# Etiket
##GENEL #EDEBİYAT

Hasan İlkay AL: Alev Alatlı’nın Roman Dünyasına 12 Eylül Sürecinin Yansıması

Alev Alatlı’nın Roman Dünyasına 12 Eylül Sürecinin Yansıması

Hasan İlkay AL

TÜRK YURDU
Eylül 2014 – Yıl 103 – Sayı 325

 

12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye’de bir dizi siyasi ve sosyal değişiklikleri başlatan önemli bir olaydır. Bu tarihten itibaren Türkiye’de toplumsal, ideolojik, hukuki birtakım köklü değişiklikler yaşanmıştır. Bütün bu süreç, “Dünya umurunda olmayan bir yazar, neden yazar?”[1] diyerek yazarlık gayesini ortaya koyan Alev Alatlı’nın roman dünyasında geniş bir şekilde yer almaktadır. Alatlı’nın gerek romanları, gerekse roman dışı diğer eserleri incelendiğinde, onun bir “toplum mühendisi” olduğu görülecektir. Yazar, bu tavrı doğrultusunda Türkiye’de darbe öncesi ideolojik yaklaşımları ve darbe sonrası oluşan yeni ideolojik tutumları romanlarında işlemektedir.

12 Eylül Öncesi Türkiye’deki Siyasal Perspektif

Alev Alatlı’nın 12 Eylül sürecini ele alışını daha iyi tahlil edebilmek için öncelikle darbe sürecine kadar Türkiye’de mevcut bulunan ideolojik hareketlere yaklaşımının bilinmesi gerekmektedir.

Alev Alatlı Türkiye’deki mevcut siyasi ideolojileri en geniş şekilde “Or’da Kimse Var mı?” ana başlığını taşıyan roman serisinde ele almıştır. “Viva La Muerte!”[2], “ ‘Nuke’ Türkiye”[3], “Valla, Kurda Yedirdin Beni”[4] ve “O.K. Musti Türkiye Tamamdır”[5] isimli dört kitaptan oluşan dizinin kahramanı Günay Rodoplu, Alev Alatlı tarafından idealize edilen aydını oluşturmaktadır. Hatta Günay Rodoplu’nun Alev Alatlı’nın kendi yansıması olduğunu söyleyebiliriz.

Alev Alatlı, 68 kuşağı olarak bilinen nesli romanlarında eleştiri konusu yapmıştır. Bu kuşak ile ilgili eleştiriler yazarın “Kâbus”[6] isimli romanında yoğunlaşmıştır. Yazar bu kuşağın yeterli entelektüel birikimi olmadığına, yaptıkları siyasal değerlendirmelerin yetersiz ve zaman zaman da yanlış olduğuna, ayrıca toplumsal gerçeklerden uzak kaldıklarına işaret eder. Romanın kahramanı İmre Kadızade’nin ağzından sık sık bu durumla ilgili eleştiriler sıralanır. İmre Kadızade’ye göre bu kuşak duygusal davranıp realiteyi görememiş; Türkiye’ye ve dünyaya ilişkin sorunlar karşısında ezilmişlerdir. Bu ezikliğin bir sonucu olarak siyasi tutum ve davranışlarında tutarlı olamayan bu kuşağın durumunu, İmre Kadızade’nin şu sözleri özetler: “Söylediğim gibi, 68 kuşağının Türkiye’ye ilişkin bütünlüklü tanımları yoktu, burunlarının dibinde olan bitenin ayırdına varamadılar.”[7]

Yazar, komünizmin devam edememe sebebi olarak “Gogol’un İzinde” serisinin ikinci kitabı olan “Dünya Nöbeti” isimli eserinde “Aleksi”[8] isimli kahramanın ağzından birtakım tespitler aktarmaktadır. Yazara göre dönemin Sovyet devrimcileri, devrimi yaptıktan sonra şaşkınlığa düşmüştür. Çünkü devrim sonrası ne olacak sorusuna hazırlıklı olmayan bu kadro, devrim yapmakla devrimin tamamlanmış olmayacağını, ancak o zaman idrak edebilmiştir.

Alev Alatlı, Türkiye’de solun ilk canlandığı dönemdeki solcular ile ilerleyen yıllar arasındaki solcuların arasındaki farka dikkat çekmiştir. Mesela “Kâbus” isimli romanında, roman solcu kahramanlarından “Devrim” ile yine onun solcu babası “Bekir”in kıyaslamasını yapar. Eski solcu “Bekir” ve onun akranlarının türkü dinlemeyi tercih ettiklerine, rock müzik dinlemediklerine, bunu emperyalizmin kültürel bir istilası olarak gördüklerine dikkat çeker.[9] Oysa Türkiye’de sonradan yetişen sol kuşak böyle bir hassasiyetten uzaktır. Adeta, eleştirdikleri sistemin getirdiği yaşam tarzının kölesi olmuşlardır.

Alev Alatlı, romanlarında sol görüşlü insanların birbirini çok kolay karalamasını ve devlet kurumlarına olumsuz bakışlarını eleştiri konusu yapmıştır. Mesela “Kâbus” isimli romanda “İmre Kadızade” isimli kahramanın şu eleştirisi durumu açıklar niteliktedir: “Muhalifin mahkûm edilmesi meselâ, MİT mensubu olduğuna karar verilmesi için tek bir cümle yeterli olurdu. Sayısız örnekleri vardı. En ağır suçlama da buydu zaten. İstihbaratın ‘millî’sinin halka yönelik bir fesat olduğundan hepimiz emindik.”[10]

Alatlı, Marksizm’in inançsızlık boyutunu romanlarında eleştirir. Maddeciler tarafından sistemli olarak işlenen ateizmin insanları çıkmaza soktuğuna işaret eder.[11] Yazarın komünist/Marksist ideolojinin inanç karşıtı olmasını eleştirdiği bir diğer romanı “Viva La Muerte”dir. Eserde “Günay Rodoplu” isimli kahramanın Marx’ın İslamiyeti tanımadan ölmesini üzüntü verici[12] bulmasının yanı sıra Marx ile Hz. Muhammed’in görüşlerinin benzerliğinden bahsetmesi dikkat çekici bir durum olarak belirmektedir: “… Hz. Muhammed’e küfreden bir Marksist olamaz! Varım diyorsa, ya Muhammed’i bilmiyordur ya Marx’ı ya da hiçbirini. Pek muhtemeldir ki, bunların sonuncusu doğru!.[13] Bu ifadeler Türkiye’de kendisini komünist olarak tanımlayıp da İslam karşıtı söylemler içerisinde olan 12 Eylül öncesi solcuları üzerine söylenmiştir. Yazarın, dönemin solcuları ile alakalı eleştirdiği bir diğer nokta da İslam fobisinin hayatlarının her alanına girmesidir. Öyle ki, ölen bir solcunun cenazesinin kaldırılması bile sıkıntılı bir hâl almaktadır. Cami, ölen bir solcu olsa bile girilmek istenmeyecek bir mekân hüviyetindedir.[14] Alatlı, romanlarında “İslam” ile “sol” düşüncenin sentezine vurgu yapmıştır. Mesela “Viva La Muerte!” isimli romanında “Günay Rodoplu” şunları söyler: “Doğu’da parlayan hilal, özünü arayan sosyalizme, gerekçelerini her iki öğretinin temelinde bulan yeni bir sentezin yolunu gösterebilir.”[15] Yazar, sol kesimin Aleviliği kullandığına da işaret eder. Bunda, kendi ideolojilerinden taviz vermeden dinî çıkış arayan bireylerin tutumu etkilidir. İslam’ın sol görüşlü kimselerce istenilen şekilde yorumlanamaması, ayrıca Alevi türkülerinin birçoğunda görülen mevcut düzene karşı çıkış düşüncesi, Aleviliğin sosyalist bazı çevreler tarafından kullanılmasına sebep olmuştur.[16] Bütün bu olumsuzlukların yanı sıra, bazı sosyalist bireylerin, genel anlayışa katılmayıp samimi Müslümanlığı yaşadığına da işaret eder.

Alatlı’nın roman dünyası dikkatlice incelendiğinde, yazarın ideal gördüğü sol/komünist/devrimci çizgi, Türk toplumunun millî ve manevi değerleri ile uyuşacak şekilde ortaya konmaktadır. Ancak Alatlı, 12 Eylül öncesi sol hareketleri yürütenlerin bunu yapmadıklarını, romanlarında konu edinir. Mesela “Valla, Kurda Yedirdin Beni” isimli romanında “Günay Rodoplu” isimli kahramanın “Mehmet Sedes” isimli anlatıcı kahramana bir tartışma esnasında söylediği şu sözler durumu özetler niteliktedir: “Kemal Tahir’e rahmet olsun paraya müdana etmemek, Anadolu insanının mayasında vardır. Söyle bana nasıl becerdiniz de bu işi bu kadar rezil ettiniz? Bizden daha kolay sosyalist olacak bir toplum var mıydı?”[17] Türk solunun bu hatalı tutumuna eleştiri, aynı kitapta devam eder. “Günay Rodoplu”ya “Ramazan” isimli sosyalist-Kürtçü karakter, onun da takdirini ve onayını kazanacak şu ifadelerle seslenir: “Türk solu, radikal, anti-emperyalist ve demokratik sol, Anadolu Türkmeni’ne dayanmalıydı”[18]Nitekim aynı eserde “Günay Rodoplu” da şöyle demektedir: “Şimdiki Türk solcuları, bence Türkmen’in değil, Batı’nın değer yargılarıyla yaşıyor.”[19] Alatlı, dönemin sol örgütlerinin bile Batılı yaşayış tarzıyla hareket ettiklerini anlatır. Mesela Dev-Genç üyelerinin Amerikan yaşamını yansıtırcasına, “boyunlarına şık fularlar bağlayıp” yaptıkları gösterileri konu edinmiştir.[20]

Alev Alatlı, 12 Eylül öncesi sol anlayışın Türk milliyetçiliği için önemli sayılabilecek dönüm noktalarını basite indirgemesini eleştiri konusu yapmıştır. Mesela Akçura’nın Türk Derneği’ni kurması, Türk Yurdu dergisinin yayımlanmaya başlanması gibi hadiseler, yazara göre dönemin sol anlayışı tarafından küçük görülmüştür. Yazar, bu durumu rezil bir şartlanma olarak görmektedir.[21]

Yazar romanlarında, sol kesimin Türk tarihi araştırmalarına darbe vurduğuna değinmiştir. Atatürk döneminde başlayan Türk tarihi araştırmalarının, 1970’lerde durma noktasına geldiğine dikkat çeken yazar, bunun sebebi olarak Türk tarihi araştırmalarına ırkçılık gözüyle bakılmasını gösterir.[22] Alatlı, Cumhuriyet dönemindeki ilk solcuların kurtuluş savaşı ruhunu taşıyan ve kendilerinden “milliyetçiler” olarak bahsedildiğini, sonradan bu anlayışın değiştiğini de dikkat çeker.[23] Yazar ayrıca solun temel taşı sayılabilecek Hikmet Kıvılcımlı, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Behice Boran gibi isimlerin 27 Mayıs darbesi yapıldığı zaman darbeyi destekleyen tavır içerisinde olup, ilerleyen yıllarda ise bu müdahaleyi anti-demokratik olarak yorumlamalarındaki çelişkiyi de anlatır.[24] Solun, buna benzer çelişki içeren tavırları, 12 Mart muhtırasında da görülmüştür. Mesela Abdi İpekçi muhtıranın demokratik düzeni koruma olduğunu açıklamış, Türk-İş, Disk ve Dev-Genç olumlu bulmuşlardır.[25]

Alev Alatlı, 12 Eylül öncesi sol kesimin ülkenin çıkarlarını ele alırken bile ideolojik durumlarına göre tavır almalarını eleştirir. Mesela faşist Mussolini’nin Antalya’yı istemesine faşist olarak tanımlanan Türk milliyetçilerinin itiraz etmesine karşın, solcuların Stalin’in Boğazları istemesine hiçbir şekilde reaksiyon göstermediklerine dikkat çeker.[26]

Alev Alatlı, sosyalistlerin Kürtleri kullanmasına da değinir. Yazara göre Doğu’daki birtakım ayrılıkçı unsurların devlete olan kızgınlıkları, bazı sol çevrelerce suiistimal edilmiştir.[27] Ancak yazar, bu ayrılıkçı tutuma tepkili olan Türk solcularının var olduğunu da kabul eder.[28]

            Yazar, Türk milliyetçiliğinin içerisinde tartışmalı bir nokta olan Türk-İslam sentezi meselesinin sürekli gündemde olmasının sebebini sorgular. Bunda gizli bir Arap ulusçuluğunun, peygamberi doğuran necip kavmin kibirli tutumunun etkisine işaret eder.[29]

Alatlı, devletin Türkçüleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasını eleştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Sovyetlerin galip geleceğinin anlaşılmasıyla birlikte Türkçülerin adeta birer vatan haini muamelesi gördüklerine işaret eden yazar, İnönü’nün Nihal Atsız’ı, Zeki Velidi Togan’ı, Reha Oğuz Türkkan’ı, Hasan Ferit Cansever’i, Sait Bilgiç’i, Orhan Şaik Gökyay’ı tutuklatmasını eleştirir. 3 Mayıs 1944 sürecinde yaşanan haksızlıklara dikkat çeker.[30]

Alatlı, uç noktalara taşmayan Türk milliyetçiliğinin ülkeye önemli faydalar sağlayacağı kanaatindedir. Yazar, bizdeki milliyetçilik anlayışının, Batı’da görülenin aksine çıkar için değil, toplumsal onur anlamına geldiğini vurgular.[31] Alatlı ayrıca ülkücülere yöneltilen faşist ithamını eleştirir. Mesela “O.K Musti Türkiye Tamamdır” isimli romanda “Günay Rodoplu” isimli kahraman şu ifadeler kullanır: “Türkiye’de faşist yok… Türkeş’in anlı şanlı “Dokuz Işık”ına bak! Bu mu faşist program?” [32]

Alatlı, ülkücülerin tarih ve kültür konusundaki hassasiyetlerini övgüyle karşılamaktadır. Ülkücülerin resmi tarihin öne sürdükleriyle yetinmediklerini belirtmekte ve araştırmacı tavırlarına dikkat çekmektedir. Bunların yanı sıra Osmanlı Türkçesine vakıf olmalarını da olumlu karşılamaktadır. [33]

Yazar, solcuların ortaya koyduğu birçok anlayışın ülkücülerde de mevcut olduğunu anlatır. Sanatın toplum yararına kullanılması meselesi, ekonomide devletçi politikaları savunmaları sol düşünce ile paralellik arz etmektedir. Alev Alatlı, sol çevrelerin zaman zaman sırf ideolojik sebeplerle ülkücülere yaptıkları zorbalıkları da dile getirmiştir. 12 Eylül öncesi toplumsal olaylarda yaralanan ülkücülerin solcu doktorlar tarafından ölüme teslim edilmesini eleştirmiştir.[34] Ayrıca yaşanan sağ-sol çatışmalarında basının sürekli ülkücüleri suçlar bir havada yaptığı yayınlar da eleştiri konusudur. 12 Eylül öncesinde sol çevrelerce katledilen ülkücü öğrenciler de yazarın romanlarında işlediği konular arasında yer almaktadır. Burada yazar, sol çevrelerin uyguladığı zulme dikkat çeker. Yusuf İmamoğlu[35] örneğinin yanı sıra, Beyhan Arslan, Avni Yüksel, Alper Kürşat Kurtcebe, Ali İhsan Oğuz vakalarını anlatır ve basının, başta TRT olmak üzere yaptığı yalan yayına dikkat çeker.[36]

            Alev Alatlı, 12 Eylül’e gelen süreçte siyasal İslam’ın yükselmesinin sebebi olarak politikacıların oy kaygısı gütmesini gösterir. Bu noktada eleştiri konusu olan kişi ise Adnan Menderes’tir. Ekonomik koşulların bozulmasıyla birlikte oy kaybedeceğini anlayan Menderes ve DP avanesi, aşırı İslamcılardan destek almak amacıyla cumhuriyetin kuruluş ilkeleriyle çelişecek söylemler içerisine girmişlerdir. Mecliste Menderes’in hilâfetin geri getirilebileceğini söylemesi, DP milletvekillerinden Fahri Ağaoğlu’nun taaddüd-ü zevcatın[37] tekrar getirilmesi yönündeki açıklamaları, yazara göre siyasal İslam’a güç kazandıran ve oy kaygısı içeren açıklamalardır.[38]

Alev Alatlı, 12 Eylül öncesi ideolojilerin başarısız olduğunu, ideolojileri temsil eden bireylerin birçoğunun da bilinçsiz olduğunu romanlarında işlemiştir. Yazara göre bu ideolojik iflas durumu, Batı’nın zihinsel üstünlüğü için uygun ortamı hazırlamıştır. Nitekim “Viva La Muerte!” isimli romanda “Günay Rodoplu” şu itirafta bulunur: “Batılılaşacağız tabii. Çaresiz Batılılaşacağız. Hilal de yenildi, komünizm de. Hazinelerimizi gün ışığına çıkarmayı beceremedik, kaybettik. Ve biz, Batılılaşamazsak yok olacağız…Müslüman toplumu olmamıza gelince: Ben Müslüman olduğumuzdan hiç de emin değilim,…”[39]

Alatlı devlete aşırı kutsallık atfedilmesine karşı çıkmaktadır. Çünkü bu düşünce tarzı, devlet kurumlarında çalışan bireylerin, ellerindeki güç ve yetkiye güvenerek vatandaşa zulüm etmesini meşrulaştırmaktadır. Yazar bu konuya “İşkenceci”[40] isimli eserinde şu ifadelerle anlatır: “ ‘Devletine iltica et!’in, ‘Allah’a sığın’dan farkı yoktu. ‘Gebereceksin lan, konuş’ uyarısı, onu sevdiklerinden olsa gerekti.”[41] Yazara göre devlet Türk toplumu için her şeydir. Koruyan, kollayan ama yeri geldiğinde de cezalandıran bir mekanizmadır. Bu sebeple devlet aracılığı ile oluşan birtakım yanlışlar bireyler tarafından sineye çekilmektedir. Devlet baba imajının Türk toplumundaki bu abartılı kabulüne karşı yine “İşkenceci” isimli romanda şu ifadeleri görürüz: “ ‘İşkenceciler, devleti değnekten ibaret görüyorlar’a gelince; Türkiye’de değneksiz baba var mıydı?” [42] Yazar ayrıca işkencenin sadece siyasi anlamda düşünülüp hapishanelerde uygulanan kötü uygulamalardan ibaret olmadığına da dikkat çeker. Dini bilmeyen din adamlarının, eğitimci gibi görünen öğretmenlerin vatandaşlara karşı olumsuz tutumları da işkence anlamına gelmektedir. Bu durum bireyleri yalnızlaştırıp dışlayan bir yapıyı doğurmakta ve uzun vadede devlete karşı düşmanlık hissi geliştirmektedir.

Alev Alatlı, devlet tarafından dayatılan ve adeta resmi ideoloji hüviyetine bürünmüş kalıplaşmış birtakım düşüncelerin sorgulanamaması hususunu eleştirir. Toplum bu durumu yok kabul edip yaşayan vatandaşlardan ibaret bir hâle gelmiştir. Diğer türlü bir tutum, vatandaşı güçlükler içerisinde bırakmaktadır. Ya devletiyle ya da toplumla çatışır bir hâle getirmektedir. Bu durumla bireyler daha çok küçük yaşlarda eğitim yuvalarında karşılaşmakta ve yine bu duruma eğitim yoluyla alıştırılmaktadırlar. Yazarın “İşkenceci” isimli romanında değindiği bu durum, üçüncü şahıs anlatıcının ağzından şöyle bir tespitle anlatılır: “Türkiye Cumhuriyeti’nde uyumlu bir yurttaş olmanın biri hayal, diğeri gerçeklik, iki ayrı düzlemde aynı anda, eşit yoğunlukta yaşamak anlamına geldiğini okul öğretti.”[43] Yazar yine bu noktadan hareketle bireylerin gelecekteki yaşamlarında da karşılaştıkları çarpıklıkları yok kabul etmeyi ilke edindiklerini, bu sayede normal bir yaşam süreceklerine inandıklarını anlatır.

 

12 Eylül Darbesinden Sonra Oluşan Genel Siyasi Çehre

Romanlarını toplumcu bir anlayış ile yazan Alatlı’nın 12 Eylül sonrası Türkiye’deki genel ideolojik çehreyi geniş bir şekilde ele aldığını görmekteyiz. Alatlı’nın romanları incelendiğinde 12 Eylül’den sonra ortaya çıkan “Türkiye’de Yeni Sağ” anlayışı ile 12 Eylül sonrası Türk milliyetçiliği, sosyalizm ve İslamcılık ideolojilerinin eleştirel bir gözle kaleme alındığı anlaşılacaktır.

“Yeni sağ kavramı, Batı’da II. Dünya Savaşı sonrası kurumsallaşan refah devletinin, Batı modernliğinin karmaşık çelişki ve ikilemlerini derinleştirmesiyle ortaya çıkan iktisadi, toplumsal, kültürel ve siyasi birtakım sorunlara karşı oluşmuş tepki ve bu sorunları çözme vaadi olarak, düşünsel ve siyasi düzeylerde beliren bir dizi sağ dönüşümü ifade”[44] etmektedir. Dünyadaki bu değişime kayıtsız kalamayacak olan Türkiye’de de merkez sağ olarak bilinen kesim, birtakım anlayış değişikliklerine gitmiştir. Bunda, 70’li yıllarda ortaya çıkan ekonomik buhran ile birlikte güç kazanan sol bloğa karşı bir hamle yapma isteği de etkindir. 12 Eylül sonrası başa gelen Özal hükümetinin 24 Ocak kararlarıyla başlattığı bu değişimin altında yatan ideoloji liberalizmdir. Özal ile birlikte görülmeye başlanan serbest piyasa ve dünya ekonomisi ile birleşme anlayışı, bir dönem Türkiye’nin, hem iç hem de dış politikada temel siyasi perspektifini oluşturur. Bu anlayış ilk olarak ekonomik temelli olsa da uzun vadede diğer toplumsal dinamikleri de etkilemiştir. Hatta bir anlamda milli-manevi değerlerin yeniden tesis edilmesi sonucunu doğurmuştur. Amaç, “Ulusu, İslami-millî bir içerikte çatışmasız, organik bir cemaat suretinde kurmaya çalışan milliyetçi muhafazakâr bir söylem”[45] çerçevesinde şekillendirmektir. Alatlı’nın eserleri dikkatlice tetkik edildiğinde, çatışmasızlık anlayışına olumsuz baktığını görürüz. Çünkü “çatışmasızlık” abartılı hoşgörüyü beraberinde getirmekte ve bu da “ödün” ile sonuçlanmaktadır.[46]

Alev Alatlı’nın romanlarında Turgut Özal ve politikaları sert bir şekilde eleştirilmektedir. “Kadere Karşı Koy A.Ş.” isimli romanında “Nuray” isimli gazeteci kahraman şu ifadeleri kullanır: “Özal’la başladı bunlar. Özal, insanların ne kadar omurgasız olma kapasitesinde olduklarını keşfetti… Ahlaksız oldukça insanlar daha iyi yerlere geldi. Yükselen değerler. En ahlaksızlar, en yükselenler.”[47] Yazar, “Kâbus” isimli romanında ise Türkiye’nin siyasi geçmişinin sorgulandığı mahkemede, yerel yönetimler konusu açıldığında, “General Bora Demirkanlı” isimli kahramanın ağzından, yerel yönetimlerin başıbozuk bir hâlde olduğunu, birtakım yolsuzlukların yaşandığını anlatır. Buna sebep olarak Özal’ın yerel yönetimler politikası gösterilir: “Turgut Özal’dan önce para Ankara’da yenirdi… Özal, kayırmacılığı ademimerkeziyetleştirdi. Bunu yerel yönetimlerin devlet garantisi altında ithalat yapmalarına, yurt dışından kredi bulmalarına imkân bulmak suretiyle yaptı.” [48]

12 Eylül sonrası Özal hükümeti ile birlikte görülmeye başlanan “Türkiye milliyetçiliği” anlayışına ve bu anlayışın bir ürünü olarak beliren “mozaik” kavramına karşıdır. Yazara göre bu fikir dışarıdan ithal edilmiştir. Nitekim kendisiyle yapılan bir röportajda şu ifadeleri kullanır: “Ben, şu “Türkiye bir mozaik” lafına çok gülerim. Siz mozaik görmemişsiniz o zaman. Hangi mozaik…” [49]

12 Eylül sonrası gerek askeri yönetimin, gerekse sivil idarenin politikaları karşısında sol düşünce entelektüel ve ideolojik birikimini kaybetmiş, devrimci-militarist çizgiden uzaklaşıp sermayenin çarkları arasında yer edinmeye başlamıştır. Bunda 90’lı yıllarda Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte reel sosyalizmin de çöküşünün etkisi vardır. İşçiden iş adamına, militandan politikacıya doğru kayan anlayış Alatlı’nın romanlarına yansımıştır. Yazar, bu değişimi direkt olarak ele almasa da romanlarından çıkarılacak genel intiba, bahsettiğimiz durumun solun içerisindeki ilkeli duruş sergileyebilecek insanları tükettiği şeklindedir. Mesela “Viva La Muerte!” isimli romanda “Günay Rodoplu” şu ifadeleri kullanır: “Bir Vehpi Koç yupisi ya da Amerikan eğitimli, deodorantlı genç işletmeci  ‘yiğidim aslanım’ olur mu? ‘Koçum benim’ bir Cem Boyner ya da Cefi Kamhi düşünebiliyor musun?… Yiğit ancak militan olur, siyasi olmaz.” [50]

12 Eylül askeri darbesi ile birlikte devlet resmi bir milliyetçilik anlayışı dayatma çabası içerisine girmiştir. “12 Eylül rejimi milliyetçiliği, otoritesini ve meşruiyetini güvenceleyecek, halktan mutlak uyum ve itaat isteyen bir “birlik ve beraberlik” ideolojisi olarak geniş biçimde kullanmıştır.”[51] Bu resmi milliyetçilik dayatmasının yanı sıra, bir de MHP’nin ortaya koyduğu milliyetçilik anlayışı vardır. Hâliyle Alatlı’nın romanlarına ülkücü kahramanlar girmiştir. Yazarın ülkücüler ile ilgili olumlu ve olumsuz eleştirileri mevcuttur.[52] Yazar, ülkücülerin tarih bilincini, Türkiye dışındaki Türk dünyasıyla ilgilerini olumlu bulmaktadır. Nitekim “Or’da Kimse Var mı?” serisinin kahramanı Günay Rodop’lu[53] üzerinden bunları duymaktayız. Alatlı, ülkücülerin devlet sevgisini takdir etmekle birlikte, bunun aşırılaşmasını doğru bulmaz. “Fenâ fi’d-devle” mantığının doğru olmadığına işaret eder. Bu durum bir anlamda yapılan zulmü meşru kılmaktadır. Nitekim 12 Eylül süreci incelendiğinde Alatlı’nın bu kanaatini destekler nitelikte, ülkücü çevrelerin söylemlerine şahit olmaktayız. “Yusufiye” mantığı da kısmen bu doğrultudadır. Yani diğer siyasi çevrelerin aksine ülkücüler isyan etmek yerine sabretmeyi -bahsettiğimiz durumlarla alakalı olarak- tercih etmişlerdir. Ülkücülerle ilgili eleştirilerin temelinde ise ülkücülerin mafyalaşması yahut birtakım mafya üyelerinin kendini ülkücü olarak tanımlaması konusu vardır.

12 Eylül sonrası siyasal İslam’ın oldukça güçlendiğini görürüz. “İslamcılığın 1980 sonrasındaki canlanması (…) askerî kesimin milliyetçi ve sosyalist hareketleri bastırmasıyla ilgilidir.”[54] Alatlı’nın eserlerine siyasal İslam’ın yansıması dinin çıkar amacıyla kullanılmasına eleştiri şeklindedir. Nitekim bu hususla ilgili olarak “Kâbus”ta “İmre Kadızade” isimli kahramandan şu çarpıcı ifadeyi duyarız: “Siyasi İslâm’ın Allah kurgusu, şirktir”[55] Yine Alatlı “Kâbus”ta siyasal İslamcıları eleştirirken “Salihunlar” ismiyle kurgusal olarak ortaya koyduğu bir örgüt üzerinden hareket eder. Eleştirileri ise genel olarak Batı karşıtı görünen bu siyasal İslamcı hareket, çıkarları söz konusu olduğunda savunmakta olduğu değerleri bir kenara itmektedir. Bir defa örgüt üyelerinin giyim kuşamları dahi Batılı tarzdadır. Mesela romanda bu örgüte üye olan “Toprak” isimli kahramanın beysbol şapkası taktığını görürüz. Ayrıca örgütün başındaki şeyh adeta ilahlaştırılmış bir hâldedir. Bu örneklemeler, hâlihazırdaki siyasal İslam’a birtakım göndermeler içermektedir.

12 Eylül’den sonra Türkiye’nin Batı bloğuyla bütünleşme çabalarındaki artış, dönemin politikaları incelendiğinde açıkça görülmektedir. Alev Alatlı romanlarında Doğu ve Batı medeniyeti tercihi noktasında kendisini doğulu olarak görmekte ve Türkiye’nin bir Asya kavmi olduğunun altını çizmektedir. Yazar, teknokrat Avrupa’ya karşı Asya’nın sahip olduğu kadim insani değerleri ön plana çıkarmakta ve toplumu bu açıdan uyarma gayreti içerisindedir.[56]

Alatlı’nın devletle ilgili yaptığı bir diğer eleştiri düşünce suçu meselesidir. 12 Eylül öncesi ve hatta 12 Eylül ile başlayan süreç dikkatlice incelendiğinde birçok vatandaşın sadece fikirleri sebebiyle ceza aldığını görmekteyiz. Alatlı’ya göre devletin düşünceyi yasaklama yoluna gitmesi yanlıştır. Çağdaş devlet anlayışına ters olan bu durum yazarın “İşkenceci” isimli romanının giriş kısmında yer alan bir alıntıda net bir şekilde ortaya konmuştur. Bu alıntı yazarın babası olan Kurmay Albay Ertuğrul Alatlı’ya aittir. 12 Eylül sonrası yeni anayasayı hazırlamak üzere Milli Güvenlik Kurulu ile birlikte hareket eden bir diğer organ olan Danışma Meclisi’nde konuşan Ertuğrul Alatlı’nın tutanaklarda geçen şu ifadelerine yer verilir: “ ‘Düşünce suçu’ olmaz, düşünceye ‘engel koyma’nın suçu olur. Düşünce silahlı eyleme dönüşürse, engel, düşünceye değil, silâha ve ‘yasadışı eylem’e konur. Modern devlet, düşünceye sınır koymayacak kadar güçlü ve düşünceli olmak mecburiyetindedir.”[57]

 

12 Eylül Sonrası Apolitize Anlayış Üzerine Kurulu Devlet Politikası

12 Eylül darbesinden sonra oluşan yeni yönetim, Türk gençliğin politikadan soğutulmasını temel gaye edinmiştir. “Savaşmasınlar sevişsinler” düsturundan hareketle Türk gençlerinin sistemli bir şekilde ideolojisizleştirildikleri bilinen bir gerçektir. Bu “fikirsizlik” durumu toplumda ciddi birtakım sıkıntılara sebep olmuştur. Alev Alatlı bu durumu “Schrödinger’in Kedisi” isimli serisinde ele alır. “Kâbus” ve “Rüya”[58] isimli iki kitaptan oluşan bu seri, fütürist anlayışla kaleme alınmış, distopik bir seridir. “Alev Alatlı’nın romanlarında gördüğümüz temel özelliklerden biri, bireysel ve toplumsal olaylara çağ öteci düşüncenin oluşmasında etken olan hususlardan bakmasıdır.”[59]

Doksanlı yıllardan itibaren Sovyetlerin çökmesiyle başlayan tek kutuplu dünya düzeni Batı’nın her alanda mutlak üstün olmasına sebebiyet vermiştir. Batı tarafından ortaya konan “Yeni Dünya Düzeni” anlayışı, hedef ülkeler üzerine düzenlenecek birtakım psiko-sosyal operasyonları kapsamaktadır. Temelde, ele alınan toplumu değerlerinden koparmayı hedef alan bu anlayış, yukarıda izah etmeye çalıştığımız yeni yönetimin ideolojisizleştirme çabalarıyla paralellik arz etmiş ve Türkiye’de değer yargılarından kopmuş bir neslin oluşturulmasında önemli bir etken olmuştur.[60]

Alev Alatlı, yukarıda saydığımız durumların toplumsal bir felakete dönüşeceği kanısındadır. “Kâbus”ta bu yeni düzenin Türkiye’yi nasıl parçaladığını, üniter devlet yapısını ve ulus-devlet bilincini nasıl yok ettiğini anlatır. Yazar, bu durumların oluşmasında temel etken olarak toplumun birbirini anlamayacak hâle gelmesini ve millî-manevi değerlerin zayıflamasını gösterir. Nitekim 12 Eylül sonrası süreç de Türk toplumuna tam bu yönde etki etmiştir. Özellikle medya yoluyla dayatılan Batılı kültür, Türk gençliğinin değer yargılarından kopmasına sebep olmuştur. Mankurtlaştırılan bireyler, Türkiye ile ilgili herhangi bir hassasiyet gösterme idrakini kaybetmiş, bunun yanı sıra ahlaki, millî, manevi ve ailevi değerlerinden kopmuş/kopartılmıştır. 12 Eylül sürecinin yaşattığı acılar genellikle darbe yönetiminin hapishanelerde yaptığı kötü uygulamalarla akla gelmektedir. Ancak, belki de 12 Eylül’ün en büyük acısı, üç-dört kuşak sonra dünya ve Türkiye gerçeklerinden tamamen kopmuş, reel dünyaya dair en ufak bir düşüncesi olmayan, dizayn edilmiş bir toplumla belirecektir. Şuursuz bireylerin kuracakları aileler, şuursuz evlatların yetiştirilmesinin önünü açmıştır. Bu da ilerleyen dönemler için Türk toplumunun ciddi sıkıntılar yaşamasına sebep olacaktır.

Alatlı yukarıda izah etmeye çalıştığımız kötü senaryonun gerçekleşmemesi için Rüya’da birtakım çözüm önerileri sunar. Yazar, Türkiye’nin toplumsal olarak “hasta” olduğunu, ancak bu hastalığın tedavisinin de mümkün olduğuna işaret eder. Ayrıca yazarın “Gogol’un İzinde” serisi de Rusya örneği üzerinden Türk toplumunun yaşadığı bu “hastalığa” karşı çeşitli reçeteler içermektedir.

12 Eylül ile birlikte başlayan toplumu şuursuzlaştırma çabaları beraberinde yabancılaşmayı getirmiştir. Yazar, romanlarında bu noktada toplumu uyarmakta ve yabancılaşmaya karşı, Türk toplumunun bütüncül, cemiyetçi yapısını koruması gerektiğine işaret etmektedir. Batı dünyasındakine benzer şekilde oluşan ve beraberinde toplumsal şuursuzluğun hâkim olduğu bencil bireyselleşme eğilimleri, yazara göre bölücü etki göstermektedir. Nihilist tavırla yetişen bireyler, ülke sorunlarından habersizdir. Umursamazlık Türk toplumu için yıkım getirecektir. “Kabus” isimli romanda “İmre Kadızade” şu ifadeleri kullanır: “…Türk nihilizmi, izleyecek büyük drama, ülkenin parçalanmasına da öncülük etti.”[61]Yazar, gençlerin nihilist tavrının altında yatan bir diğer sebebi de siyasi parti liderlerinin yaptığı yanlış işlere bağlar. Yazara göre bu durum gençlerde nefret ve kızgınlıkla başlayan umursamazlığın temelini oluşturur.

Yazar, romanlarında Türk toplumunun bir tür fikir buhranı yaşadığı kanaatindedir. “Kâbus” isimli romanında “İmre Kadızade” isimli kahramanın değerlendirmeleri bu noktada dikkat çekicidir. Dikkatli bir şekilde tetkik edildiğinde Alev Alatlı’nın kayda değer tespitlerinin romanda bu kahraman aracılığıyla aktarıldığı görülecektir. Türk toplumunun ideolojik açıdan yaşadığı boşluk sebebiyle, bireylerin ifade edemedikleri bir kaosun içinde olduğuna işaret eden yazara göre bu dönem bir anlamda “fikirsel fetret” dönemidir. Bu fikirsel fetret dönemi bireyleri edilgenleştirmiştir.[62] Bu durumdan rahatsız olan bireyler ise çareyi geçmişe sığınmakta bulmuşlardır. Yazara göre Tanzimat’tan beri süregelen Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi yaklaşımların hâlâ canlı olmasında bu durum etkilidir.[63] Yazar, bu ideolojik kaosun bir diğer sebebi olarak da sahte aydınların topluma “biz adam olamayız” düşüncesini aşılamasını gösterir. Toplumun geleceğine ilişkin kötümserliğin yaygın olması, bu sahte aydınlar tarafından kullanılmaktadır. Bunu, kendilerine yandaş bulmak ve kendi sahtekârlıkları mazur göstermek için kullanmaktadırlar. Yazara göre bu isimler yeri geldiğinde Atatürk’ü de dini de kullanmaktadırlar.

Sonuç

Ülkücü camiaya dışardan bakan bir yazar olan Alev Alatlı, Türk roman ve fikir hayatının en orijinal şahsiyetlerindendir. Türkiye’de bu anlamda bir Alatlı örneği yoktur; camianın dışından ama hakkaniyetli, ülkücüleri ve mücadelelerini anlamaya çalışan ve değer veren; Türkiye’nin geleceğini onların mücadelesine bağlı gören ilk aydın ve sanatçıdır o. Alev Alatlı’nın romanlarının dikkat çeken yanı; roman türünün itibarını kurtaran eserler vermesidir. Şöyle ki, 12 Eylülcülerin sadece “duygusal aşk” öyküsüne indirgemeye çalıştığı roman türünü Tanpınar çizgisine yeniden bağlamış; kültürün, sanatın, ideolojinin derinlemesine tartışıldığı sanat metnine dönüştürmüştür. Alatlı’nın romanlarında, Türkiye’nin ideolojik süreçleri geçmiş, günümüz ve gelecek şeklinde ele alınmaktadır. Yazar, geçmiş üzerinden çeşitli eleştiriler sıralarken amacı hatalardan ders çıkartılmasını sağlamak yönündedir. Çünkü yazara göre, günümüzde görülen sorunların temelinde, toplumun geçmiş dönemdeki ideolojik sürece dair sağlam bilgisinin olmaması yatmaktadır. Bu durum hâliyle Türkiye’nin “fikrî hastalık” geçirmesine sebep olmaktadır. Eğer bu hastalık iyileştirilmezse, yazarın da kurguladığı şekilde, gelecek Türkiye için daha da sıkıntılı olacaktır.

 


        [1] Alatlı, A., (2009a), Aydınlanma Değil, Merhamet, İstanbul, Everest Yay., s. 22.

        [2] Alatlı, A., (2007a), Viva La Muerte!, İstanbul, Everest Yay.

        [3] Alatlı, A., (2001), ‘Nuke’ Türkiye, İstanbul, Alfa Yay.1

        [4] Alatlı, A., (2003), Valla, Kurda Yedirdin Beni!, İstanbul, Alfa Yay.

        [5] Alatlı, A., (2013a), O.K Musti Türkiye Tamamdır, İstanbul, Everest Yay.

        [6] Alatlı, A., (2007b), Kâbus, İstanbul, Everest Yay.

        [7] Alatlı, A., (2007b), s. 601.

        [8] Alatlı, A., (2005), Dünya Nöbeti, İstanbul, Everest Yay., s. 222-223.

        [9] Alatlı, A., (2007b), s. 306-307.

        [10] Alatlı, A., (2007b), s. 350.

        [11] Alatlı, A., (2005), s. 487.

        [12] Alatlı, A., (2007a), s. 623.

        [13] Alatlı, A., (2007a), s. 449.

        [14] Alatlı, A., (2007a), s. 3.

        [15] Alatlı, A., (2007a), s. 623.

        [16] Alatlı, A., (2007a), s. 4.

        [17] Alatlı, A., (2003), s. 415.

        [18] Alatlı, A., (2003), s. 455.

        [19] Alatlı, A., (2003), s. 461.

        [20] Alatlı, A., (2007a), s. 330.

        [21] Alatlı, A., (2013a), s. 72.

        [22] Alatlı, A., (2007a), s. 512.

        [23] Alatlı, A., (2003), s. 90.

        [24] Alatlı, A., (2003), s. 83-84.

        [25] Alatlı, A., (2003),  s. 84.

        [26] Alatlı, A., (2013a),  s. 303.

        [27] Alatlı, A., (2003), s. 245.

        [28] Alatlı, A., (2007a), s. 428.

        [29] Alatlı, A., (2007a), s.532.

        [30] Alatlı, A., (2013a), s.79.

        [31] Alatlı, A., (2013a), s.164.

        [32] Alatlı, A., (2013a), s. 85.

        [33] Alatlı, A., (2013a), s. 285.

        [34] Alatlı, A., (2013a), s. 289.

        [35] Alatlı, A., (2013a), s. 299.

        [36] Alatlı, A., (2013a), s. 300.

        [37] Birden fazla kadınla evli olma hâli.

        [38] Alatlı, A., (2013), s. 27.

        [39] Alatlı, A., (2007a), s. 326-327.

        [40] Alatlı, A., (2013b), İşkenceci, İstanbul, Everest Yay.

        [41] Alatlı, A., (2013b), s. 82.

        [42] Alatlı, A., (2013b), s. 84.

        [43] Alatlı, A., (2013b), s. 54.

        [44] Özkazanç, A., (1983), Siyasal Akımlar; Türkiye’de Yeni Sağ, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.15, s. 1218.

        [45] Özkazanç, A., (1983), s. 1223.

        [46] Yazar, Kâbus isimli romanında “ödün” meselesini “Eski Türkiye” örneği üzerinden sık sık dile getirir.

        [47] Alatlı, A., (2007c), Kadere karşı koy A.Ş., İstanbul, Everest Yay., s. 158.

        [48] Alatlı, A., (2007b), 537.

        [49] Behmoaras, L.; Kulin, A.; Alatlı, A., Mazıcı, N., (2009b), Yalnız Değilsin, s.42.

        [50] Alatlı, A., (2007a), s. 214-215.

        [51] Bora, T., (1983), Siyasal Akımlar; Milliyetçilik, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.15, s.  s.1232.

        [52] Yazarın O.K. Musti Türkiye Tamamdır isimli romanında ülkücüler geniş ölçüde yer alır.

        [53] Serinin birçok yerinde Günay Rodoplu’nun “Kızıl tuğ kadar Türk” şeklinde tanımlanması dikkat çekicidir.

        [54] Çiğdem, A., Siyasal Akımlar; İslamcılık, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.15, s.  s. 1231.