# Etiket
#EDEBİYAT #Kültür/Sanat #Tarih

Türk İli Zeybeklerine / Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU

Türk İli Zeybeklerine 

Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU

Bu kitabı, sizi düşünerek sizler için yazdım. Bela gece­lerinde yaşım sızarak yüreğim sızlayarak yazdım.
Ey Türk! Bu satırlarda mazinin destanlarını, senin hâli­nin ayrılıklarını söylemek ve inlemek istedim. Bir keman gibi…
Bu kemanı ana vatanın sinesinden yonttum. Tellerini kalbinin damarlarından çıkardım. İstedim ki bu sazın ahen­gini yalnız sen duyasın. Bu acıklı iniltiler yalnız sana dokun­sun.
Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, ka­nını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan, ya senindir ya kimsenin!
Dünyanın her tarafındaki taşsız mezarların, azametinin malikâneleridir.
Göğsünde tutuşan gönül, gönül değil cephane oldu. Bu uğurda parçalandıkça kinin ve feyzin çoğaldı.
Ey zeybek! Bu kitabın yapraklarını hançerinle yırt ve hançeri, onun kalbinin üzerinde bırak! Bundan sonra silahı­nın siperi bir kitap olsun.
Ey yurttaşım, Senin boynuna geçirilmek istenen esaret halkası, ne bir gem; ne de bir tasmadır. Boyunduruk altında olduğun hâlde, sen üşürken düşman ocakları için sana odun­lar; sen açken düşman sofraları için sana buğdaylar taşıta­caklar. Gençleri kanda; tazeleri gözyaşlarında boğmak isti­yorlar.
Asırlardır, dinin milletin aşkına başına yağan, sonu gelmez bir beladır… Yurdun, nihayetsiz bir Kerbela’dır… Memleketin, içinde cenaze namazı kılınan, cenaze duası okunan bir mabed hâlini aldı. Ne yoncan ne de yongan kaldı. Bir Allah’ın bir Muhammed’in kaldı.
Çile çekmeyen varlığını duyamaz. Bundan sonra duy ve anla ki medeniyet denilen büyük gürültünün anlamı maki­nedir ve makineyi Avrupa’nın elinden aldığın vakit, senin ruhunun onunkinden daha asil, senin kalbinin onunkinden daha temiz olduğunu meydana koyacaksın. Senin de dükkâ­nım, tezgâhım fabrika ile sapanını, tırpanını makine ile pazı­nın emeğini, öküzünün gücünü buhar kuvvetiyle değiştirdi­ğin zaman; alnının onunkinden daha yüksek olduğunu gös­tereceksin. Bunu göstermeye çalışmalısın. Rahat bırakırlar­sa…
Vaktiyle Çin ve Hint’in medeniyetleriyle İran’ın feyzini birleştirdiğin gibi; bugün de Avrupa’nın irfanını Asya’ya ileteceksin. Ey kervanbaşı yürü!
Bir Cuma namazından sonra çoluk çocuğun ile beraber cılız davarlarının otladığı yamacın ötesinde derenin başında­ki çağlayanların yanında; çınarın gölgesinde otur. Mavi yel­dirmeli sarı başörtülü Ayşeciğini, güneşten saçları sararmış, yüzü kararmış yavrularım etrafına al. Yaralı, geniş göğsünü girdaba ve rüzgâra aç.
Senin için ben ağlarım
Benim için kim ağlasın?
diye gürüldeye gürüldeye çağlayan, köpüren sinesini taşlara çarpa çarpa kabaran atılan derenin karşısında başından ge­çenleri düşün. Tükenmez düşmanları, tükenmez savaşları, tükenmez kanları düşün ve bu çilelerin sebepleri kalbinde dimağında coşsun ve durulsun. O zaman arslan gibi; ölme­nin ecrinin insan gibi yaşamak olduğunu anla! İnsan gibi yaşamaya, efendi gibi yaşamaya, ataların gibi yaşamaya az­met.
Evladarına temiz ve mamur taştan bir ev, temiz ve mamur, bilgili bir dimağ bırakmaya ahdeyle. Ahdini, ailenin evladının alnına kondurduğun sıcak öpücüklerle imzala! İşte o zaman Ayşeciğinin alkır gülüne benzeyen kınalı parmakla­rı, bu sayfaları çevirsin. Kanatlı hercai menekşeler gibi; kele­bekler ekinlerin sessizliğinde uçuşurken bu kitapçıktan bir­kaç sayfa okunsun. O sırada çehrenizde parlayacak bir tatlı gülümseyiş, bir ılık yaş, çocuklarınızın melul ruhunda belki bir ışık, bir rahmet olur.
Akşamüstü gün batarken ak öküz kağnıyı köyün çeşme yalağı önündeki çamurlu yoldan sürüklediği, caminin imamı, minareden kızıl meydana gömülen güneşe telkin verdiği zaman; çağlayanlar seyrinden kulübene dönerken ufukları delip daha öteleri görmek istercesine bakışların dalsın ve derinleşsin. İşte o zaman, Hazret-i Muhammed’in feyzinden gönlünde de bir sönmez çırağ; Yavuz’un damarından sende de bir damla kan, Alparslan’ın yelesinden sende de bir tutam saç olduğunu hatırla ve evladını ona göre hazırla!..
Bu satırları yazarken masallarımı süslemedim. Senin ruhun gibi; sade olmasını istedim. Ötesinde, berisinde…
Eğer varsa, göreceğin özentiler sana beğendirmek, gu­rurunu okşamak içindir. Gurur! O, her Türk’ün yaratılışın-dadır. Biz, birbirimizi bundan tanırız değil mi?…
Bu masallar ile arzu ettim ki, senin firuze ruhuna tatlı bir renk, altın kalbine parlak bir cila vereyim. Görüyorum o renk siyah oldu, o cila donuk… Matem günlerinin taksira­tı…

Şişli, 20 Mart 1338 (1922)

Leave a comment