Yularkıran Ahmed Ağa olup, Prut sava­şına katılmış, dönüşte ise Lofça’ya yerleşmiştir. Babası Lofça ileri gelenlerinden ve meclis azâsından, ıstabl-ı âmire pâyelüsü Hacı İs- mâil Ağa’dır. Asıl adı Ahmed olan Cevdet Paşa, «Cevdet» mahlâsını İstanbul’da öğrenim gördüğü sırada 1259 (1843) senesinde meşhur şâir Süleyman Fehim Efendi’den almıştır (Tezâkir, IV, 14)[†].

İlk öğrenimini Lofça müfti ve müderrislerinden gören Ahmed Cevdet Paşa, burada arapça, mantık, fıkıh ve tefsir okumuş; II. Mah- mud’un son zamanlarında, yâni 1255 (1839) senesi başlarında İs­tanbul’a gelerek burada da devrin kıymetli hocalarından, arapça, farsça, fıkıh, hadîs, usûl-i fıkıh, usûl-i hadîs, tefsîr, mantık, âdâb, kelâm, hikmet-i tabi’iyye, hikmet-i ilâhiyye, hendese, hesâb, cebir, hey’et ve coğrafya okumuş, Birgivî Hoca Şâkir Efendi’den izn ü icâ- zet almıştır. Kendisi arapça ve farsçayı okuyup-yazabilecek, Fran­sızca ve Bulgarcayı anlayabilecek ölçüde bildiğini ifâde etmektedir (Bk. Cevdet Paşa evrakı, Atatürk – Belediye – ktp. nr. 47). Ahmed Cevdet Paşa bu tahsil devresinde bütün gücünü öğrenmeye vermiş­tir. Öyle ki, «geceleri yatağa yatmayıp, kitâb mütalâa ederken uyuk­lar ve kitâb üzerinde uyur ve uyamp yine kitaba sarılır idim. Eyyâm-ı tâ’tilde olsun dinlenmez idim» diye bu günlerini anlatmak­tadır. Nitekim bu derece çalışması, onun yatağa düşmesiyle netice­lenmiştir (Tezâkir, IV, 12). Ancak diğer taraftan bu gayret, onu, devrin tanınmış hocalarıyla münakaşa edebilecek bir seviyeye çıkar­mış ve en gözde bir talebe olmuştur. Nitekim hocalar içinde bilâhıre şeyhülİslâm olan Kara Halil Efendi’nin takdirini kazanmış, Vidinli Mustafa Efendi ile giriştiği bir münakaşa sonunda ise, hoca tara­fından önce tekdir, sonra ise meselede haklı olduğu ortaya çıkarak iltifat görmüştür.

İşte, yukarıda kısaca belirttiğimiz üzere, kuvvetli bir tahsil gö­ren Ahmed Cevdet Paşa, ilk devlet hizmetine 23 yaşında 1260 senesi muharreminde (Ocak 1844) Rumeli kaleminde Çanat rütbesinde Premedi kazâsı kadılığı ile girmiştir. Bir yıl sonra ise (23 Cumâ- delâhır 1261/29 Haziran 1845) ibtidâ-i hâriç İstanbul ruûsu alarak tarîk-i tedrise dâhil olmuştur. Cevdet Paşa 17 Cumâdelûlâ 1265’de (10 Nisan 1849) hareket-i hâriç rütbesine, 5 Şevval 1266’da da (14 Ağustos 1850) Meclis-i Ma‘arif-i Umûmiyye azâhğı ve Dârü’l-mu’al- limîn müderrisliğine tâyin olunmuştur. Onun siyâsî hayata girmesi ise Reşid Paşa’yla tanışması ile başlar; halbuki o, «medresede geçi­necek kadar maaşa nâil olup, neşr-i ulûma hasr-ı ömr etmek» arzû- sunda olduğunu beyân etmekte idi. Reşid Paşa ile tanıştıktan sonra ise «mesâil-i siyâsiyyeye dâir hayli ma’lumât aldığım ve fransızca öğrenmeye de bu sırada başladığını» belirtmektedir (Tezâkir, IV, 21). Nitekim Cevdet Paşa’nın, me’mûriyeti yükseldikçe ve maaşı art­tıkça, dünya görüşünde de büyük değişmeler meydana gelmiştir. Me­selâ, Meclis-i Maarif azâlığının hemen arkasından «mukaddema bir- hizmetkânm var iken at ve seyis, kayık ve kayıkçı tedârikine dahi mecbur oldum. Zâhiren kesb-i rifat ve terakki etdim. Bâtmen gaileyi çoğaltdım» şeklinde bir ifâde kullanıyor (Tezâkir, IV, 41). Devlet kademelerindeki bu yükselmesine karşılık, diğer taraftan, tarîk-i ilmde de ilerlemeye devam etmiş, 1272 Cumâdelûlâsının gurresinde (9 Ocak 1856) Galata Mollası, 11 Rebi’ülâhır 1273’de (9 Aralık 1856) Mekke-i Mükerreme pâyesi, 9 Receb 1277’de ise (21 Ocak 1861) İs­tanbul pâyesini almıştır. Henüz Mekke-i Mükerreme pâyesi verildiği esnada, 8 Zilka’de 1277’de (18 Mayıs 1861) Rumeli teftişine çıkan Sadr-ı azam Kıbrıslı Mehmed Paşa’ya refakat etti. Bu vazifesinden sonra Cevdet Paşa’nın teftiş dönemi başlamıştır. Nitekim 1278 se­nesinde İşkodra’da meydana gelen ihtilâli bastırmak üzere me’mûri- yet-i fevkalâde ile îşkodra’ya gönderilen Cevdet Paşa, bu me’mûri- yetînin sebebini ise şöyle izah ediyor: Bir toplantıda, valilikle taş­raya gönderilmekten korkan Âlî Paşa’nın, «Bir âdemi istemediği yere cebren göndermek asla caiz olmaz» demesi üzerine, o, «Devle­tin bir mühimm işi olduğu halde elbette eldeki me’mûrlarmdan bi­rini gönderirler. Bu iş güçdür dueyü me’mûrlarm Vtizârlam kabûl olunmak bir kaide olsa devlet sokakdan bir âdem mi arayacak? Kim olursa olsun ifâydı me’mûriyete mecburdur» şeklindeki cevâbı, Âlî Paşa’nın hoşuna gitmemişti. Bu durumu da Cevdet Paşa, «bu kerre yamnda birçok âdemler olduğu halde serbestçe a/ran sözünü redd eyleyüp, galiba dikçe de söylemişim ki, ta’abbüs ederek sükût eyle­di. Gayet kindar bir zât olduğundan bunu unutmaz ve öcünü almak için taşı gediğine kor, deyü hatırıma geldi. Çok vakit geçmeyüp öyle de oldu» diye belirtmektedir (Ma’rûzât, s. 35-36)*. Her ne şekilde olursa olsun Ahmed Cevdet Paşa devlete en iyi şekilde hizmeti gaye edinen bir şahıs olarak, iki ay içinde bu vazifesini de hakkıyle ikmal etmiştir. Nihayet onun bu başarısı 1279’da (1262) Bosna eyâleti’nin teftişine me’mûr edilmesine yol açacak ve yol hazırlığında bulun­duğu bir sırada 7 Muharrem 1280’de (24 Haziran 1863) Anadolu Kazaskerliği pâyesine ulaşacaktır. Birbuçuk sene zarfında Bosna’da gerekli ıslâhatı yapan Cevdet Paşa, masrafı mahallince karşılanacak iki alay asker tanzimine de muvaffak olmuştur (Bu hususta Tezâkir ve Mafrûzât’da. geniş bilgi bulunmaktadır. Ayrıca bk. Sicill-i Ahlâk, Atatürk – Belediye – Ktp. Ceivdet Paşa evrakı, nr. 47).

Bosna’dan sonra 1281 Muharreminde (Haziran 1864) Kozan ci­hetine gönderilen Cevdet Paşa, altı ay içerisinde Fırka-i Islâhiyye ile, Cebel-i Bereket (bugünkü Antakya’dan Maraş ve Kilis’e kadar uzanan saha), Çukurova ve Kozan-dağlarmı dolaşıp burada gerekli ıslâhatı yapmıştır. Tezâkir ve Ma’rûzât’da. gayet tafsilâtlı olarak anlatılan bu me’mûriyetinden İstanbul’a dönüşünde, Cevdet Paşa, «umduğu taltifi göremediğini, zirâ, en az 25.000 keselik bir mas­rafla gerçekleştirilebileceği düşünülen bu harekâtın JfJfOO kese ak­’   Ahmed Cevdet Paşa, Ma’rûz&t, Yusuf Halaçoğlu neşri, İstanbul 1980. s. 35-36.

çayla bu kadar kısa bir zamanda bitirilmesinin, başta Fuâd Paşa olmak üzere bazı vükelânın hoşuna gitmediğini» kaydediyor (Ma‘rû- zât, s. 173-174). Ayrıca, bu hususta, onun Kozan’dan zamansız dö­nüşünün de rolü olmuştur. Zira bu sırada kendisinin meşihate geti­rilmesi söz konusu olup, onu çekemeyenlerin, Kozan başarısı ile daha da düşmanca davrandıkları ve onun bu makama getirilmesini iste­medikleri anlaşılmaktadır. Nitekim bunlardan Şeyhülİslâm Sadeddin Efendi ile Âlî Paşa, onun bu arzusuna kesin bir darbe vurmak için, büyük bir gayretle Pâdişah’ı da iknâ ederek, ilmiye sınıfından mül- kiyeye nakline karar çıkarmışlar ve 25 Şa’ban 1282’de (13 Ocak 1866) kazaskerlik pâyesini vezârete tebdil ettirmişlerdir. Aslında Cevdet Paşa’nın 1279’da (1862), henüz İstanbul pâyelüsü iken me­şihate getirilmesi söz konusu olmuş; yine, ikinci olarak ise, Bosna’­da bulunduğu esnada aynı mesele ortaya çıkmıştır. Bu durum kendi ifâdesine göre, «Sultan Abdülaziz Han Hazretleri, fakiri, makamdı meşihate getirmek istemiş ise de, tensikât-ı askeriyye ile meşguldür, bu emr-i mühimmi yanda bırakmak münâsib olmaz deyu savundu­rulmuş olduğunu işitdim» diyerek engellendiğini belirtmektedir. Gerçekte Cevdet Paşa istikbalde meşihat ümidi içinde bulunmasına rağmen, meşihate getirilmesi ile ilgili ilk söylenti çıktığı vakit, bu­nu garib karşıladığı gibi Fuâd Paşa’yla yaptığı bir konuşmada, «İstanbul ‘payesinde bulunduğum cihetle kazasker olmak emelinde- yim. Ammâ meşihat şimdilerde hâtınma gelmez ve lâ-ekal sekiz-on sene geçmedikçe bu emele düşmek şöyle dursun, teklif olunsa kabul etmem, her şeyi mevsiminde isterim» diye bu husustaki fikrini be­yân etmiştir (Tezâkir, n, 263)[‡]. Diğer taraftan onun meşihati ne kadar arzu ettiğini, Bosna teftişine giderken «kadıaskerlik» rütbesi verildiğinde, «hele vezâret gailesinden kurtuldum» diyerek memnu­niyetini belirtmesinden de anlıyoruz (Maf-rûzât, s. 175). Ancak ka­zaskerlik pâyesini aldığında ne kadar sevinmişse, rütbesinin vezâ­rete tebdiline de o kadar üzülmüştür. Nitekim, me’mûrların terceme-i hâllerini kaydetmek üzere sualli-cevaplı olarak tertîb edilen sicill-i ahlâk’a yazdığı varakada, «Bulunduğu me’müriyetlerden ve erbâba mebnî infisâli vukuf bulmuş mudur ve hakkında bir taraftan şikâyet vakic olmuş mudur?» suâline, «İşte bunun cevâbı pek güç. BVd- defa’at vukuf bulan azl u nasblarm erbâb-ı mûcibesi şöyle dursun, sâhib-i tercüme mevâlîden iken iki defra kendüsüne vezâret ile vali­lik teklif olundukda istinkâf ve bir aralık rütbesinin, merâtib-i ka- lemiyyeden bir rütbeye tahvili istenildikde, yine tebdîl-i tarikderj, ictinâb ve İstanbul payesinde iken yine rütbe-i vezâret ile valilik tek­lif olundukda, tarîk-i ilmiyyenin müntehâ-yı merâtibi olan kazasker­liğe bir kademe kalmış olduğundan, artık tebdîl-i tarîk münâsib ol­maz deyu i’tizâr etmiş iken, kazasker oldukdan sonra birçok sene Bosna’da ve ba’dehu altı ay Kozan taraflarında dolaşup geldikden sonra tebdîl-i tarîki iltizâm ile hâh u nâ-hâh emsâlsiz olarak uhde­sine rütbe-i vezâret verilüp Haleb’e gönderilmiş olmasının ledünni- yâtı yazılacak olsa, büyücek bir cilt kitâb olur ve Dîvân-i Ahkâm-ı AdZiyye Nezâretinden infisâli esbâbı yazılacak olsa,, asrımızın ta­rihine bir bdb olur» diye üzüntüsünü belirtmiştir.

Ahmed Cevdet Paşa bundan sonra Haleb vâlisi tâyin edilmiş, valiliği müteakıb, vekiller hey’etine girerek, Evkaf, Maârif, Adliye, Dâhiliye, Ticâret ve Zirâat nâzın olmuş, ayrıca, Bursa, Maraş, Yan- ya ve Suriye valilikleri yapmış, çeşitli meclis azâhkları ile Divân-ı Ahkâm-ı Adliye, Şûrâ-yı Devlet Tanzimât Dâiresi ve Mecelle Cemi­yeti’riyasetinde bulunmuştur. Bu döneminde, çeşitli kanunlar vücû­da getiren, nizâmnâme kaleme alan, tarih yazıp birçok eser telîf eden Ahmed Cevdet Paşa’nın, bir ara, 1288 Cumâdelâhıresinde (Ağustos 1871) Âlî Paşa’nın ölümüyle sadârete getirilmesi söz ko­nusu olmuştur. Meşihatde olduğu gibi sadâretde de isteksizmiş gibi davranan ve «en ziyâde ürktüğüm şey bâr-ı girân-ı sadâretin bana tahmil olunması mütâlâasıdır» diyen Cevdet Paşa (Tezâkir, IV, 125), n. Abdülhamid’e takdîm ettiği Mafrüzât’ında, «1288 Cumâde’l-âhı- resinde Âlî Paşa fevt oldu. Sadâret üç kişi, yâni Bahriyye Nâzın Mâhmud Nedim Paşa,, bu kulları ve Şirvânî-zâde Rüşdi Paşa bey­ninde dâir olarak makam-1 sadâret üç gün hâil kaldı. Nihâyet mâh-ı merkumun yirmi üçüncü günü Mabmud Nedim Paşd sadnazam oldu» diyerek kendisinin de en azından haklı olarak sadârete aday oldu­ğunu imâ etmektedir (Mafrüzât, s. 207). Ancak Cevdet Paşa’nın, çe­şitli entrikalar yapan ve şahsiyetinden taviz veren bir zât olmaması,

bu ı emeline de ulaşmasına mâni olmuştur. Fakat, Tunuslu Hayreddin Paşa’nın sadâretten istifâsı üzerine, sadârete 10 gün vekâlet ve Meclis-i Mahsûs-ı Vükelâ’ya da reislik etmiştir (Bk. Sicill-i Ahlâk, Atatürk ktp. Cevdet Paşa evrakı, nr. 47). Cevdet Paşa son olarak Server Paşa’nın vefatı üzerine 9 Ramazan 1303’de (11 Haziran 1886) beşinci defa Adliye Nezâreti’ne tâyin olundu ve bu defaki nâzırlı- ğmdan Sadrı azam Kâmil Paşa ile aralarında ihtilâf çıkması sebe­biyle ayrüdı. Bir müddet sonra ise D. Abdülhamid onu, Meclis-i Alî- ye’ye tâyin etti (21 Ramazan 1307/10 Mayıs 1890). Cevdet Paşa bun­dan sonraki vaktini İlmî çalışmalara ye çocuklarına hasretmiş, ni- hâyet kısa bir hastalıktan sonra 2 Zilhicce 1312 (26 Mayıs 1895 Pa­zar)’de 72 yaşında Bebek’deki yalısında ezânî saat 6 dolaylarında yâni öğle vaktinde vefat etmiştir (Bk. Sabah, nr. 2085, 3 Zilhicce 1312). Cenâzesi Fâtih Sultan Mehmed Türbesi hazıresine gömül­müştür.       .                                   ‘                                                     .

Hayatının her devresinde, hemen her fırsatta, eserlerinde, dev­let İdâresinin çürük taraflarını ve devlet ricâlinin suistimallerini çe­kinmeden tenkîd eden, çeşitli meselelerde isâbetli kararlar veren, ilim âlemimize pek çok kıymetli eser bırakan, bu büyük devlet ve ilim adamımızı, bu vesileyle rahmetle yâd ederiz.

KAYNAK: İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARİH ARAŞTIRMA MERKEZİ

AHMED CEVDET PAŞA SEMİNERİ / BİLDİRİLER

27-28 MAYIS 1985

EDEBİYAT FAKÜLTESİ BASIMEVİ İSTANBUL 1986

***

II

MA’RÛZÂT VE TEZÂKÎR’DE MUSTAFA REŞÎD PAŞA VE TANZİMAT ERKÂNI

Doç. Dr. YUSUF HALAÇOĞLU

XIX. asrın en tanınmış simalarından, tarihçi, hukukçu, sosyolog ve dev­let adamı Ahmed Cevdet Paşa, Abdülmecid, Abdülaziz, V. Murad ve II. Abdülhamid devirlerini idrâk etmiş, Mustafa Reşid Paşa’nın mahremiyet dai­resine girerek çok mühim hadiselerin içyüzünü öğrenmiş, Ali, Fuad, Rıza, Damad Melımed Ah, Yusuf Kâmil, Mütercim Rüşdi, Mahınud Nedim, Şir- ‘ vânî-zâde Rüşdi, Hüseyin Avni v.e Mithad paşalarla bunların emsâlini yakın­dan tanımak fırsatım elde etmiş bir zâttır. Bilindiği üzere onun meşhur Ta- rih-i Cevdet’inin[4] yanısıra (1774-1826), vakanüvisliği zamanında kaleme alınmış (1854-1865/1271-1282), devrin siyasî çehresini, devlet ricâlini ve bunların bir- biriyle ve sarayla olan münâsebetlerini açıkça kaydettiği Tezâkir-i Cevdet’i[5] 39 tezkireden meydana gelen diğer bir eseridir. Cevdet Paşa’nın 1839-1876 (1255-1293) yılları arasındaki tarihî ve siyasî hadiselerin bir hülâsası mahiye­tinde olan ve II. Abdülhamid’in şifahî emriyle kaleme aldığı ve padişaha sunması dolayısıyla Ma’rûzat[6] adım verdiği bir eseri daha mevcuttur. Bu son iki eser aynı devre aid hadiseleri ihtiva etmesine rağmen yazılış gayelerinin farklı oluşu onları birbirinden ayını. Bu bakımdan her ikisinin birden ince­lenmesi gerekir, işte Cevdet Paşa, bu eserlerinde, çağdaşı Reşid, Ali ve Fuad paşalarla diğer devlet erkânı hakkında kıymetli bilgiler vermiştir.

Bilindiği gibi Reşid, Âli ve Fuad paşalar, Osmanlı Devleti’nin XIX. > asır İdarî ve siyasî hayatında çok önemli roller oynamış simalarıdır. Bunların gerek birbirleriyle, gerekse diğer devlet ricaliyle ve sarayla olan münase­betleri, devletin iç ve dış siyasetine doğrudan tesirli olmuştur.

Cevdet Paşa’ya göre, Osmanlı Devleti’ne ilk diplomasi usulünü getiren Reşid Paşa, Mısır meselesinin en karışık bir döneminde kendi ifadesiyle, “kevkeb-i Utarid gibi cirmi küçük, kadri büyük bir zât” olarak ortaya çıkmış­tır (Tezâkir, I, 6-7). Onun gayet mahirâne bir şekilde Mısır meselesinin hal­lini Tanzimat’ın ilanına bağlaması ve Avrupa devletlerini Mısır’a karşı —Fran­sa hariç— Osmanlı Devleti yanına çekmesi büyük bir başan olarak telakki edilmiştir (Tezâkir, 1,1). Reşid Paşa’nın bu başarısına rağmen Mısır mesele-

 

sinin hallinden sonra kaleme aldığı fermân-ı âlî müsveddesinde, Mısır hâzine­sinden senelik 80.000 kesenin maliye hâzinesine aktarılması ve Mısır’da bir Osmanlı defterdarı bulunması maddeleri, onun Hariciye Nezareti’nden azline sebep olmuştur. Zira, Mısır’da bir Osmanlı defterdarı bulunmasından rahat­sız olan Mehmed Ali Paşa, önce Reşid Paşa’ya müracaatla bu maddenin kal­dırılmasına çalışmış, bunun için kendisine 60.000 kese akça teklif etmiştir. Reşid Paşa’nın bu teklifi kabul etmemesi üzerine, Mehmed AJi Paşa bu parayla elde ettiği diğer devlet ricâli vasıtasıyla Reşid Paşa’yı gözden düşürmeye mu­vaffak olmuştur (Tezâkir, 1, 8). Reşid Paşa bu sebeple önce Edirne vali­liğine^ sonra ise Paris sefaretine tayin olunmuş, Paris sefareti esnasında ise padişah tarafından önce Hariciye Nezareti’ne, 1846 (1262) senesinde de sa­darete getirilerek, politikada gösterdiği başarıların semeresini görmüştür. Ancak Cevdet Paşa, Reşid Paşa’nın bu yeni döneminde, evvelki kuvvet ve metanetinin kalmadığını, sadece, büyük binalar yapmak, irâd ve akar edin­mek hevesine düştüğünü, daha sonra da oğlu Ali Galib Paşa’yı padişah damadı yapmak için kadınlara ve haremağalarına müdâhane ettiğini söylemektedir (Tezâkir, I, 10). Reşid Paşa’nın bu ilk sadaretinde, halkın gözüne küçük gö­ründüğü, ancak az zaman zarfında büyüklüğünü gösterdiği ve makamım dol­durduğunu bildirdiği Reşid Paşa için, “6u devirde andan büyük adam yok idi” demektedir (Tezâkir, I, 14). Reşid Paşa’nın yetiştirmeleri olan Âli ve Fuad paşalar ise, önceleri her halükârda ondan ayrılmayıp, politikaca iki eli hük­münde idiler (Tezâkir, I, 14,16). Ancak Reşid Paşa’nın azledilerek Âli Paşa’nın sadarete ve Fuad Paşa’nın da Hariciye Nezareti’ne getirilmesi, Reşid Paşa ile bu iki zâtın aralarının açdmasma sebep olmuştur. Buna rağmen Âli Paşa, sadarete getirilmesinin hemen akabinde bendegânı olan Reşid Paşa’ya ubûdiyyetini takdim ile gönlünü almıştır. Ancak bir müddet sonra Âli ve Fuad paşalar aralarına Rüşdi Paşa’yı da alarak, Cevdet Paşa’nın ifadesine göre “ekanim-i selâse” gibi (Baba, oğul ve Ruhü’l-kudüs) bir birlik kurarak Reşid Paşa aleyhine döndüler (Tezâkir, II, 61). Bu ihtilâf tabii ki devlet erkânının da iki kısma ayrılmasına yol açtı (Tezâkir, I, 16; Tezâkir, II, 61). Onların bu şekilde ikiye ayrılmaları dış politikada da tesirini göstermiştir. Nitekim, Reşid Paşa İngiltere taraftan bir politika takip ederken, Âli ve Fuad paşalar, Reşid Paşa’ya muhalif olmaları sebebiyle Fransızlar tarafını tutmuşlardır. Kırım muharebesinin vukuunda bu iki devletin Osmanlı Devleti yanında yer almaları, bu rekabetin bir parçası olduğu gibi, asıl Reşid Paşa’nın, Âli ve Fuad paşaların itirazına rağmen Macar Mültecilerini Rusya ve Avus­turya’ya teslim etmeyerek Osmanlı Devleti’nin korumasına almasına bağlanmalıdır. Zira, Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre, Macar Mültecilerinin Osmanlı Devleti’nce kabul edilmesi ve Rusya ile Avusturya’ya teslim edilme­mesi, Osmanlı Devleti’nin Avrupa nezdinde itibarım artırmış ve Reşid Paşa’ya siyasî-, sahada büyük puan kazandırmıştır. Cevdet Paşa, “Macar Mültecileri meselesi Avrupa ahâlisine o derece tesirli olmuştur ki, Paris ve Londra sokaklarında frenkler bir fesli görseler ‘ Yaşasın Türkler’ diyerek gelip öperler ve ilti­fat ederlerdi” demektedir (Tezâkir, IV, 28-29).

Kırım Savaşı ile birlikte ise İngiltere ile Fransa Osmanlı Devleti’nde nü­fuz mücadelesine girdiler (Tezâkir, I, 26). Bu yarış Osmanlı idaresinde de te­sirini göstererek, hangi devlet politikaca üstünlük sağlarsa, onun taraftan olan devlet adamları işbaşına gelir olmuştur, öyle ki, Kırım Savaşı do­layısıyla Osmanlı Devleti her iki müttefikini de kırmamak için pek çok zaman güç durumlara düşmüştür. Bunlardan Süveyş Kanalı meselesi Reşid Paşa’nın istifasına kadar yol açmıştır. Nitekim Fransızların Akdeniz ile Kızıldeniz arasına bir kanal açılması için teşebbüse geçmeleri, İngilizler tarafından hoş karşılanmamıştır. Zira bu vesileyle Hindistan, İngilizlere göre Fransa’ya daha yakın olacaktı ki, bu da İngilizlerin aleyhine bir durum olması yüzünden tabii olarak reddini istemelerine ve Osmanlı hükümetinin iki müttefiki arasında çok müşkül bir vaziyete düşmesine sebep olmuştur ‘(Tezâkir, I, 39-42).

Kırım Savaşında müttefiklerin tahakkuk ve temini uğrunda kan döktük­lerini belirttikleri sulh esaslarından dördüncüsü olan, “Osmanlı tâbiyetinde olan hıristiyanların müslümanlarla hukuk eşitliği” maddesini yerine getir­miş bir devlet olmak düşüncesiyle kaleme alınmış 1856 Islahat Fermanı’nın ilanı, halk arasında bir takım hoşnutsuzluklara sebebiyet verdiği gibi, Reşid Paşa tarafından da tenkid edilmiştir. Zira Müslüman halk, esasen var olan bir eşitliğin kâğıt üzerinde ilanına, “Âbâ ve ecdâdımızın kanıyla kazanılmış olan hukûk-ı mukaddese-i milliyemizi bugün ga’ib etdik. Millet-i İslâmiyye millet-i hâkime iken böyle bir mukaddes hakdan mahrum kaldı. Ehl-i İslâm’a bu bir ağla­yacak ve matem edecek gündür” diyerek karşı çıktdar. Gayrı Müslimlerden Rumlar ise, Ermeni ve Yahudilerle aynı mertebede tutulacaklarından “Dev­let bizi yahudilerle berâber etdi. Biz İslâm’ın tefevvukuna razı idik” diyerek hoş­nutsuzluklarını belirttiler. Reşid Paşa ise, bu hareketin diplomasi sahasında kendi aleyhine olduğunu görmekle, Fermanın mahzurlu taraflarını ortaya ko­yarak, ileri görüşlü devlet adamlarının dikkatini çekmek ve halkın, rakip­lerine karşı düşüncelerini menfileştirmek için harekete geçmişti. Cevdet Pa­şa’nın belirttiğine göre, esasen Reşid Paşa da böyle bir ıslahatın yapılması taraftarıydı (Tezâkir, I, 70-71). Nitekim, Islahat Fermanı’nın tanziminden bir yıl evvel, devletlerarası bir’ muhaberede, Hıristiyan tebaanın dinî imtiyazı hakkında birtakım çalışmalar yapmıştı. Ancak bu defa Fermana, sulha esas olan dördüncü maddenin de ilave olunmasının politik açıdan Osmanlı Devleti’ne büyük zararlar vereceği görüşünde idi. Nitekim sonraki gelişmeler, mesela Haleb vakası, daha sonra da Suriye hadiseleri onun haklı olduğunu ortaya çıkarmıştır (Tezâkir, I, 89). Nihayet Cevdet Paşa da, “bâzı maddelerin düzeltilmesi mümkün iken, ferman sahiplerinin Avrupalılara hoş görünmek için bol keseden attılar ve ehl-i İslâm nazarındaki aksi tesiri azaltmak için de bâzı maddeleri değişik suretlerde tefsir ettiler” demektedir (Tezâkir, I, 74). Reşid

Paşa’nın Islahat Fermam’na bu şekilde karşı çıkması, Âli ve Fuad paşalar ile aralarındaki soğukluğun daha da şiddetlenmesine yol açmıştır. Bundan sonra ise Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikası bütün bütün İngiliz ve Fransız elçilerinin hareketlerine bağlı kalmıştır. Nitekim Buğdan Beyliği kaymakam- lığı dolayısıyla ortaya çıkan buhran, Reşid Paşa’nın yeniden sadaretden az­line sebep olmuş ve Cevdet Paşa’nın ifadesine göre, “bu devletde kat kat haysiy- yet kazanmış iken, her sadaretden infisâlinde bir kabuğu soyularak, azâmet-i şanına hayliden hayli nakîse” gelmiştir (Tezâkir, II, 31). Ancak Padişahın Çırağan sahil-sarayının yıkılarak yeniden yapılması isteğine karşı çıkan Âli Paşa’nın sadaretten azledilmesi üzerine, Reşid Paşa yeniden sadrazam ol­muştur. Reşid Paşa bu sadareti döneminde eski itibar ve ehemmiyetini yitir­miş, rakiblerine karşı rastgele kişileri başına toplaması, onun dile düşmesine yol açmıştır (Tezâkir, II, 30-31). Çırağan sarayının yeniden yapılması husu­sunda Maliye Nazırı Safvetî Paşa’ya söz geçirememesi, padişah nazarından da düşmesine sebep oldu ve böylece Reşid Paşa devri sona ererek, devlet ma­nen Âli ve Fuad paşaların eline geçti (Tezâkir, II, 31).

Reşid Paşa bu altıncı sadaretinde her tarafla barışmış, kendisini gücen­direnleri affetmiş, şununla bununla uğraşmaktan vazgeçmiştir. Hatta Âli ve Fuad paşalar ile bile barışmıştır; 7 Ocak 1858 (21 Cumâdelulâ 1274)’de de vefat etmiştir (Tezâkir, II, 40). –                     _

Reşid Paşa, Cevdet Paşa’nın bildirdiğine göre, büyük meselelerin halliyle kendini isbat etmiş, büyük şöhrete sahip bir devlet adamıydı. Devlete bir­çok adam yetiştirmiş, Sultan Mahmud devrinde gördüğü usule uygun olarak, Bab-ı âli’de teşkil edilen Tercüme Odası’na Müslüman tercümanlar ile Hari­ciye memurlarını bütünüyle Müslümanlardan seçmişti. Ancak onun yerine Âli Paşa geçince, Ermenilere haddinden fazla itibar etmiş ve Hariciye Nezareti’nde kurulan Tahrîrât-ı Hâriciyye Odası’na Ermenileri doldurmuştur. Onlar da Müslüman memurlar ile kendi fikirlerinde olmayan ETmenileri bile bir yolla atarak, yerlerine kendi fikirlerine uygun Ermenileri almışlar ve böy­lece Hariciye dairesi Ermenilerin eline geçmiştir. (Mâ’rûzât, e. 1). Cevdet Paşa bunıın sebebini ise, “’Âlî Paşa, eğer ehl-i İslâmdan umûr-ı hâriciyyeye âşinâ âdemler yetişürse kendisine rakîb olurlar deyû havf ederdi” diye açıkla­maktadır (Ma’rûzât, s. 1-2). Fuad Paşa hakkında ise, çok zeki olmasına kar­şılık, “kayıtsız bir âdem idi” demektedir (Ma’rûzât, s. 2).

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Ahmed Cevdet Paşa, aynı zamanda hocası olan Mustafa Reşid Paşa’yı yer yer tenkid etmekle birlikte, onun iç ve dış politikadaki üstün başarı ve görüşlerinden övgüyle bahsetmiştir. Ken­disini, Âli ve Fuad paşalarla Reşid Paşa arasında meydana gelen rekabetten bitaraf olarak kurtarabilen Cevdet Paşa (Tezâkir, II, 61), Reşid Paşa’nın âlî- cenab, doğru bildiğini çekinmeden söyleyen, sui istimalden kaçman, ancak, haddinden fazla İngiltere taraftan bir devlet adamı olduğunu belirtirken, Ali Paşa’dan da, gayet kindar, istibdad taraflısı ve Fransa’ya bağb bir kişi

 

olarak bahsetmiştir (Tezâkir, II, 21). Nitekim Osmanlı Devlet ricali arasında ortaya çıkan bu iktidar birsi, husumet ve düşmanlık ise, İngiltere ve Fransa’ mn işine yaramış, bu rekabetten azamî ölçüde faydalanarak, devletin içiş­lerine daha fazla ölçüde müdahele etme imkânı bulmuşlardır.

Satırlarımı Ahmed Cevdet Paşa’nın tarih hakkındaki görüşüyle bitir­mek istiyorum. Ona göre tarih, terbiye ve telkin bakımından büyük ehem­miyet taşır; bu gayeye hizmet edebilmek için de tarihçi son derece tarafsız olarak hadiselerin doğrularını yanlışlarından, lüzumlularını lüzumsuzların­dan ayırmalı, vakaların hakiki sebeplerini bularak, birbiriyle mukayese et­melidir.

KAYNAK: ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU TÜRK TARİH KURUMU YAYINLARI VII. Dizi — Sa. 89

MUSTAFA REŞİD PAŞA VE DÖNEMİ SEMİNERİ / BİLDİRİLER
Ankara, 13-14 Mart 1985

TÜRK TARİH KURUMU BASIMEVİ — ANKARA     1987

***

III

Ahmet Cevdet Paşa ve Maruzat’ı

Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU

Ahmet Cevdet Paşa benim için gerçekten çok farklı bir şahsiyet. Bu farkı da şuradan kaynaklanıyor: 1980 yılında Maruzatı yayınlamıştık. O yıl aynı zamanda benim evlenme yılımdı ve Maruzatın telif ücretiyle evlendim; onu belirtmek istiyorum.

O devir için gerçekten beklenmeyen bir anlayış, devrin üstünde bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştır Ahmet Cevdet Paşa bana göre. Bu tanımla Ahmet Cevdet Paşa, son devir devlet adamlarının bilinenin ötesinde görünmeyen yüzlerini bizlere aktaran önemli bir devlet adamı ve tarihçi sıfatını taşımaktadır. Öyle ki, anlattıklarına bakarak, “acaba Cevdet Paşa günümüzde mi yaşıyor” diyeceğimiz ölçüde bizi hayretler içerisinde bırakıyor.

Aslında, Cevdet Paşa, tarihin terbiye ve telkin bakımından büyük önem taşıdığı bu gayeye hizmet edebilmek için, tarihçinin son derece tarafsız olması lazım geldiği, olayların doğrularını yanlışlarından, lüzumlularını lüzumsuzlarından ayırmak ve olayların gerçek sebeplerini bularak birbiriyle mukayese etmek inancı içinde hareket eden bir tarih­çidir. Bu anlatımıyla Cevdet Paşa, tarihin gerçekten ibret almak için var olduğunu bizlere göstermiştir.

Cevdet Paşa, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılın en hareketli ve sıkın­tılı bir dönemi olan 1839-1876 yılları olaylarını Maruzat isimli eserinde toplamıştır. Maruzat, devrin siyasî ve idari şahsiyetleri hakkında diğer çağdaş kaynaklara nazaran daha fazla ve değerli bilgi veren bir eserdir. Zira bu eser, Tanzimattan başlayan, özellikle kendi dönemini de içine alan Osmanlı devlet adamlarını çeşitli yönleriyle öğrenmek isteyen İkinci Abdülhamid’in sözlü iradesiyle kaleme almıştır. Öyle ki, yazılış gayesine uygun olarak eserde, devlet adamlarının hanımları arasında geçen dedi­kodulara, hatta şahsî kanaat ve hatıralara kadar yer verilmiştir. Aslın­da, Maruzatı dikkatle incelediğimizde, hemen hemen tümüyle, o dönem devlet adamlarını ve devletin durumunu anlatan bir eser olarak değer­lendirmek mümkündür.

Cevdet Paşa, Maruzatta zaman zaman özeleştiride de bulunmak suretiyle verdiği bilgilerin âdeta doğruluğunu padişaha anlatmak iste­miştir. Nitekim. Kırım Muharebesi sırasında Fransız ve İngilizlerin İstanbul’da zevk u sefa âlemlerine daldıkları bir sırada, Osmanlı ileri gelenlerinin de buna dahil olduklarını, kendisi için ise, mademki her şeyin doğrusunu söylemek gerekiyor, artık kendi hâlimi de olduğu gibi arz edeyim: “Kulları daima Babıalice lâyiha ve mazbata vesair kaleme almakla meşgul olduğum halde, fazla kalan vaktimi kitap ve risâle kale­me almakla geçirirdim. Bununla beraber, İstanbul’da böyle zevk u sefa rüzgârları esmeye başlayınca kulları da bütün bütün hariç kalmadım ve bazen mehtapçılara karışmaktan geri durmadım” diyor.

Buna bağlı olarak Cevdet Paşa, döneminin en önemli devlet adam­larından Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuat Paşa, Mahmut Nedim Paşa, Kâmil Paşa, Kıbrıslı Mehmet Paşa, Damat Mehmet Ali Paşa, Şirvanizade Mehmet Rüştü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Şeyhülİslâm Sadettin Mehmet Efendi, Mütercim Rüştü Mehmet Paşa, Mithat Paşa ve bu dönemin en önemli elçilerinden biri olan Rusya Büyükelçisi İgnatiyef hakkında aşağıdaki bilgileri veriyor:

Reşit Paşanın devlete pek çok adam yetiştirdiğini kaydeden Cevdet Paşa, buna karşılık Âli Paşanın adam yetiştirmek şöyle dursun, kendi­sine rakip olacağı endişesiyle kabiliyetli kimseleri bertaraf ettiğini yazmaktadır. Nitekim Sultan Mahmut’un Babıalide meydana getirdiği tercüme odasına hep Müslüman mütercim yetiştirmesi ve alması usulü, daha sonra Reşit Paşa tarafından da devam ettirilmesine rağmen, Âli Paşanın iktidarı ele almasından sonra terk edilmiş, odaya alman Erme- niler, Müslümanları ve hatta kendi fikirlerinde olmayan Ermenileri bile buradan atarak, Hâriciyeyi ele geçirmişlerdir. Bu durumu Cevdet Paşa şöyle yorumluyor: “Öyle görünüyor ki, Âli Paşa ehl-i İslâm’dan umuru hâriciyeye aşina adamlar yetişirse kendisine rakip olurlar diye hafv ederdi” demektedir. Bu arada, Osmanlı Devleti’nin 1853 Kırım Muha­rebesinden sonra Avrupa devleti olarak kabul edildiğini belirten Cevdet Paşa -ki o zamana kadar kabul edilmiyor- İstanbul’da İngiliz ve Fransız elçilerinin nüfuz yarışma girdiklerini yazmaktadır. Nitekim, Reşit Paşa­nın İngiliz politikasını, Âli ve Fuat Paşaların ise Fransız politikalarını benimsediklerini ileri sürmektedir. Öyle ki, hangi ülkenin nüfuzu ağır basarsa, onun desteklediği kimsenin sadrazam olduğunu belirt­mektedir.

Nedimof olarak isimlendirilen Mahmut Nedim Paşa ise Rusya taraf­tarı bir politikacıydı. Cevdet Paşa, Mahmut Nedim Paşa hakkında bilgi verirken, “Fuat Paşa Ahmetçiyken, Mahmut Nedim Bey mektupçu olup daima geceleri hembezmi sohbet olurlardı. Fuat Paşa dirayeti malumatı hasebiyle ilerleyüp Âli Paşayla atbaşı beraber gitmeye başladı” diyor. Mahmut Nedim Paşanın pek kararsız bir kimse olması dolayısıyla Fuat Paşa tarafından “bizim mektupçu bey cıvık sabuna benzer, anınla ne el yunur ne çamaşıra gelir” dediğini de belirtiyor. Dolayısıyla Mahmut Nedim Paşanın ancak hariciye müsteşarlığında kaldığını da ifade ediyor.

Kırım Muharebesi esnasında İstanbul’a gelen İngiliz ve Fransız askerleri dolayısıyla piyasaya giren altın para zevk u sefa âlemlerinin yaygınlaşmasına yol açmış ve buna saray ve vükelâ da kendini kaptır­mıştı ki, yine kendisinin ifadesine göre, aylığı 30 akçe olan Boğaz’daki bir yalı 300 akçeye çıktı diyor. Bu sebeple, ülkede büyük bir malî sıkıntı meydana gelmiş ve hatta memurların aylıkları ödenemez olmuştu. Bunun üzerine Padişah Abdülmecid, başta Âli Paşa olduğu hâlde bütün damat paşaları: “Sultanlar gece mehtaplarda gezerlermiş. Benim gece mehtaplarda gezer kızım yoktur; anları da reddedeceğim. Bu heriflerin harekâtı artık namusuma dokunur oldu” şeklinde azarlayıp, tasarrufa riayet olunması hususunda bir hatt-i hümayûn çıkarmıştır. Daha sonra ise bütün damat paşalar memuriyetlerinden azledilmiştir.

Padişahın bu derece kızması dolayısıyla vükelâ tasarruf yolunda azamî dikkat göstermekteyken tam bu sırada Avrupa’dan Fuat Paşa’nın 5 milyon lira borç para tedarik ettiği haberinin gelmesi, istikrar tedbir­lerinin gevşemesine ve sadece memur sayısının azaltılması yoluyla tasarrufa gidilmesine yol açmıştır. İşten çıkartılanlar ise, bugünkü anlamda torpili olmayanlardı. Nitekim, Âli Paşaya mensup olanlardan hiçbirinin işten çıkarılmamış olması, halk arasında dedikoduya yol açmış ve “ıslahat uğruna padişah kendi damatlarını feda etti. Vükelâ ise dalkavuklarından vazgeçemediler” şeklinde yorumlamaya gidilmiştir.

Sultan Abdülmecid’in ölümü ve Abdülaziz’in tahta geçmesi üzerine Osmanlı devlet ricalinde de büyük bir hareketlenme görülmektedir. Cevdet Paşa bunu “Damadı Şehriyari ve Kaputan-ı derya Mehmet Ali Paşa cülusu hümayun günü düğün fodulu gibi dolaşır ve sanki Sultan Abdülaziz’i tahta o ilcas etmiş gibi görünerek” şeklinde ifade ederken, Mehmet Ali Paşa’nın pek cahil adam olduğunu de belirtir. Bununla beraber Mehmet Alî Paşa’nın padişahı bazı iç meselelerle korkuya düşürmek suretiyle, güya onu koruyormuş gibi bir tavırla, kendi nüfuz -ve ikbalini muhafazaya çalıştığını da ifade eder.

Öte yandan, Meclisi Valâ Reisi Kıbrıslı Kâmil Paşa için ise, devlet işlerini hiçbir zaman düşünmeyen, bunu vazife edinmeyen, eğlenceyle meşgul bir kimse olarak adlandırmakta; ancak, tedbirli bir zat oldu­ğunu da yazmaktadır.

Âli Paşa’nın yeni hükümdarın tahta geçişi üzerine, tıpkı Mehmet Ali Paşa’nın yaptığı gibi, padişahı dış meselelerle, yani Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti için tehlikelerinden söz etmek suretiyle korku altında tuttuğunu, buna karşılık Fuat Paşa’nın meseleyi olduğu gibi ortaya koyup devletin durumunu gösterdiğini belirtmektedir.

Reşit Paşanın vefatından sonra devlet yönetimi Âli ve Fuat Paşaların elinde kalmıştı. Cevdet Paşa bir gün Fuat Paşa’ya: “İşte, iş ikinizin elin­de kalacak, bakalım siz de birbirinizle uğraşacak mısınız?” dediğinde, Fuat Paşa: “Biz birbirimizden ayrılmayız; o benden ayrılacak olsa yaka­sını elimden kurtaramaz” demişti. Nitekim daha sonra Fuat Paşa sadra­zamlığa getirildiğinde, Âli Paşa da Hariciye Nazın tayin edilmiş, bundan memnun olmayan Fuat Paşa taraftarları -ki Cevdet Paşa bunları akşamcılar ve yakınları olarak niteliyor- şikâyete başlamıştı. Cevdet Paşa’nın daha önce aralarında geçen konuşmayı Fuat Paşa’ya hatır­latması üzerine ise, “ben sana mukaddema dediğim gibi, anlar ne derlerse desinler ben Âli Paşadan ayrılmam ve ayrılamam; zira umuru hariciye gavaili de benim başıma kalır. Şu zamanda umuru dahiliye ve mâliyeyle beraber umuru hâriciyeyi de yüklenemem. Bilirsin ya an Reşit Paşa da başa çıkaramadı” şeklinde cevap vermişti. Bu yüzdendir ki Fuat Paşa, Âli Paşa’nın her dediğini yapar ve o da bundan istifadeyle hep kendi adamlarını çeşitli memuriyetlere getirirdi. Bu yüzden Fuat Paşa’nın ehil kimseleri devlet idaresine getirme teşebbüsü başarılı olamamıştı. Nitekim, Fuat Paşa, Meclisi Valâ Reisi olan Kâmil Paşa’yı sevmemesine rağmen, Âli Paşa’nın hemdemi ve akşamcılarının reisi olduğu için onu kabul etmek zorunda kalmıştı. Cevdet Paşa, bu sebep­le, bu üçünün birbirine bir zincir gibi bağlı olduğunu belirtmektedir.

Cevdet Paşa, Mahmut Nedim Paşa’dan da bahsederken, onun Rus Elçisi İgnatiyefin sözünden hiç çıkmadığını ve hatta Bulgaristan mese­lesinde onun arzuları çerçevesinde taşra meclisleri üyeliğini yeniden düzenleterek üye seçimiyle ilgili yeni bir nizâmnâme yaptırdığını yazmaktadır ki, Mahmut Paşanın ikinci sadaretinde sakalını Rusya Elçisi İgnatiyefin eline verdiği, Hüseyin Avni Paşa tarafından da Sadra­zam Mahmut değil, Nedimoftur, Babıalinin nüfuzu Rusya sefaretine geçti şeklinde ifadeler yer almaktadır. Ayrıca, bu sırada, Avrupa’dan alınacak borç para için bütün gümrükleri bir şirketi sarrafiyeye teslim etmek -ecnebi olmak üzere- istediğini, buna kendisinin itiraz ederek, gümrüklerin sınırların korunması hükmünde olduğunu ve idarelerinin ecnebilerin eline verilmesinin aciz olmayacağını belirttiğini kaydediyor. Mahmut Paşanın bu suretle önemli miktarda maddî menfaat sağla­yacağını da sözlerine ekleyen Cevdet Paşa, işleri karıştıracağı düşün­cesiyle 6 Mart 1876 tarihinde Rumeli teftişiyle görevlendirildiğini de belirtiyor.

Osmanlı devletinin son devir devlet adamları hakkında fevkalade değerli bilgiler veren Cevdet Paşa, çoğu devlet adamının yaptıkları işler­den menfaat elde ettiklerini Sultan Abdülhamid’e bildiriyor. Gerçekten de malî sıkıntılar sebebiyle Tanzimat döneminde halktan alman borca karşılık devlet tahvili çıkarılmıştı. Mahmut Nedim Paşa zamanında mâli­yenin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulabilmesi için tedbir düşünülürken, bu tahvillerin faizlerinin Hâzinece ödenemeyeceği anla­şılınca, sadrazamla Ignatiyef, aralarında yaptıkları gizli görüşmede faiz­lerin yarı yarıya düşürülmesine karar vermişlerdi. Bu karar yürürlüğe konulunca, başta Mahmut Nedim Paşa olmak üzere İgnatiyef, Mithat Paşa ve adamları haber duyulmadan, ellerinde bulunan tahvilleri yüksek fiyatla satmak suretiyle büyük servet kazanmışlardı. Keza Hüse­yin Avni Paşa da, Avrupa’dan alman silâh dolayısıyla, yine Cevdet Paşa­nın belirttiğine göre büyük paralar vurmuştu.

Bu gibi durumların halkın büyük tepkisine yol açtığını söyleyen Ahmet Cevdet Paşa, bu tür yolsuzluklarla ilgili olarak Maruzatin fezle­kesinde eslâfımız “çünkü vezir oldun neylersin malı, neylersin canı” der imiş, sonra can tatlı, daha kıymetli mi oldu bilmem; fakat ol mertebe fedakârlıklar devri geçti. Reşit Paşa, “neylersin malı derim amma, neylersin canı diyemem” der idi. Sonraları mala muhabbet daha ziyade arttı, mal canın yongasıdır sözü meseli sair oldu; ahlak bozuldu, serma- yei sıtkı istikamet azaldı, sahihan sadık ademlere nedret geldi” demek­tedir.

Günümüzle mukayese etmek, takdir ve yorum okuyucunundur. Yalnız Cevdet Paşa’nın kitabını tamamlarken, küçük bir paragrafı var, onu aktarmak istiyorum ki, bugünkü devlet adamlarının da kulağına küpe olacak bir husus bu. Şöyle diyor Cevdet Paşa: “Padişahtan kork­mak hikmettir; anadan, babadan korkmak hikmettir; büyüklerden vesa- irinden korkmak, sakınmak, utanmak hikmettir ve cümlesinin başı Allah korkusudur. ”

[*]    Doç. Dr., Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi öğretim üyesi.

Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir (yayınlayan Cavid Baysun) I-TV, Ankara 1953 – 1967.

[‡]            Bu husüs Ma’rûzât’da (s. 51), «İstanbul pâyelülerinden Şeyhülislâm olan var ise de, nâdirii’l-vuku’dur. Dâ’îniz er geç kadıasker olmak tabiîdir. Andan sonra da Şeyhülislâm olmak hâtıra gelmez şey değildir. Lâkin lâ-ekal sekiz-on sene geçmedikçe bu emelde bulunmam, her şeyi mevsiminde isterim» şeklinde kaydedilmiştir.

[4] I-XII, İstanbul 1309.

– Cavid Baysun neşri, I-IY, Ankara 1953-1967.

[6] Yusuf Halaçoğlu neşri, İstanbul 1980.

KAYNAK:  TÜRKİYE DİYANET VAKFI YAYINLARI / 232

AHMET CEVDET PAŞA (1823- 1895)

(Sempozyum : 9-11 Haziran 1995)

ANKARA – 1997