Prof. Dr. Cemal Kurnaz: MİLLET ORTAMINA BIRAKILMIŞ SESLİ MESAJLAR
MİLLET ORTAMINA BIRAKILMIŞ SESLİ MESAJLAR
Prof. Dr. Cemal Kurnaz
TÜRK DİLİ TEMMUZ 2024, s.4-6
Dil, ortaya çıkışı ve sistematiği bakımından nasıl gizemli, metafizik bir özellik taşırsa türkü ile simgeleşen müziğimiz de tıpkı öyledir.
Bizleri, bir tespihin ipine dizer gibi Türkçe’nin etrafında toplayan güç, aynı zamanda türkülerin de etrafında toplamıştır. Türkçenin içine indirildik, onun kavramlarıyla olduk oluştuk, onunla düşündük, anladık, inandık, onun türküleriyle Türk olduk. Biz bu Türkçenin ve türkülerin çocuklarıyız.
Anadolu’ya ilk gelen atalarımız, bütün dünyalıkları bir devenin üstünde, önlerinde sürüleri, yanlarında her yaştan insan, kafileler
hâlinde yeni umutlarla yollara düşmüşlerdi. “Yükte hafif, pahada ağır” şeylerdi yanlarına alabildikleri. Ne idi pahada ağır olan? Tabii ki Türkçe ve onun içinde kodlanan, korumaya alınan değerlerimiz.
Gelenler içinde ozanlarımız da vardı, türkü yakmayı bilenlerimiz de. Onlar yeni vatanda da türkü söylemeye devam ettiler.
Ulaşımın kervanlarla, iletişimin kuş kanadında olduğu eski çağlarda, birbirinden uzakta yaşayan insanları birbirine bağlayan ne idi? En başta dil ve din. Ortak hafızamızı yapan şeyler. Namaz sureleri, Yunus ilahileri, kıssalar, Mevlid, Muhammediye, Mesnevi… Bir de bunlara ek olarak türküler ve oyunlar. Bunlar bize atalarımızdan kalan en büyük mirastır. Bir eğlence ortamında birbiriyle ilk kez karşılaşan insanlar, birlikte aynı oyunları oynayıp aynı türküleri söyleyebiliyorsa o mirasa vâris olduklarındandır.
Toplumların hafızasındaki ortak metinler onları millet yapar. Bu metinler, çeşitli olaylar karşısında “çevirim içi” olarak bir “iç ses” hâlinde sürekli bizimle konuşur. Bunlar içinde türkülerin özel bir yeri vardır.
Türküler kolektif bir çabanın ürünüdür. Milletin ortaklaşa yaptığı bir iştir. Değerler eğitiminin önemli araçlarından birisidir. Sonuçta ortaya çıkan bir çeşit duygudaşlıktır, türkü kardeşliğidir.
Çoğu isimsiz bir halk sanatçısı tarafından yaratıldıktan sonra, yüzyıllar boyu “halk” denilen büyük ustanın tashih ve tezhibinden geçen türküler, milletimizin büyük tecrübesini sese ve söze bürünmüş birer mucize olarak önümüze serer.
Halkımızın bütün bir hayat hikâyesi türkülerde dile gelir. Türküler, millet korosudur. Her biri millet ortamına bırakılmış sesli mesajlardır. Türkü dinleyen Türk’ü dinler. Ezgi ve sözün birlikte hayat verdiği türküler, milletimizin tarih içindeki duygularını yüklediği bir arşiv niteliğindedir. Milletimizin nabzı türkülerde atar. Aşkı, acıyı, ayrılığı, gurbeti, sılayı vb.ni nasıl algılamamız gerektiğini bize türküler öğretir.
Namık Açıkgöz’ün söylediği gibi, “kadın duygularının özgürlük alanı” olan türkülerde, gönlü yanık kadınlarımız, “anonim” (yani “lâ-edri”) mahlasının ardına gizlenip söylenmesi gereken her şeyi kayda geçirirler. Çeşitli sebeplerle
üstü örtülen duygular sese, söze bürünür. Elinin kınasıyla burçak tarlasına sürülen gözü yaşlı gelinlerin feryadı türkülerde dile gelir. Onlarda, “Beni evinize köle mi tuttun?” diyen gelinlerin çığlıkları duyulur. Çocuk gelinler, çocuk damatlar türkülerde kanayan birer yaradır. Bunların her biri, tohum gibi filizlenerek birer şahesere dönüşmek için kendini fark edecek bir romancıyı bekler.
Yüzyıllar boyunca tekrarlanan türküler, müşterek kültürün önemli bir yanını yapar. Yemen’in feryadı, Çanakkale’nin çığlığı onlarda saklıdır. Kelle koltuğunda üç gün savaşan Bağdatlı Genç Osmanlar, kılıcının ucu kan ve duman olan Kırımlı Sinanlar, Çanakkale içinde kimisi nişanlı kimisi evli Mehmetler, sellerin apardığı Saralar, suya giden Ümmü Gelinler bizim oğullarımız, bizim kızlarımızdır. Yemen’e gidip dönmeyen yiğitler bizim çocuklarımızdır. Türk milleti, ortak hatıralarını birlikte anan, oğullarına kızlarına birlikte yas tutan büyük bir ailedir.
Atalarımızın Anadolu’ya getirdiği en önemli şeylerden biri de gurbet duygusudur. Ötüken’den bu yana hep yollarda idik. Yurt tuttuğumuz yerleri bıraka bıraka, ardımıza baka baka ilerledik. Dilimizde gurbet türküleri.
Şiirin hocası ayrılık, mektebi gurbettir. Bizim edebiyatımızı yapan en güçlü duygu gurbettir. Türkistan’dan Bosna’ya kadar biz hep bu duyguyla yaşadık.
Anadolu yaylasına çekilmek zorunda kaldığımızda, geride bıraktığımız yerlerin acısıyla yandık. Sonra ekmek parası için büyük şehirlere ve sonra Almanya’ya gittik. Bütün bunlar içimizdeki gurbet duygusunu güncelledi, canlı tuttu
ve tutmaya devam ediyor.
Gurbeti bizim kadar derinden yaşayan başka bir millet yoktur. Bu yüzdendir ki, onun dinî, tasavvufi boyutunu anlamakta zorlanmadık. “Mümin dünyada yolcu gibidir.” diyen Peygamberimiz bizi anlatıyordu sanki. Mevlâna’nın, kamışlıktan koparıldığı için inleyen neyi, bizden başkası olamazdı. “Vatanımdan ayırdılar/Bu dünyaya düştü gönül” diyen Yunus’u hiç kimse bizden daha
iyi anlayamazdı.
Türkü, yüzlerce yıllık geçmişi olan bir gelenektir. Değişen hayatımızın yansımalarını onlarda görebiliriz. Atlı göçebe hayatının türküleri, köy ve şehir türküleri değişerek, çeşitlenerek günümüze ulaşır. Köy ve şehir, merkez ve taşra, karşılıklı olarak birbirini besler.
Köy türküleri doğal kır çiçekleri gibi, yalın ve sevimlidir. Şehir türküleri daha rafine, daha alımlıdır. Kara çadırın, yaylaların, köylerin türküleri yanında şehirlerin, konakların, yalıların, sarayların da türküleri vardır. Bunlar mürekkep yalamış, eğitimli türkülerdir. Her şehrin, Safranbolu evleri gibi, İstanbul sivil mimarisine öykünen evleri, konakları vardır. Onları yapanların, o yapılara benzeyen türküleri vardır. İstanbul ve Rumeli türküleri, Dede Efendi’nin besteleri gibi, özgün ve ağırbaşlıdır. Diğer şehirlerimizinkiler de öyle. Başkentlerin yanı sıra, eski beylik merkezleri ve şehzade şehirlerinden başlayarak, her birinin özgün türküleri vardır.
Yakıcıları belli olmayan türküler yanında adı sanı belli ozanların türküleri de azımsanamayacak sayıdadır.
Başta Alevi, Bektaşi geleneği olmak üzere çeşitli tasavvuf yollarının ilahileri, nefes ve deyişleri halkın hafızasını besler. Bunların bir kısmı, kendi özel çevrelerinin dışına taşarak, türkülerin arasına karışır, daha geniş kitlelere ulaşır.
Âşıklık geleneği de büyük ölçüde irfandan beslenir.
Pir elinden bade içen âşıkların söylediği nefeslere, deyiş ve semahlara türkü demek ne kadar doğrudur? Onlara türkü demek, neye düdük, Mevlevi semasına oyun havası demek gibidir. İlahiler de öyle değil mi? Onların her biri, başka bir âlemden dünyamıza inmiş kutsal metinler gibidir. Bunlardan bazıları, alçak gönüllük göstererek türkülerin arasına karışmayı kabul etmişlerdir. Onlardan yayılan irfan kokusu anonim türkülere de sinmiştir.
Türkülerin güfteleri edebiyatın alanına girer. Yapılan değerlendirmeler de daha çok onların edebî yönüyle ilgilidir. Bir de onların ezgileri söz konusu. Bu güfteleri havalandıranların, onca tınıyı ritim zenginliği içinde gök kubbemize salanların ürettikleri eserler müzik yönünden yeterince incelenmemiştir.
Müzik alanında çalışanlar, türkülerin ezgi dünyasını hem güfteyle ilişki bağlamında hem de güfteden bağımsız olarak analiz edip bize daha elle tutulur ayrıntılı bilgi verebilirler. O zaman türkülerin müzikal dünyasını daha iyi tanımış oluruz.