# Etiket
##GENEL #Edebiyat #EDEBİYAT #Tarih

Ahmet KABAKLI: Avrupa’da Vaktiyle Var Olan Türk Saygısının Sebepleri

Ahmet KABAKLI

9 Mart 1979 günü Kubbealtı Cemiyeti Konferans Salonunda «Avrupa’da Vaktiyle Var Olan Türk Saygısının Sebepleri» isimli seminer olarak verilmiştir.  

Değerli arkadaşlarım, sevgili gençler,

Mevzûumuz: Eskiden Avrupa’da Türk neden sayılırdı, şim­di Türk Avrupa’da neden sayılmıyor, neden dikkate alınmıyor, neden her yerde çok fazla itibarsız durumdayız? Bir başka de­yişle Avrupalının Osmanlı Türkü’ne bakışıyla bugünki Türk’e bakışı arasında neden böyle büyük bir fark meydana gelmiştir? Avrupa mı değişti, biz mi değiştik, ikimiz birden mi değiştik? Bildiğimiz büyük fark var ortada, bu fark nedir?

Dün ne idik – niçin bugün böyleyiz? Dün neden Avrupa için biz çok mühim bir millettik, çok mühim bir devlettik? Bunu tahlil etmek takdir edersiniz, ki bir konferanslık mes’ele değildir, bir sohbetlik mes’ele değildir, büyük bir inceleme işidir ve incelenmemiş bir mes’eledir. Bizim ümidimiz, Fetih Cemiyeti’nin, Kubbealtı Cemiyeti’nin, Yahyâ Kemâl Enstitüsü’nün bulunduğu şu binâya buranın çok muhterem başkanı Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, İlhan Ayverdi’nin teşebbüsleriyle olan bu çalışmalar, içinde buraya gelen gençlerin belki de ken­dilerine işâret ettiğimiz, birazcık ışık tuttuğumuz bu mes’elelerde derin etüdler yapmaya gitmeleridir.

Biz işaret taşlarıyız, siz buradan belki büyük ülkelere gi­debileceksiniz. Umûmiyetle az yazan, az düşünen, az araştıran bir millet manzarası arzetmekte olduğumuz için belki de geri kalmışlığımızın belki de bugünki itibarsızlığımızın önde gelen sebebi bu olabilir. Âlim yetiştirmiyoruz, araştırıcı yetiştirmiyoruz, kendimizi tanımıyoruz, mâzîmizi tanımıyoruz, bundan ötürü itibarsızız, bundan ötürü seviyesiz, bundan ötürü ciddîye alınmıyoruz.

Dünyânın hiç bir yerinde bizdeki kadar câhil diplomalı yok, diploma alıp da bu ölçüde câhili olan, bu kadar çok dip­lomalı câhili olan bir ülke yok, bu ölçüde câhil profesörü olan bir ülke yok, bu ölçüde câhil gazetecisi olan bir ülke yok, bu ölçüde hattâ câhil din adamı olan bir ülke yok. Pek tabiî bütün bunların muhâsalası olarak öğrencilerimiz de iyi yetişmiyorlar, gazete iyi olmaz, televizyon iyi olmaz, medrese iyi olmaz, üni­versite iyi olmaz, lise iyi olmaz ise âilenin de iyi olmayacağı, gençlerin de iyi yetişmeyeceği bir açıklık kazanır.

Bu cemiyeti yaşatacak olanlar sizlersiniz. Biz bunları söy­leyip gitmeye memuruz. Siz daha çok uzun zaman bu cemiyeti sürdürmeğe mecbursunuz, şerefli haysiyetli yaşamaya mecbur­sunuz. Şerefli, haysiyetli yaşamanın da formülü: İlim, san’at ve hünerde yükselmek olduğunu takdirlerinize sunarım.

Akif’in bir şiirini hatırlayalım, diyor ki:

«Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz,

Gelmişiz dünyâya, millet nedir öğretmişiz.»

O  da, demek ki, 60 yıl evvel söylemiş, bu şiir parçasında bile mâzîmizden son derece geri kalmış, artık milletlikten çık­mış bir topluluk hâline geldiğimizi acı bir dille ifâde ediyor. «Bir zamanlar biz de milletmişiz» ne demektir? Şimdi millet değiliz. O halde ipin ucunu yakalar gibi olduk. Osmanlı’nın zamânında biz milletmişiz, şimdi millet değiliz. Osmanlı’nın zamânında millet olduğumuz için büyük saygı görmüşüz, şim­di millet olmadığımız için saygı göremiyoruz.

Buradan hemen sual gelir; Millet olmak ne demek? Millet olmak kendine has şahsiyet sâhibi olmak demektir. Sual hemen arkadan gelmelidir; şimdi de Türk Milleti diyoruz, hattâ iddia­mız var, Osmanlı kozmopolit idi diyorlar, birçok ırklardan, birçok dinlerden teşekkül ederdi diyorlar. Şimdi ise hemen he­men tek ırk, tek soy üzerine, hâkim bir soy üzerine kurulmuşuz, hemen hemen tek din üzerindeyiz, istisnâlar çok az.

Böyle olduğu hâlde, o zaman nasıl milletmişiz de şimdi neden millet değiliz? Öyle ise millet olmak şahsiyet olmak de­mektir. Şahsiyet olmak nedir? Şahsiyet olmak kendine göre olmak demektir. Kendine göre, tıpkı insandaki şahsiyet gibi millette de şahsiyet bulunur.

Kime insan deriz? Kendine göre zevkleri olan, kendine göre fikirleri olan, başkalarından bu fikirleri ve sözleriyle ayırt edilen kendine göre düşünüş tarzı hattâ, kendine göre kıyâfeti, hükümleri, jestleri, huyları, konuşuş tarzı, yemek ye­me tarzı olan kişiye nasıl biz şahsiyet dersek, onun gibi kendine göre san’atı yâni mimârîsi, mûsikîsi, edebiyâtı. dili, terbiyesi, nâmus, ırz telâkkisi, ibâdet tarzı, dinî anlayış tarzı, zevki, estetiği, çiçek yetiştirme usûlü, sevdiği çiçekler, ağaçlar, câmilerine yâhut mâbedlerine verdiği şekil olan milletlere de biz ancak şahsiyet deriz.

Kendine göre politikası, kendine göre disiplini, kendine benzer ordusu, kendine benzer sanâyii, kendisi için kendisi ta­rafından meydana getirilmiş sanâyii olan, ordusu kendi duy­gularım taşıyan, ordusunun kendine göre şahsiyeti olan, üni­versitesinde hocalarının tutumu, tarzı, giyimi, kuşamı ancak, eğer biz Türk isek, Türkvâri olan, Fransızsak Fransızvârî olan, Yunanlıysak Yunan tarzında olan bir millet ayırdedilebilir, di­ğerlerinden ayrılır.

Fransa’ya gidersiniz, ayırd etmek kabildir bu adamları. Hattâ yürüyüşlerinden, hattâ vitrinlerindeki mankenlerden, hattâ kiliselerindeki -heykellerinden ayırd etmek mümkündür. Kiliselerdeki Meryem yâhut melek heykelleri aynen sokakta yürüyen, mağazada çalışan kadınlarına, kızlarına benzerler. Binâenaleyh mankenler gibi ezberden, tepeden inmiş değiller­dir. Hani kalıp var, döküyorlar, bizde de manken var ama hayır, Kadıköy’de yaşayan kız Bâyezid’de yâhut Kayseri’de yaşayan erkek değildir bizimkiler. Oradaki mankenler yâni Louvre’da, görülen heykeller, hep o ülkede yaşayan erkek veyâ kadındır. Otomobiline koyduğu zevk de odur, evinin konforu da odur. Zannedersiniz ki beynelmileldir, ama değildir. Almanlarla, Fransızlar birbirine hudut, yakın iki millettir: Hristiyandırlar, uzun bir târihi yanyana yaşamışlardır; coğrafyaları birbirine benzer. Fakat Alman hudûdundan Fransız hudûduna geçince bakarsınız ki birdenbire herşey değişmiştir. Modem araçlarda dahî buna dikkat ederler. Arabalarında, bahçe yapma tarzla­rından kaldırımlarında, mâbetlerinde, herşeylerinde, ev mimârîlerinde, «Tam Alman tarzı bir bina, tam Hollanda tarzı bir resim deriz», ne demektir? Van Gogh’a bakarsınız Hollanda’yı çizmiş, çizdiği bir tarla, ama Hollanda tarlası. Türkiye’de bir tarla olmaz bu, adam çünkü öyle çiziyor. Demek oluyor ki milletlerde şahsiyet, tıpkı insanlardaki şahsiyete benzer, tıpı tıpına şahsiyet olmadan millet olmaz.

İstediğiniz kadar Türk’ü, daha elli milyon Türk’ü getirin . bu toprakların üzerine oturtun. Hepsinin de suyunu çıkarın Türk olsun, hepsinin de dînine bakın İslâm olsun, yine de eğer bunlara belli bir kültür, belli bir seviye, belli bir zevk eğitimi vermezseniz bunlar millet olamazlar. Nasıl ki biz bu­gün millet olamamaktayız. Çünki üniversitemiz bu milletin hizmetinde değil, çünki devletimiz bu milletin kültürünü hak­kıyla benimsemiyor. Çünkü TRT’miz bu millete zıt gidiyor. Çok zaman onu yıkmak, tahrib etmekle meşgul. Başka nizam­lar için, başka ideolojiler için, başka zevkler için, başka düşün­celer için TRT millete kaç kereler tuzak kurmuştur. Basını­mızın % 80’i yine öyle. Devletimizin ödü kopuyor millî bir şeyi tutmaktan, bu millete âit bir şeyi tutmaktan. Meselâ bin emek­le bir Türk Mûsikîsi Konservatuvarı açıyorsunuz, hemen bir balta! Onu nasıl yıkacaklarını düşünüyorlar. Böyle olunca de­mek ki devlette millet müşterek bir kültürün içine girmiş değildir. «Türk» denilen insanın nasıl yetiştiğini, hangi terbiye ile, hangi zevkle yetiştiğini tâyîn etmiş bir Millî Eğitim Ba­kanlığımız, bir Kültür Bakanlığımız yoktur. Herkes aklına eseni getirmektedir, yapmaktadır. Binâenaleyh şahsiyetimiz yoktur, şahsiyetimiz olmadığından ötürü milletimiz yoktur.

Biliyorsunuz, Türk mîmârisi denince, (sayın üstâdımız Ekrem Hakkı Bey buradalar) mutlakâ Osmanlı mimarisini ha­tırlıyoruz, başka yok. Yâni Tanzimat’tan bu yana 150 yıl geç­miş, bu millet bir mimâri kuramamış, devâm ettirememiş, Türk Mûsikisi denince de yine Türk San’at Mûsikîsini ve Halk Mû­sikisini hatırlıyoruz. Yâni mevcûd olan, yâni’ 150 yıl önceye kadar var olanı. O zamandan bu yana ne mimârîde bir zirve, ne mûsikide bir zirve meydana gelmemiş.

Edebiyatta var gibi görünüyor ama ben yaşlandıkça, tetkîk ettikçe görüyorum ki edebiyatta da pek yok, yâni en kalabalık orası görünüyor, ama iyice baktığımızda öyle değil. Tanzimat’­tan beri öyle hiç bir zaman Bâki’nin, Şeyh Galib’in, Yunus’un zirvesinde bir adam çıkmamış. Çıkan bir tâne Yahyâ Kemâl var.

O  da hemen hemen halli hamur olmuş Osmanlı’nın havası içinde de bir zirve teşkil edebilmiş. O da yine Osmanlı’ya bağlılığı, Osmanlı’yı sezmesi, anlaması, kavraması sâyesinde bir şey vermiş. Bir, hani diyorlar «Neo-romantizm» yeni romantizm, yeni Osmanlı’dır Yahya Kemâl. Şiirinde Osmanlı’yı yenileyen adam olmak dolayısiyle büyüktür.

Mimârîde Osmanlıyı yenileyen bir adam çıkmadığı için mûsikide Osmanlı’yı yenileyen bir adam çıkmadığı için, diğer san’atlarda Osmanlı’yı yenileyen bir adam çıkmadığını açıkça görmek mümkündür. Demek oluyor ki şahsiyet iken bir şah­siyetsizlik dönemine düşmüşüz. Çünkü şahsiyet eser verir, şah­siyet ortaya şekil verir, san’at eserinde hattâ gündelik eşyâda (hani evde kullanılan maşa, mangal, sahan var ya) bunların hepsinde Osmanlı’nın şahsiyeti var. Neden mangalı oturtuyor­sunuz, o ne zamandan kalma? O da Osmanlı’dan kalma Türk evi, Türk divanı, Türk köşesi filân yapa yapa getiriyorlar. İki asır evvele âit ne bulursak onları getirip koyuyoruz, tepsi, sini vesâire diye levha. Görüyorsunuz ki bir şahsiyetsizlik bııhrânına gitmişiz. Şahsiyetsizlik milliyetsizliği doğurmuş, mil­liyetsizlikle şahsiyetsizlik de birbirini destekler vaziyete gelmiş.

Şimdi yine biz misâlimize devâm edelim : Nasıl bir insan şahsiyetli olduğu için saygı görür ise şahsiyetsiz olduğu için horlanır, tahkir edilirse, işte onun gibi milletimiz de şahsiyetli olmadığı için, yâni şahsiyeti bir takım kuvvetler tarafından res­men silinip ortadan kaldırıldığı için saygı görmüyor.

Bir adam tasavvur edin, onun bunun yemek yeme tarzına bakıyor, böyle onun ağzına bakıyor, o nasıl kravat bağlamış öyle bağlıyor, nasıl dans ederse, «dans öyleyse çok mühimdir» diye­rek dans ediyor, o adımını şu yana atarsa, demek ki adımını bu yana atmam lâzım» diye öyle düşünüyor. O, Ruslara hayran olmak lâzım, Ruslara hayran oluyor, Amerikalılara hayran ol­mak lâzım, Amerikalılara hayran oluyor, velhâsıl kendisine âit hiçbir şey yok, hep başkasında gördüğünü yapmaya ça­lışıyor, bu adam siz de bilirsiniz ki alaya alınır, küçümsenir, zavallının biri sayılır. Fransız gibi ıslık çalar, Alman gibi yürür, bilmem Rus gibi bıyık bırakır, bu kişiye adam deme­yiz biz, zavallı ve komiktir. Geliyor, bir yabancıya mimâri diye, Avrupa’da yapılmış tarzların en çirkinini, en basitini, en ba­yağısını ve onlarda olanın en kötüsünü gösteriyorsun, «Kon­ser vereceğiz» size diyorsun; onların müziğinin en kötüsünü ve en kötü icrâ tarzıyla sunuyorsun. Adam Türkiye’ye ge­lecek de İstanbul Festivali seyredecek, niye gelsin. Adam Tür­kiye’yi çok ciddîye alacak, niye alsın? Fikirde de öyle, Rusya’­daki, Çin’deki, her taraftaki rejimlerin propagandacıları var Türkiye’de. Hani yaratıcı olsalar, ciddî bir şey ortaya koymuş olsalar! Hayır öyle bir şey yok, hâşâ. Oralarda söylenenlerin en kötüsünü, en berbâdını, en bayatını, eskimiş plaklar gibi Türkiye’de söylüyorlar. Böylelerine kim saygı duyabilir? Ame­rika için aynı hayranlık, Rusya için, Fransa için, Çin için aynı hayranlık bunlarda görülüyor.

*

Görüyorsunuz ki, nasıl ancak şahsiyetli adam saygı duyar, saygı görür, sayılır, benimsenirse, tıpkı onun gibi şahsiyetli millet de sayılır, saygı görür. Şimdi mes’elemizi bir mânâda ortaya koyduk: Dedik ki; milletler insanlara benzer, insanlar şahsiyetli oldukları ölçüde saygı görürler. İnsanın şahsiyeti milletin milliyeti demektir, millete milliyet insanda şahsiyet gibi bir mânâya gelir. Bunu bir milletin üzerinden aldığımız takdirde o millet artık sayılmaz, çünkü kendisine taklitçi gö­züyle, küçük gözüyle, basit ‘gözüyle bakarlar. «Vaktiyle var olan Türk saygısının sebepleri» derken vaktiyle bizde bulunan bir şahsiyete dost ve düşman bütün Avrupa’nın saygı duyduğunu size anlatmış oldum.

Bu hususta da elimizdeki kaynaklar kifâyetsiz, hele bizde hiç yok. Neydi bizim şahsiyetimiz? Bunu ancak yazılmış bâzı eserlerden, Evliyâ Çelebi, Seyahatnamesinden bir de ayakta duran mimâri eserlerimizden, şiirlerimizden, mûsikî eserleri­mizden çıkarabiliyoruz. Fakat ne yazık ki vaktiyle de yazmayı fazla sevmediğimiz için şahsiyetimizi tahlil eden, değerlerimizi ortaya koyan, «neydi bizim Osmanlı Medeniyeti, Avrupa neden buna büyük saygı duyardı» diye tahlil eden eserlerimiz çok azdır.

Bundan ötürü ben size en değerli kaynak olarak bilhassa Batı seyyahlarının, Türkiye’de bulunmuş olan Batı’dan gelme bâzı kimselerin yazdıkları hâtıra, seyahat: nevinden eserleri tavsiye ederim. Bunların içerisinde çok insaflı, çok değerli in­sanlar vardır. Bunlar gördüklerini tesbît etmişlerdir ve yazmış­lardır. Kimisi hristiyanca yazmıştır, kimisi hor bakarak yaz­maya çalışmıştır. Kimisi hayran olarak yazmıştır. Fakat bütün söyledikleri tetkike değer, çünkü bizim mâzimizi yine de en sağlam veren onlardır. Onların gravürleri vardır, onların tas­virleri vardır, onların hükümleri vardır.

Kânûnî devrinden beri, hattâ Fâtih devrinden beri Türk cemiyetine gelmiş, dolaşmış yabancı şahsiyetlerin bizim hakkı­mızda, bilhassa İstanbul üzerinde pek çok . kitapları bulunmak­tadır. Bunların bir kısmı Tercüman 1001 Temel Eser’de, bir kısmı Hayat yayınları arasında, bir kısmı Fetih Cemiyeti’nin yayınları arasında, bir kısmı türlü yerlerde çıkmıştır. Bunları araştırmamızı, okumanızı tavsiye ederim. İçinde verilen bize âit tenkidler de önemlidir, çünkü bizim târihçilerimiz umu­miyetle yalnız meziyetlerimizi ortaya koymak temâyülündedirler, hâlbuki mâzimize de tenkitçi gözle dikkatle bakmakta büyük fayda vardır.

Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati*

Bu bakımdan ben size önemli bir kitabı bugün tanıtmayı uygun görüyorum:

Bu kitabın adı «Kânûni Devrinde İstanbul», Fuad Carım tarafından İspanyolca’dan Fransızca’ya, Fransızca’dan Türkçe’ye çevrilmiş bir eser, 1964’de neşredilmiş. Eserin asıl adı «Türkiye Seyahatnamesi» imiş, yazan esasta belli değil. Eser İspanyolca el yazması hâlinde dört asır beklemiş, dört asır hiç yayınlanmamış. İspanyolca’da da yayınlanmamış.

Eser hangi maksatla yazılmış, onu tâyin etmek oldukça güç, yalnız bize Montesquieu’nün “İran Mektupları”nı hatır­latıyor, öyle bir üslûpla yazılmış. İspanya kralına Türkiye’nin üstünlüklerini anlatarak, İslâm âleminin pay-ı tahtı olan Tür­kiye’nin üstünlüklerini anlatarak ders vermeye çalışıyor, dolay­lı. Bu tarz XVII. asırda Fransa’da çok gelişti Montesquieu’den başlayarak Voltaire’de Diderot’da bu tarz gelişti. Ülkelerindeki kral istibdâdiyle doğrudan doğruya mücâdele edemiyorlardı, dolaylı mücâdele ediyorlardı. Dolaylı mücâdele için de Doğu’yu anlatıyorlardı onlara. Doğu da Türkiye demekti. Türkiye’nin büyüklüğünü, müsâmahasını, zenginliğini, dürüstlüğünü, fazi­letini anlatmak sûretiyle, ordusunu, hoşgörürlüğünü, haysiye­tini, zenginliğini anlatmak sûretiyle.

Yazan esir düşmüş, hattâ Turgut Reis’in bir yakını tara­fından esir alınmış; kendisine hekim süsü vermiş, kürekten kur­tulmak için, çok ilgi çekici bir hayat hikâyesi var adamın. He­kim süsü vermiş, çünkü küreğin çok ağır, zahmetli olduğunu bi­liyor. Ama yine de İspanyol gemilerindeki esirler kadar Türk gemilerindeki esirlere eziyet edilmediğini nâmus ve dürüst­lükle anlatıyor. Ayrıca hekim olmadığı hâlde okur-yazar olduğu için «ben nabız doktoruyum» filân diye idâre etmiş. Sonun­da da kendisine hekim muâmelesi yapılmaya başlanınca, (Türk her zaman saftır!) hakikaten çok nâmuslu bir adam gibi dav­ranmış. Zâten bilgili olan bu esir bir sürü tıp kitabı karıştırmış ve gerçekten de hekimlerden daha iyi bir hekim olmuş. Hattâ Sinan Paşa’yı, Kânûnî’nin vezirlerinden Sinan Paşa’yı tedâvi edecek kadar ilerleyip onun mâiyetine girmiş. İstanbul’da dört sene kalmış, önce Galata kulelerinden birinde Sinan Paşa’nın esirleri arasında yaşamış, Sultan Ahmed’de at meydanında, Si­nan Paşa Sarayı’nın inşâsında işçilik yapmış, bir taraftan Sinan Paşa’nın gözdesi olmuş, bir taraftan ara sıra Sinan Paşa bunu hırpalamış. Fakat o kadar nâmuslu, o kadar haysiyetli bir adam ki Türklere âit her gördüğünü doğru dürüst söylüyor. Türkler hakkında İstanbul üzerine, İslâm dînine dâir şaşılacak kadar çok ve doğru şeyler biliyor.

Karıştırdım, araştırdım, Türkiye’ye gelmiş seyyahlardan hiçbiri bu kadar vukufla bizim cemiyetimize eğilebilmiş de­ğildir. Adam koyu bir hristiyanmış hattâ Sinan Paşa kendisini cellâtla tehdit ettiği hâlde hristiyanlıktan ayrılmamıştır, bu da çok dikkat çekici bir şey. Nâmuslu ve haysiyetli bir İspanyolmuş, İspanyol devletine hizmet etmek için bu kitabı yaz­mış, fakat yazdığı şeyde Türkleri incitecek hiçbir şey ve en ufak bir yalan yok. Bilâkis yalan söyleyenlerle, Türkler hak­kında yalan söyleyenlerle mücâdele ediyor. Herşeyi mümkün olan objektif tarafsızlıkla söylemeye çalışıyor.

Yazdığı kitap bir triyolog şeklinde, bir üçlü konuşma şek­linde kaleme alınmış. Üç tâne tip var: bunlardan birisi ken­disi oluyor, diğer ikisi de esirlikten kurtulduktan sonra İspanya’da bulduğu iki arkadaşıdır. Onlar kendisine İstanbul’u so­ruyorlar, Malta’yı soruyorlar, İzmit’i görmüş orayı soruyorlar, türlü yerleri, Türklerin hayatlarını, kadınlarını, sarayı, pâdişâ­hı, orduyu soruyorlar. O da bu hususlarda-bildiklerini anlatıyor. Eser böylece meydana gelmiş. Mütercim Fuad Carım’ın anlat­tığına göre : eser bunun iki katı büyüklüğünde imiş, fakat bize ancak bu kadarı lâzım diyerek,- (ki eserin aslım İspanyolca’­dan bütünüyle tercüme etmek gerektir.) bu iki yüz kadar, 187 sahifelik kitap meydana getirilmiş.

Eserin birinci bölümünde adamın nasıl esir olduğu, İstan­bul’a gelişi bir roman zevki ile anlatılmakta. İstanbul’daki esâret hayâtı, çektiği ıztıraplar, çileler son derece objektif, kimseyi kınamadan, ayıplamadan, «bizde İspanya’da bundan daha beteri vardır» diyerek devamlı yazmış. Çok dikkate de­ğer, hem hristiyan hem esir, hem son derece iyi tanıyor bizi. Duymakla yazılacak bir kitap değil, adamın doğru söylediği muhakkak. Türkiye’yi çok iyi biliyor, manzaraları, şehri, sarayı tanıyor. Kapıları, kuleleri, meydanları tek tek biliyor. Adamın Türkiye’de yaşadığı da şüphe götürmez. Fuad Carım’ın ifâde­sine göre yazar, birçok tâbirleri İspanyol alfabesiyle fakat Türkçe yazmıştır. Türkçe bölümler tırnak içine alınmıştır. Ese­rin bu güne kadar neşredilmeyip de el yazması hâlinde kalma­sının İspanya’daki engizisyon mahkemesiyle ilgili olduğunu dü­şünenler vardır. Muhtemelen, İslâm’ı metheden, yâhud da yer­meyen bir eserin İspanya’da yayımlanmasının hemen işken­ceyi mûcip olacağı düşünülmüştür. Nitekim ancak XX. asrın ortalarında İspanyolca olarak neşredilmiştir. Adam diyor ki bir yerde vaziyeti kurtarmak için, belki de hakikaten maksa­dım ifâde için o zamanki İspanyol kralı Şarlken ve oğlu II. Philip zamanlarına tesâdüf ediyor, eserin anlattığı târih, bizde de Kânûni devrine rastlıyor. Yâni İstanbul’da hemen hemen en haşmetli, en şahsiyetli olduğumuz devir; Türkiye’nin altın çağı… Bu bakımdan dikkat çekici.

İspanyol hükümdarlarına, yâni Şarlken ve oğlu II. Philip’e bir ithâfı var baş tarafta. Kendisi Virjil’in bir sözünü alıyor, Virjil (Virjilius) bu sözünde şöyle diyor. «Ben ki felâketin ne olduğunu tatdım, ama bu sâyede felâkete uğrayanlara yardımı öğrendim.» «Ben de, diyor, Türkiye’de esir olmak sûretiyle fe­lâketi tatdım, bu felâketin ne olduğunu size anlatarak yardım etmek istiyorum.»

Krala olan hitâbı da şöyle : «Haşmetmeâbımızın sırf mu­kaddes katolik dinini korumak ve yaymak amacıyla yeryüzün­de olup bitenleri öğrenmek ve bunların künhüne varmak ar­zusunu beslediğinizi biliyorum. Ve güttüğünüz bu yüksek ama­cın tahakkukuna en çetin engeli teşkil edenlerin Ulu Türk ol­duğunu öğrenmiş bulunuyorum. (Ulu Türk, Avrupalıların Türk pâdişahlarına yâni Osmanlı pâdişâhlarına verdikleri ünvandır. Ulu Türk yâhut Grand Sengor, Büyük Senyör diyorlar. -Fakat Ulu Türk tâbiri son derece dikkat çekicidir. Osmanlı’nın Türk olmadığını iddia eden bâzı çok garip adamlara da bir bakıma Avrupa’nın hükmüdür. Hükümdârından Ulu Türk diye bahsedi­len bir devletin bir istilâ devleti olduğunu ve Türk devleti olmadığını iddia eden çok değişik kafalı insanlara karşı da Avru­pa’nın bir hitâbı sayılabilir). İşte bu yönden haşmetmeâbınızı aydınlatabilmek için başlıca düşmanımızın hükümetini, gücünü, yaşayışını, âdetlerini ve bedbaht tutsakların sürüklendikleri hayâtı, bir konuşma şeklinde belirterek sunmaya karar verdim.

Kısacası, adam diyor ki, sizin Katolikliği, Hristiyanlığı yay­manıza tek engel Osmanlı Devleti’dir. Ben de size onun kuv­vetinin sebeplerini, haşmetini, debdebesini, âdetlerini anlatıyo­rum ki size yardımcı olabileyim.

Bu sûretle Türklüğe ne kadar büyük ehemmiyet verildiği bu kitapta da Türk saygısının sebeplerini size anlatırken ortaya konulmuş oluyor.

Kitabı gayet geniş düşünceli, esprili, yer yer şakacı, tatlı bir konuşma üslûbu içinde yazmıştır. Bir Türk evvelâ, kendi­sinin esir oluşunu vesâireyi anlatıyor. Bu arada gemide bâzı konuşmaları da var, meselâ burada bâzı esirlerin, Türklerin kendilerini zorla «Türk yaptıklarına», (dikkat edilecek ince bir nokta daha, müslüman yapmak demiyor, Türk yapmak diyor, de­mek Türk yapmakla müslüman yapmak eş anlamlı sayılıyor) dâir bir iddia var, bu iddiaya karşı kendisi (eserde Pedro diye adı geçen adam) şu cevâbı veriyor: «Hepsinin Yehuda’dan daha yalancı olduğuna inanabilirsin», yâni Türklerin insanları zorla müslüman yaptıklarını, Türk yaptıklarını söyleyenlerin, (Yehuda İsâ’ya ihânet eden havârisidir, biliyorsunuz), ondan daha yalancı olduğunu kabûl edebilirsiniz, diyor.

Bir kimse bir kere hayır demeye karar verdi mi cehenne­min bütün işkencelerini gösterseler gene peki demez, zorla mecbur edildiklerini söyleyenler bayağı kimselerdir. Öldürmek veyâ sopa atmak lâfını duyar duymaz peki dediklerinden ötü­rü. Bu yönden insanları müslüman yapmaya zorlamaları zâten şeriatları müsâade etmez diyor. Aslı olmayan bu çeşit lâfları ortaya atanlar çekinmemiş olsalardı asıl kendileri koşup Türklere «Biz müslüman olduk bizi sünnet ettirin diye yalvarırlardı» diye ilâve ediyor. Bu sûretle de lâfları yayan bir çok esirlerin veyâ propagandacıların karaktersizliklerini ifâde etmiş oluyor.

Gelen esirlere Türklerin nasıl muâmele ettiklerine dâir bu­rada bir bölüm var. Orada da durum elifi elifine İspanya’dakinin tıpkısıdır. Ellerinden bir iş gelenleri, meselâ iyi topçu, iyi çilingir, iyi tüfekçi, iyi eğitimci, cerrah, iyi mühendis olanları araştırıp seçerler. Bu gibileri hoşça tutarlar ve evlendirir­ler. Kanlarına ve çocuklarına bakabilsinler diye kendilerine ücret de bağlarlar. İşte olan budur. Yoksa müslümanlığı kabûl edenler öyle sanıldığı gibi rahata kavuşmuş değillerdir. Hattâ bunlara, diyor, hakaret de edilir. “İmansız herif” derler, “pis herif” derler. “Zâten adam olsaydın dinini değiştirmezdin” derler.

Burada «Türk gemilerinde dört yıl kürek çekmek bizim gemilerde bir yıl kürek çekmekten daha iyidir» diye ayrıca bir bahis var. Sonra asıl Türkiye’yi anlatan bölümlerine geçi­yorum. Krala Türkiye’yi anlatırken adamın nelere dikkat etti­ğini size kısaca vermeye çalışacağım. Böylece şahsiyetli bir adamın Türklere saygısının sebebini anlamış olacaksınız.

Evvelâ bir Yunanistan’a bakışı var. O zaman XVI. asırda­yız, şöyle diyor. «Atina’da olsun, Yunanistan’ın her hangi bir tarafında olsun ne mektep, ne de târihin kaydettiği eski kül­türden eser vardır.» Burayı böyle anlatıyor. Kendisine, birisi tecessüsle soruyor, Pedro’ya, Mata diye bir arkadaşı soruyor: «Papa nasıl insandır? İtalya’yı da görmüş, (ki İtalya o zaman İspanya’nın müstemlekesi gibi bir şey) yalnız Roma hristiyanlığın merkezi, Papa’nın merkezi, onu soruyor. Pedro şakacı bir adam, «soğan biçiminde ve ayakları testi şeklinde» diye şaka ediyor. Sonra tuhaf şey bu sorgu diyor, tıpkı senin benim gibi papa da bir insan. Tek özelliği ayakta yürümemesi, gideceği yere omuzlarda taşman bir sedyenin üzerine yerleştirilmesi diye Papa’ya taş atıyor. Pedro, geniş düşünceli bir hristiyan. «Kardinaller nasıl giyinir İtalya’da?» Ayinlerde erguvani manto, takye giyerler, Vatikan’a giderken katıra binerler, katırlarının takımları gümüş tırtıllıdır. «Sen Tanj şatosundan geçerken kar­dinallere yapılan merâsim hiç bir piskoposa veyâ senyöre yapılmaz. Dînî merâsimle ilgili olmayan gezintilerde çoğu şap­ka giyer ve kılıç takar. Silâh taşımayı hoş görmeyenler dışarıya çıkmazlar, âşıkbazlık ederler, dediğim gibi giyinip dolaşır­lar. Bâzıları faytonlara kurulup güzel kadınlarla gezmeye bile çıkarlar. İtalya’da da gezen kadın az değildir». Bu sûretle Pa­paların, kardinallerin Roma’daki lüksleri dîni bütün bir hristiyanın ağzından söyleniyor. Bu tarzda aşağı yukarı sefih, aşıkâne bir hayat yaşadıklarını da arkadaşlarına anlatmış oluyor.

Sonra Türkiye hakkında kanâatlarını açıklıyor, önce namazı anlatıyor, din bahsi önde geliyor. Bunların dinleri nasıl­dır? diye. Anlatıyor bildiği kadar, hakîkaten çok şey öğrenmiş: ezanı, namazdaki duâları, namazı, vesâireyi gayet güzel oldukça güzel, oldukça doğru anlatıyor. «Dualarına salâ veyâ namaz de­nir, namazda kollarını sıvayıp iyice yıkanarak temiz bir halde dururlar» Asıl burada şu nokta önemli: «dinlerini mü­nâkaşa ettirmezler» diyor. Kağıda ve ekmeğe mukaddes derler, diyor. Bunun mânâsını pek bilmiyor, bu mânâsız bir âdet, diyor.

Hâlbuki biz, biliyorsunuz, kâğıda Kur’an yazısı üzerinde bu­lunduğu için saygı duyarız. Ekmek ise Allah’ın nimetidir. Güzel câmileri vardır diyor. Burada beş kere hep ayni îman, aynı temizlikle namaz kılarlar, yan yana gelirler. Biz de tıpkı­sını yapsaydık, şüphe yok, Allah’ın sevgisine daha çok eri­şirdik.

«Söyleyeceğime iyi kulak verin; imparatorundan tutun da ahçı yamağına kadar herkes, ister erkek, ister kadın, ister zengin, ister yoksul beş vakit namaz kılmayan Türk yoktur.» Bunun mânâsı üzerinde duruyor, bunun bir milleti nasıl zinde tuttuğunu büyük bir ısrarla belirtiyor. Ezan sâde bir câmide okunur sanmayın, üç yüzden fazla câmide birden okunur. Halk, yaşayışı ezan üzerine, ezan vakitleri üzerine kurulmuştur di­yor. Ramazan ayı hakkında bilgi veriyor. Kur’an içindeki emirleri, nehiyleri anlatmaya çalışıyor. Kadınların câmiye ne şartlarla girdiklerini, bâzı yerlerde giremediklerini anlatıyor. Kurban bayramını vesâireyi târif ediyor.

Sadaka meselesine gelince şöyle bir hadis naklediyor. «Al­lah uğruna sadaka vermenin ne demek olduğunu bilseler kendi ellerinden bile kesip verirlerdi.» Bunun bir de bitişiği var; «Sadaka dilenmenin ne olduğunu bilseler, buna girişmekten ise, kendi etlerini koparıp yerlerdi.»

Son derece dikkat çekici sadaka vermenin sevâbı, büyük­lüğünü bileydiler diyor adamlar ellerini keserlerdi ama sadaka dilenmenin de ne olduğunu bilseler buna girişmekten ise kendi etlerini koparıp yerlerdi. Bu sûretle zannediyorum bilhassa o zaman çok dilencisi olan, çok sahtekârı olan İspanyol halkına ders vermek istiyor.

Sonra İslâm dininin, en ağır suç olarak insan öldürmeyi kabûl ettiğini, en ağır suçlardan çünkü kitaplarına göre dünyâ­da işlenen ikinci suç Kabil’in suçudur, bundan ötürü cezâ günü cehennemi ilk boylayacak olan kişi odur. Tanrı Kabil’i lânetlerken bütün adam öldürenleri kastetmiştir, derler. Biliyorsu­nuz Kabil kardeşi Hâbil’i öldürmüştü, buna dayandığımızı söy­lüyor Kur’an’da, buna dayandığımızı ifâde ediyor.

İslâm inançları üzerinde, kıyâmet üzerinde oldukça gerçe­ğe yakın bilgi veriyor. Din adamlarımız, teşkilâtımız hakkında bilgi veriyor, bir türkü naklediyor, Türkçe olarak, gayet dikkat çekici; (Bu adamların türküleri filan var imdir? diye ötekiler bir barbar ülkesini sorar gibi hep soruyorlar, o da onları utan­dıracak çok güzel cevaplar veriyor.) Türkü şöyledir:
«Bir iken beş eyledin derdimi / Yaradandan istemiştim yardımı / Terk eyledimse anamı, yurdumu / Neyleyeyim yenemiyom gönlü­mü».
Anadolu ağızıyla dinlediğini aynen tesbit etmiştir.

Pedro şöyle bir hüküm vermektedir; «Bilir misiniz Türkçe şarkılar kadar dokunaklı şarkı hiç bir dilde yoktur. Okuma yazma bilenler orada bizdekinden daha çoktur.» Türkiye’de oku­ma yazma bilenlerin o zaman İspanya’dakinden çok fazla ol­duğunu söylüyor.

Sokakta tarikat gösterisi yapan adamları alaycı bir dille anlatıyor, onların kıyâfetlerini vesâirelerini, kalenderlerden, «derviş» tâbir ettiği bir başka zümreden, (ki bu noktada yan­lış), Torlaklardan v.s. alaycı bir dille bahsediyor. Burada bir fıkra anlatıyor. Torlaklara âit, yâni tasavvuf gösterisi, tarikat gösterisi altında rezillik eden bâzı zümrelere âit bir fıkra anlatıyor:

Bunlar umumiyetle köyleri soymaya giderler, güruh hâ­linde yola düzülürler, gözleri kesti mi rast geldikleri kimseleri çekinmeden ve utanmadan soyarlar. Bu, size bir zümreyi ha­tırlatacağı için özellikle seçtim: «çingeneler gibi el falı baka­rak peynir, yumurta, ekmek ve başka şeyler toplarlar» diyor. Hani «Ecurufya» gibi ülke imiş. Arasıra seksenlik bir ihtiyarı berâberinde sürükleyerek adama şu yolda evliyâlık taslatırlar; bir köye vardılar mı ihtiyar neler olacağını keşfetmek için göğe baktıktan sonra sözde müridleri olan torlaklara dönüp yük­sek sesle «Evlâdlarım çabuk beni buradan çıkarın, bu köyün başına büyük bir felâket gelecek» der. Keratalar hemen ihtiyarı kucaklayıp köyden çıkmağa koşuşurlar. İhtiyar güyâ kerâmet serdediyor. Tabiî ihtiyar, yaşlı, sakallı, duâlı, tesbihli mesbihli, onlar da “aman” diye hani kerametine inanmış gibi kaçırmaya kalkıyorlar ihtiyarı.

Sonra köylü tabîatıyle telâşa düşüyor. «Eyvah bu adam ne söyledi, başımıza ne gelecek» diye telâşa düşen köylü «aman götürmesinler!» diye yalvarmaya koyuluyorlar. «Aman bu ih­tiyarı götürmeyin. İhtiyardan kendilerine şefâatte bulunmasını dilerler, ihtiyar da acıyarak bir takım duâlara girişir, arma­ğanlar yağmaya başlar. Madrabazlar için için alay ederek hep­sini yüklenip köyden ayrılırlar.

Bu sûretle böyle bir sahtekârlık tarzının pek de yeni ol­madığını size anlatmak istedim bir yabancının gözüyle.

Hacca gitmenin güzelliklerini, lüzûmunu, zahmetlerini adam şaşılacak güzellikle dile getiriyor. Niçin lüzumlu oldu­ğunu, neler çekildiğini, hacca devlet hazînesinden nasıl para verildiğini vesâireyi. Devletin ne türlü hayır sever olduğunu, hayrat bıraktığını anlatan bir bölümü, (millî şahsiyetten bah­sediyoruz ya) bu esir âliminin gözüyle anlatalım; adam soru­yor : «Ölürken bizde olduğu gibi imaretler ve başka büyük hayrat bırakırlar mı?» «Bıraktıkları her çeşit hayrat (hayır eserleri) bizde bırakılanlardan az değil, çoktur. Bu yönden ha­yatta iken de bizden cömert davranırlar. Dört imparatorlarının yaptırdıkları dört muhteşem camii (ki henüz Süleymâniye o zaman tamamlanmamış), etrâfı hayrat ile doludur. Paşalar da hayrat bırakırlar. Kasabalarda tenhâ yollar üzerinde konuklar için kervan saraylar yaptırırlar, yollar açtırırlar, su gelmeyen yerlere çeşmeler diktirirler, helâlar kurdururlar. Halk bedava faydalansın diye yaptırdıkları yapıların bir çokları öyle göste­rişlidir ki bayağı sarayları andırır. Bu hayrattan faydalanan­ların «Allah yaptırandan razı olsun» dememelerine imkân yok­tur.

Sâde hemcinslerine değil, hayvanlara bile iyilik etmeyi sevap sayarlar. Çok kimse denizdeki balıklara ekmek atar. Bütün İstanbul sâhipsiz köpeklerle doludur. Hele Büyük Türk’­ün sarayına bitişik bahçelerin çitleri önünde karınca sürüsü gibi köpek vardır. Onlara dokunulmadığını, İslâmî telâkkiyle dokunulmadığını belirtiyor bilhassa. Onlara bir-iki düzine ciğer veyâ ekmek satın alıp kedilere ve köpeklere dağıttıklarını da uzun uzun anlatıyor.
_____________________________
(*) Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati / Güncel Yayıncılık / Çev. Fuad Carım / Cristobal de Villanon’a isnad edilmektedir. 16. Yüzyıl’da Türklere Esir Düşen Bir İspanyol’un Anıları / Kanuni Sultan Süleyman dönemini anlatır.