# Etiket
##GENEL

OSMANLI-MACAR MÜNASEBETLERİ ve TURAN COĞRAFYASINDA MACARİSTAN İNTİBALARI (II) [1]-Hilmi Özden

9 Ağustos 2013

Orta Avrupa gezisini ailemle tamamlayıp tekrar Macaristan Budapeşte hava alanına dönüyorum. Onları Türkiye’ye yolcu ettikten sonra Türkiye’de TİKA-UKİD işbirliği ile MACAR-TURAN KURULTAYI’na katılmak için gelecek arkadaşları bekliyorum. Şefik Kantar (UKİD Genel Müdürü) başkanlığında heyetimiz geliyor ve buluşuyoruz. Bir küçük otobüsle Bugac ilçesine yola koyuluyoruz. Keschemet –Keşkemit- (Keçi Ovası) ovasında bulunan bir ilçe. Düz bir ova. Atları ile meşhur bir belde imiş. Heyetimizde okçuluk ve atçılık sporları ile ilgilenen arkadaşlar ( İrfan GÜRDAL, Mustafa ACAR, Hasan KOÇ, Zafer Metin Ataş) var. İrfan GÜRDAL Bey’den kartı varsa vermesini rica ediyorum. “Kart bastırmama gerek yok nacizane Türkiye’de herkes beni tanır” diyor. Meğer İrfan Bey, “Devlet Türk Dünyası Müzik Topluluğu sanat yönetmeni” imiş. Üstelik “tüm Ramazan ayı boyunca Eskişehir’de 2013 Türk Dünyası Başkenti Etkinlikleri İftar programlarına katıldım” sözleri beni iyice mahcup ediyor. Bu mahcubiyetime rağmen otobüste yol boyu çok güzel sohbetler oluyor. Her biri kitap çapında. Bu arada, Fehmi Atay Bey (ATV Program yapımcısı) “Fetih suresini” okuyor. Ben Dr. Latif Çelik Beyin yanına oturuyorum. Almanya’da gazete çıkarıyor. Bazı sayılarını bizlere takdim ettiler. Almanya’da Türk İzleri üzerine çalışmaları varmış. Otelimize vardığımızda dinlenmek için odalarımıza çekiliyoruz. Gece 24.00’e doğru Turan Kurultayı tertip heyeti başkanı Andrey Bey Musa Serdar Çelebi ( UKİD Başkanı) ve heyeti ziyarete geliyor. Türkçe konuşmaya da gayret ediyordu. Tercümanımız Müslüman Macarlardan Yakup Bey yardımcı oluyordu.

10/Ağustos/2013

Ertesi gün TURAN Kurultay alanına ekibimiz önümüzde Türk bayrağı taşıyan Hun askeri kıyafetli mihmandarlar ile girdik. Alan Türk Yurtları (çadırları) ile dolu muhteşem bir manzara arz ediyordu. Sanki Kırgız-Kazak Bozkırlarında idik. Tören alanına vardığımızda Türk Heyetine protokolden yer ayrılmıştı. Yerlerimize geçtiğimizde Tören başlamak üzere idi. Boyunlarımıza Söğüt-Yörük şenliklerinde bağladığımız örtülerimizi doladık. Cezmi Bayram Ağbi (İstanbul Türk Ocağı Şube başkanı), Zeki Çalışkan (UKİD Genel Başkan yardımcısı), Ömer Turan (Adli Tıp Uzmanı, akademisyen), Ömer Faruk Alımcı (TİKA Temsilcimiz)ve diğer arkadaşlar tören mahallindeki yerimize oturduk. Daha sonra dünyanın muhtelif yerlerinden genç yaşlı Macarlara bu örtüler UKİD-TİKA tarafından hediye edildiler. Kazakistan Meclis Başkanı, başkan yardımcısı, Azerbaycan Büyükelçisi ve Dünyanın değişik yerlerinden Türk ve akraba topluluk temsilcileri alanı çepe çevre sarmıştı. Alan etrafında Türk ve Akraba toplulukların bayrakları bütün ihtişamı ile dalgalanıyordu. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırım, Kırgızistan’dan Doğu Türkistan bayrağına kadar bayraklarımızı görebilirdiniz. Protokoldeki misafirlere hediyelerin takdiminden sonra gösterilere geçildi. Havanın sıcağına karşın dağıtılan ayranları yudumluyor ve alana pür dikkat bakıyorduk. Hayra Hayra (Türk topluluklarında savaş narası) naraları ile ortalık inlemekte idi.

At üstünde güreşler başladı. Kızlarda erkeklerle güreşe katılıyor. Zaman zaman da onları yeniyorlardı. Aklıma Dede Korkut’dan Diğer Türk destanlarına kadar savaşçı kızlar ve kadınlar geliyordu. Yere düşen başka bir ata geçerek güreşe devam edebiliyordu. Atlı Hun süvarilerinin kadınlı-erkekli geçişleri ise defalarca seyredilmeye değerdi. “Türk destanlarında kadın bazen evin reisliğini üstlenir ve erkeğinin en büyük destekçisidir. Destanlarındaki kadın tipinde karı koca sevgisi ve kocaya bağlılık ön plandadır. Kadınlar, çoğu kez erkekler gibi savaşçı ve onun imdadına yetişecek kadar cesaretlidir. O da gerektiğinde erkeği ile ata binip ava gider ve her türlü tehlike karşısında uyanık olur.[2] Erkek kahraman kadar yiğitlik özelliklerine sahiptir. Destanlardaki kadın kahramanların kuvvet, kudret ve cesaret yönünden erkekten hiç farkları yoktur. Kadının destanlardaki yeri sosyal hayattaki üstün mevkiinin aynıdır. Analık görevi, Türkler arasında kadına büyük değer kazandırmış, onu ilâhî bir varlık konumuna sokmuştur. Göçebe toplum yapısı içinde ata binen, kılıç kuşanan, ok atan, ava çıkan kadın destan kahramanları, benzer yapıya sahip Altay yöresi destanlarında Altın Arığ ve diğer destan örneklerinde görülebileceği üzere son derece etkindirler. Yaratılış Destanı’nda Tanrı’ya insanları ve dünyayı yaratması ilhamını veren Ak-Ana bir kadındır. Oğuz Kağan’ın ilk karısı ışıktan, ikinci karısı ağaçtan doğmuş kutsal kadınlardır. Türklerdeki kadın anlayışının İslâmiyet’ten sonraki Türk destanlarında da devam ettiği görülmektedir. Manas’ın hanımı Kanıkey, bozkır kültürünün ideal kadın tipi olarak karşımıza çıkar. Manas’ta kadın evin kaderinin ve namusunun koruyucusu olarak gösterilir. Er Tabıldı destanında, Han kızı olan Çaçıkey, Er Tabıldı’nın eşidir. Er Tabıldı’nın danışmanı ve evinin Koruyucusu olan bu kadın, hem güzelliği hem de akıllılığı ile çevresinde hayranlık uyandıran bir kadın karakterdir. Dede Korkut’ta kadınların yeri ve önemi çok büyüktür. Dede Korkut’ta aile bağına büyük önem verildiği görülmektedir. Daha çok tek kadınla evlenilir. Aile dışında aşk hayatı görülmez. Beyler eşlerine karşı saygılıdır. Onların duygularına önem verirler.[3]

Dede Korkut’ta Kan Turalı, düşmanlar tarafından sarılınca eşi Selcen Hatun at biner, kılıç kuşanır ve savaşır. Bayındır Han’ın ziyafetlerinde oğlu olanı ak otağa, kızı olanı Kızıl Otağa, Oğlu kızı olmayanı Kara Otağa oturtması kadının da toplumda işlevine göre büyük önem kazandığının işaretidir. Köroğlu Destanı’nda kadın, daha çok bir aşk ve haz mevzuu olarak görülür. İslamiyet öncesi ideal erkek tipi olan alp tipine yaklaşmış bir kadın yoktur. Erkek gibi ok atmaz, kılıç kullanmaz, at binmez ve hiçbir yerde erkekle mücadele etmez.[4]

Öğle yemeği için çadırlar altına kurulmuş masalarda yemeklerimizi yedik. Millî Macar yemekleri ikram ettiler. Müslüman olmamız nedeniyle helal yemeğe de dikkat ettiler. Gulaş çorbası bizim ve Macarların ortak yemeklerinden. Macar turşusu, et yemekleri de aynı damak tadına sahip olduğumuzu gösteriyordu.

Gösteri alanının etrafındaki çadırlarda görsel tarihî malzemeler sergilenmekteydi. Bunlar; kıyafetler, kafatasları, haritalar vb. şeylerdi. Rehberimiz Yakup Andrey Bey’in açıklamalarını tercüme ediyordu. Hun savaşçılarının malzemeleri, iskeletler, tarihi tablolar, altın takılar, kemerler, süsler İskit tarihinden, hun tarihine kadar Türk Tarihini gözler önüne sermekteydi. Açıklamalrdan Andrey Bey’in antropolog olduğunu öğreniyoruz. Macar boyları hakkında açıklama yaparken kendisi Macarların Kürt –Kürtü- (çığ)  boyundanmış. Arpad Berta “Türkçe Kökenli Macar Kavim Adları” isimli eserinde Kürt ismini şu şekilde açıklar “ Nemeth’in kavim adı etimolojileri içinde en az kabul görmüş olanlardan biri olmasına rağmen, yine de en yaygın olanıdır. Kürt kavim adı ile pek çok kez ilgilenmiş olan Nemeth’in bu etimolojilerden şüphe duymaması ilginçtir. Kürt kavim adının asli anlamının Türkçede “kar fırtınası, çığ, kar yığıntısı” olduğu yolundaki etimolojisini pek çok kez savunmuştur da.Nemeth’in bu etimolojiye her şeyden önce anlamsal nedenlerle bağlı olduğu açıktır. Çünkü bu anlam, “çığ, buz yığını” anlamlı adlandırmaların çok sık görüldüğü Türk ad verme geleneğinede uygun düşmektedir.Nemeth bununla ilgili pek çok örnek de toplamıştır. Nemeth’in tavrı tümüyle anlaşılabilir olmakla birlikte, savunulabilir demeye cesaret edemiyorum. Bence Kürt kavim adımız Türkçe olarak açıklanabilir. Ben anlamsal tanık sunan olasılıkları da küçümsemiyorum, ancak onları farklı bir biçimde kullanıyorum. Kürt kavim adımızın, aşağıda tartışılacak olan Gyarmat [D’armat], Jenö [Yeno] ve Ker (Ker) kavim adları ile aynı anlam grubuna ait olduklarını düşünüyorum. Kürt kavim adı dilbilgisel açıdan çok şeyler söylüyor: ödünç alındığı dil ailesi hakkında kanıtlar sunuyor ve eskiliği konusunda da şüpheye yer bırakmıyor. Burada önerilen etimolojiye göre, Kürt kavim adı, “göğüs” anlamlı eski bir Çuvaşça kögür kelimesinden kaynaklanan Macarca bir gelişmedir. Bu kögür biçimine daha sonra Ana Macarca/Eski Macarca -tü küçültme eki eklendi: Macarca Kürt <Eski Macarca/Ana Macarca Kürtü ~ Kürtü <— Ana Çuvaşça/Eski Çuvaşça köyür <kögür + Ana Macarca/Eski Macarca -tü küçültme eki. Bunlara göre Kürt kavim adının asli anlamının “göğüsçük” olması mümkündür. Daha sonra ise “ön, önceki”, “önde bulunan”, “düzlükte kurulan siper” anlamında —açıkça askeri bir terim olarak— kavim adına değişmiştir.”[5]

11/Ağustos/ 2013

Kurultayın Son günü

Okçuluk atçılık gösterileri devam etti. Sekeller ve Macarlarla, Almanya ve diğer bölgelerden gelmiş Türklerle fotoğraf çektirmeye doyamıyoruz. Adresler alıp veriyoruz. Bağlantıları koparmayalım istiyoruz. Sekeller millî kıyafetleri ile o kadar göz alıcılar ki görmek gerekir. Romanya Macarları: Sekeller. Tarihleri, Asya steplerinden, Kuzey Kafkasya Romanya’ya kadar uzanıyor. Sekeller hakkında Türk tarihçileri az bilgi verirler. Halbûki yıllar önce(1933) Hüseyin Namık Orkun “Attila ve oğulları” isimli eserinde “Sekel Türkleri” hakkında önemli açıklamalar yapar “Macar tarihçilerinin iddia ve ispatlarına göre Transilvanya’da oturan bugünkü macarlarmış Szekely=Sekeli kavmi Avarlar’ın bakiyesidir. Macar tarihçisi Homan Balint bu hususta şunları yazmaktadır: “Avarlar’ın büyük bir kısmı (9’ncu asırda) yukarı Maroş ve Küköllö vadilerine çekilmişler ve buralarda Macarlar’ın Avrupaya geldikleri zamana kadar münzeviyane oturmuşlardı. Avarlar’ın diğer kalanlarıyla bir kısım Gepidlerle birlikte” Balkandan Serem’den Tisa bölgesinde ve Tuna sol sahillerinden Ung Nehri’ne kadar uzanan arazide Bulgar Türkleri ile ve Slovenlere karışmışlardır.” Bugün dahi Transilvanya’da Sekel adıyla yaşayan bu Türk kadınlarının ismini bazı âlimler muhtelif şekillerde izah etmişlerdir. Bu kelimeyi Türk kitabelerinde ismi geçen İzgil kavim ismi ile izah ettikleri gibi Esegel Bulgar Türkleri’nin ismi ile de birleştirmişlerdir. Bunlardan başka kelimeyi Macarca zannederek izah edenler de vardır. Bugün ise Macaristan’da Thury’nin açıklaması kabul edilmiş gibidir: Thury bu kelimeyi Şeyh Süleyman Efendi’nin lügatinde mevcut olan Siğil kelimesiyle birleştirip necip, beyzade, nesli pâk olan anlamında olduğunu söylemektedir. (İstanbul baskısı S. 199) Ben (Hüseyin Namık Orkun) ise Macaristan’da yayınladığım bir yazımda bu ismin herhalde Çigil Türk kabile isminden alınma olduğunu ispata çalışmıştım. Yalnız bu yönü dil tetkikiyle ispat için bir güçlükle karşılaşmaktayız: Türkçedeki “Ç” sesi Macarcada “Ç” veya “Ş” olur. Binaenaleyh Çigil ismi Macarcaya geçtiği vakit Sekel şeklinde değil Şekel veya Çekel şeklinde telaffuz olunması gerekirdi. Halbuki “Ç” sesi: Türkçede “S” ile karşılık bulmaktadır. Dolayısıyla Çigil ismi “S“li telaffuz eden bir diğer Türk lehçesinden Batıya geçmiş, Macaristana kadar gelmiştir diyebiliriz. Çigil ismi iki Türkçe kelimeden meydana gelmektedir Çik-il, Filhakika Çigü kavmi‘nin mevcudiyetinizi bildiğimiz gibi gerek Orhon kitabeleri nden ve gerek Ramstedt tarafından yayınlanan iki Uygur kitabesi‘nden anlıyoruz, ki aynı zamanda Çik kavmi‘de mevcuttur. Çik Türkçe’de hudut mânâsına gelir. İl de bildiğimiz gibi kavim mânâsınadır. Binaenaleyh Çigil hudut kavmi mânâsınadır. Eski Macarca’da da Sekel ismi aynı mânâda kullanılmıştır. 1855 senesine ait bir vesikada Sekel kelimesi hudut muhafızı anlamında kullanılmış olduğu gibi gerek Sebestyen‘in ve gerek Lehoczky Tivadar‘ın bu hususta göstermiş olduğu vesikalar XIX’ncu asrın sonlarına kadar bu ismin aynı zamanda sınır bekçisi, hudut muhafızı mânâsında da kullanıldığını vazihen gösterir. Binaenaleyh Avarlar yıkıldıktan sonra bir kısmı tıpkı diğer Türk topluluklarında olduğu gibi başka isim altında Transilvanya’nın insan geçmez ormanlık yerlerine çekilmişler, buralarda Macarlar Avrupa’ya gelinceye kadar kalmışlar, bilahare kendi ahlâk ve âdetlerini güden hatta dillerini bilen Macarlara iltihak ederek Macarlaşmışlardır.[6] Fatih Şengül “Sabir, Sekel, Avar ve Bulgar Etnik Meselelerinin Çözümü” isimli eserinde Sekel kavmi konusunda aydınlatıcı bilgiler verir: “Mesûdi’nin Peçenek halkının muhacereti ile alâkalı olarak kayıtlara geçirmiş olduğu mâlumat Karluklar arasında bir iç savaş yaşanmış olduğu türünden bir çıkarıma bizleri sevk etmektedir. Zîra, Eskil kavmi Karlukların üç boyundan birini teşkil eden Askeli boyundan başkası değildir. Bu boyun Peçenekler ile beraber batıya göç edip, Macarlar, Bulgarlar ve Peçenekler ile beraber ortak bir coğrafya içerisinde yaşadıkları açıktır. Dolayısıyla, bunları Bulgar soyu olarak görmek tarihi kaynakların hatası olarak değerlendirilmelidir. Üstte Peçenek adını “taşlık” manası türünden bir izahata bağlamıştık. Karluk boylarından bahseden Çin yıllıkları bu kavmin teşekkülündeki kabilelerden birini T’aschi-li yâni Taşlık olarak kaydetmiştir. Şayet bunu bir tarihsel gerçeklik olarak ele alacak olursak Taşlık kavim adında Peçenek kavmini görmemiz için hiçbir neden kalmayacaktır. Hudûd-ul el-âlem’de Karluk boylarından biri olarak gösterilen Çiğil’leri bu açıdan Taşlık kavminin devamı görmek ve Peçenek kavminin bâkiyesi olarak almak uygun düşecektir. Zîra, Çiğil sözcüğü de “çakıl taşı” manasına gelir. Peçenek ve Eskil’lerin Karluk boylarından olduğunu kabul edersek Peçenek göçünün her iki boyu da bünyesinde barındıran Karluk kavmi içerisinde yaşanan iç çekişmeye Oğuzların ve Kimeklerin dışarıdan mü-dahelede bulunduklarını ve bunun neticesinde Peçenek ve Eskillerin batı yönünde göç etmek zorunda kaldıklarına inanmamız gerekir. Uygurca raporda zikredilen Hor adının Oğur değil Karluklara bir gönderme olduğu kuvvetle muhtemeldir. Peçenek muhacereti içerisinde Don havzasına ayak basan Eskiller sonrasında Macar göçü ile birlikte bu sahadan günümüzdeki Macaristan’a göç edecek ve Sekel adı ile bilineceklerdir. Nitekim, bu savımıza destek Gesta Hungarorumdan gelir. Bu kaynak da Szekely’lerin yâni Sekellerin Macarlar ile beraber Panonyayı yurt tutma hadisesine bilfiil iştirak ettiklerini dile getirir.[7]

Turan Coğrafyasında (Kuzey) Kafkasya[8] makalemizde Sekeller hususunda detaylı bilgiler vermiştik. Sekel isimlerinin Kuzey Kafkasya boy isimleri ile benzerlikler dikkat çekicidir. Hatta fizyonomi olarak Kafkas boyları ile ayniyetleri ise ihmal edilemeyecek bir hususdur. Sekel çocukları, gençleri ile çektirdiğim fotoğrafları Türkiye’ye döndüğümde özellikle Kafkas Turanlıları olan Adige ve Abhaz dostlarıma göstermiştim. Çocuklarını, ailelerini alıp 2014 yılındaki Macar-Turan Kurultayına katılırlarsa Sekellerle olan birlikteliklerini göreceklerini söyledim. Macar boylarından birinin Kabar boyu olması ise yine Kafkasya boylarından Kabartayların Macarlarla akrabalığını gündeme getirir. Hazarlardan ayrılan Kabar boyu önce Macarlara katılır. Sonra tekrar Kafkasya’ya dönerler. Macarlar bugünkü yaşadıkları coğrafyaya geldiklerinde “Türk Dilli” bir halktır. Fakat daha sonra Fince’den etkilenirler. Avusturyalılar ise özellikle Macarcanın kaybolması için uğraşırlar. Bütün bunlara rağmen Macarca’nın hâlâ Türkçe ile bağları ortaya konabilmektedir. Özellikle Kafkasya Karaçay Türkçesi benzerlik çalışmaları bunun en güzel delilidir. Ayrıca Macarlar ile Türkçe konuşan ve konuşmayan Kafkasya boylar arsındaki akrabalık bağları her geçen gün gösterilmektedir.

“1829-1830 tarihlerinde Macarların eski tarihleri ve etnogenezlerini araştıran Macar bilim adamı Jean-Charles de Bess (Beş) Kırım, Karaçay ve Balkarya’ya seyahat etmiştir. Bess, Karaçay-Balkarların Macarlarla aynı kökenden geldiklerinin kabul etmektedir. Bess, Paris’de Fransızca olarak yayınlanan “Puteşestviye vı Krım, na Kafkas, vı Gruziyu, Armeniyu, Maluyu Aziyu i vı Konstantinapol vı 1829-1830” (1829-1830) yıllarında Kırım, Kafkasya, Gürcistan, Ermenistan, Küçük Asya ve Konstantinopolis’e seyahat) adlı kitabında “Karaçayların ve Digorların (Oset boyu) benzeştiği kadar başka hiçbir milletin Macarlara benzemesi mümkün değildir” diye yazmaktadır (Adigeyler, Balkarlar ve Karaçaylar, s. 333).[9]  Türk halklarının etnogenezleri konusunda hakim olan resmî görüş şöyle: Türklerin ataları Milattan itibaren son asırlara kadar (genellikle III. Yüzyıl olarak belirtiliyor) doğuda Altay ile Baykal arasında bulunan bölgede yaşamışlardır (SSCB Tarihi, 1975, s. 18-19). Değerli Macar Türkoloğu Nemeth bu konuda şunları yazmaktadır: “Malum olduğu üzere, Türklerin yaşadıkları eski bölgeler umumiyetle Merkezi ve Doğu Asya’dadır. Buna karşılık ben Türklerin ilk vatanlarıyla ilgili olarak, lengüistik verilerle de uygunluk arz etmesi münasebetiyle ilk yaşam bölgelerinin Batı Asya’da araştırılmasını öneriyorum. Türk kabilelerinin Ural’dan çıkarılması ve Ural kabilelerinin ilk yaşam bölgelerinin de Merkezi veya Doğu Asya olduğunun savunulmasının ciddi bir dayanağı yoktur.” (Nemeth, 1963, s. 127-128).Akademisyen Nemeth bu mütalaasını detaylı bir şekilde Macarlar, Karaçaylar, Kumıklar, Tatarlar ve kadim zamandan beri Doğu Avrupa’da yaşamış olan diğer halkların dilleri ve tarihlerini araştırmasının ardından, 1912-1914 yıllarında yapmıştır (Nemeth, 1912).

Nemeth’in bu mütalaasını meşhur Polonyalı Türkolog A. Zayonçkovsky Rus bilim adamı tarihçi ve dil bilimcisi Z.M. Yampolsky ve antropolog VP Alekseyev, Azerbaycanlı dil bilimcisi M.Ş. Şiraliyev, Kazak yazar-bilim adamı Olcas Süleymanov, arkeolog E.B.Vadetskaya ve bu satırların yazarlarıyla birlikte, diğer bir çok bilim adamları desteklemektedir. “S. Asadullayev ve M. Şiraliyev uzun süre Türk dillerinin tarihinin Orhun Yenisey yazıtarıyla başladığını, çünkü bu yazıtların bilinen en eski Türk yazıdan olduğu fikrinin kabul edildiğini yazmaktadırlar. Bu arada şu nokta da bilinmektedir ki, M.Ö. ve M.S. Ural dağları bölgelerinden ta Avrupa’nın batı bölgelerine kadar eski Türk kabileleri yayılmışlardır.” (Şiraliyev, Asadullayev, 1970, s. 8). Unutulmamalıdır ki, Orhun yazıtlarından uzun bir zaman öncesinde bile M.S. I. Yüzyılda Hunların kendi runik yazı dilleri mevcut idi (Sartoja ulı Karajaubay, 1991, s. 440-441).[10]

Türkolog A. K. Borovkov, Karaçay-Balkar dilinin önemi konusunda henüz 1932 yılında şunları yazmıştır: “Artık daha da anlaşıldı ki, araştırma metodolojisi açısından Karaçay-Malkar dili, bulunmaz Hint kumaşı gibi, Türk dil sisteminde birinci sırayı almaktadır.” (Borovkov, 1932, s. 39). Karaçay’da runik yazılar bilim adamlarınca ilk defa XIX. Yüzyıl sonlarında ortaya çıkarılmış, ama Türk kitabeleri burada yakın zamana kadar tamga (tavro) olarak algılanmıştır. 1960 yılında Orta çağ Humarin şehrinin yıkılan kale duvarına ait taşlar üzerindeki bu gizemli yazıtlar, o taşlarla mandıra binası kurmakta olan işçilerin dikkatini çekmiştir. 1962-1963 yıllarında Humar, Sarı-Tuz civarında, Alan şehri Gilaç’da ve Kara-çay’ın diğer yerleşim birimlerinde çok sayıda eski Türk yazıtları bulunmuştur. Bilahare eski Türk epigrafik eserlerinin araştırılmasına 25 yıl emek veren filoloji bilim doktoru S. Y. Bayçorov, büyük miktarda petroglif ve yüz kadar runik yazıtlı eser bulmuştur. Bu yazıtların bulunduğu bölge, Karaçay ve Balkarya sınırlarını, aynı şekilde komşu bölgeleri, Çerek nehrinden başlayarak Doğu Balkarya’ya ve Batı Karaçay’da Büyük Laba nehriyle biten sınırları kapsamaktadır. Bu yazıtlar, esas olarak Çerek, Çegem, Baksan, Hasaut, Malka (Balık) Ceguta, Gilaç ve diğer nehir vadilerinde bulunmuştur. S. Y. Bayçorov onları tetkik etmiş ve “Avrupa’nın Eski Türk Runik Eserleri. Kuzey Kafkasya Bölgesinin İdil-Don ve Tuna Bölgesi İle İlişkisi” makalelerini kitap olarak yayınlanmıştır (Stavropol, 1989). Hasaut kaya mezarlarındaki (Kislovodsk’a yakın) ve Alan şehri Indış’ta (Kuban’ın yukarısında) “Epitaflar pek çok halde iki yazı stiliyle yazılmıştır: Runik ve eski Uygur yazısı” (Aynı eser, s. 28). Humarin yazıtları hakkında, dünya epigraf tarihinde yeni buluşlarla ilgili ilk makalelerden bazılarını, değerli Türkolog A.M. Şçerbak ve Alan tarihi uzmanı arkeolog YA. Kuznetsov yayınlamıştır. Sonuncusu, Karaçay ve Balkarlarm etnogenezinin tetkikinde runik yazıtların bulunmasının muazzam bir rol oynayacağını belirtmektedir. Bununla birlikte, VA. Kuznetsov muhkem kale surları bulunan Humarin şehrini Bulgarların veya Hazarların inşa etmiş olabileceğini düşünmektedir. Halbuki runik yazıtların bulunmasına kadar bütün arkeologlar bu şehri Alanların kurduğunu ve hatta ortaçağ Alanya’sının başkenti olduğunu kabul etmişlerdi (Kuznetsov, 1963, s. 283-290).[11]

Arkeolojik araştırmalar, uzun zaman önce mezolitik çağda, gelecekteki İdil-Ural kurgan kültürünün muhtelif gruplarının Hazar Denizi’nin kuzeyine yayılmış olduğunu göstermiştir. Oradan da, Kafkasya, Kuzey Karadeniz, Ukrayna ve ta Balkanlar ve Macaristan’a kadar gitmişlerdir (Merpert, 1977, s. 68-80). Hazar Denizi’nde su seviyesinin yükselmesi sırasında meydana gelen su baskınları yüzünden ahalinin daha aşağı bölgelere gitmeleri veya bölgeyi terketmeleri sebebiyle, denizin kuzey ve kuzeybatısındaki yadigârların kronolojisini belirlemek fevkalade zordur. Bununla beraber bu bölgenin mezolitik eserleri onun komşu bölgeleri İdil-Ural, Karadeniz çevresi ve Kafkasya ile bağlantısı olduğunu göstermektedir. Bu bağ, zamanla zayıflaması beklenirken, kadim kurgan kültürü döneminde, Avrasya bozkırının eski göçebe-koyun yetiştiricilerinin halefleriyle daha da güçlenmiştir.[12]

Kafkasya, her zaman Doğu, Yakın Doğu ve Doğu Avrupa bozkırları arasında bir yer olmuştur. Mezolitik, neolitik ve erken bronz çağında Kafkasya üzerinden çok sayıda kabilenin yer değiştirme hareketi çok sıktır. Kafkasya’nın kadim kültürlerinin yoğun şekilde araştırılmasına rağmen, onların etnik tarihleri günümüze değin kâfi derecede incelenmiş değildir. Özellikle Maykop kültürü taşıyıcılarının etnik mensubiyetleri meselesi tartışmalıdır. Arkeologların iddialarına göre bu kabileler; Kuzey Kafkasya’ya M.Ö. III. Binyılda gelmişler ve orada yaklaşık 800 yıl yaşamışlardır (M.Ö. XXV-XVII. Yüzyıl). Aynı zamanda,:bazı arkeologlar, “Maykopların” Ön Asya’dan, diğerlerinin ise kuzeyden gelmiş olduklarını kabul etmektedirler. Bizim ( Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev ) görüşümüze göre, doğru olan ikinci görüştür. Çünkü, Maykop kültürü kurgan kültürüdür; kurganlar ise kuzeyden güneye gelmiştir. Bilim, bunun tersi bir hareketi tanımamaktadır.[13]

Asların, ya da Macar Aslarının Türk dilli oluşları ise Y. Nemeth tarafından yayınlanan, 1422 yılı “Macar Aslarının Eski Kelimeleri Sözlüğü”nce de desteklemektedir. Bu belgedeki kelimelerin çoğunluğu Türkçedir (Miziyev, 1986, s. 117-118).[14]

“Alan” terimine antik dönem yazarlarında ilk defa, I. Yüzyılda rastlanmaktadır. I. Yüzyıl yazarlarından Seneka, A. Lucan, Valerius Flaccus, Josephus Flavius ve diğerleri Alanları kesin bir şekilde Kafkasya’ya yerleştirmekte ve bölgedeki olaylarla ilişkilendirmektedirler. (Kovalevshaya, 1984, s. 85). Alanların M.S. 72-74 ve 135 yıllarında Kafkasya Albanya’sına (Azerbaycan), İberya, Ermenistan, Mediya ve Küçük Asya’ya yaptıkları tahrip edici akınlarından, o dönemin bir çok yazarı bahsetmektedir (Kuzey Kafkasya Halkları Tarihi, 1988, s. 86).[15]

Horeneli Moses, Kuzey Kafkasya Alanlarının Gürcü kaynaklarında “As” (“Os”) adıyla zikredildiğini yazmaktadır. Alanlar hakkında daha detaylı ve tam bilgileri Ammianus Marcellinus’da (IV yüzyıl) bulabiliriz. Yazar, hacimli “tarih”inde Alanları şu şekilde anlatıyor: “Alanlar uzun boylu. güzel görünümlü ve hafif sarı saçlıdırlar Silahlarının hafifliği nedeniyle oldukça hareketlidirler. Daha sade ve. daha kültürlü hayat tarzıyla Hunlara tatamıyla benzemektedirler.” Yazar, sözlerini “Onlar barbar geleneklerine göre kılıçlarını yere saplıyorlar ve Mars’a olduğu gibi kılıca tapıyorlar” diye (Latıyşev, 1906, s. 341). Ammianus Marcellinus’un verdiği Alan ve Hunların kültür ve yaşam tarzlarıyla ilgili karşılaştırmalı analiz, burada sözü edilen “barbarların” Hunlar olduğu konusunda şüpheye mahal bırakmıyor. Alanların kılıca saygı göstermeleri, onların Türk özelliği taşıdıkları hakkında açık bir delildir. Hunların ataları İskitlerin de kılıcı tazim etmeleri bu delili teyit etmektedir. Hunların Mars’ın kutsal kılıcını tazim ettiklerine, onları çok iyi tanıyan Romalı yazar Priscus da vurgu yapmaktadır (Yordan, 1965, s. 90, 91, 102).Türk ve Moğol destanlarının mukayeseli tetkiki, araştırmacıları “silah önünde eğilerek selamlama geleneği “Kılıç Tanrısı” -kelimesi kelimesine “Kılıç”- kültünün doğmasına yol açtığı” hükmüne götürmüştür. (Lipets, Sovyetskaya Etnografya, 1978, s. 109).[16]

Alanları ve diğer Türk halklarını çok iyi bilen doğulu yazarlar, onları Türk olarak adlandırmaktadırlar. Rus vakanüvisler, defalarca bahsettikleri Asları (Yasları), yani Alanları çok iyi tanımaktadırlar. Çok sayıda Rus prensi, Yas kızıyla evlenmiştir.[17] “As” kelimesi Türk dillerinde pek çok anlama gelmektedir: “geçmek”, “başka bir yere koymak”, “dağı, yüksekliği aşmak” ama harfi harfine “kakım” (as) olarak çevrilmektedir (DTS, s. 59). Hazar kelimesinde ana kısmın “Kaz” (“Kaz”) (“Hazar”/”Kazar”: “kazlar/insanlar”) olduğudur. Türk ve Tatar dillerinde “Alan” kelimesi “ova” “vadi” “orman kenarı” “arazi” anlamına gelmektedir. Belki Alanlar kendilerinin “ova halkı” diye adlandırmış olabilirler, çünkü onların büyük çoğunluğu ova ve vadilerde yaşamışlardır. Her halükârda bu mesele üzerinde biraz daha çalışmak gerekiyor. “Alan” ve “As” kelimeleri acaba çağdaş Türk dilli halklarda korunmuş mudur? “As” kelimesi Kırgızlar, Kazaklar, Özbekler, Nogaylar, Altaylarda ayrı bir kabile adı olarak muhafaza edilmiştir. Nogaylarda “Şomusli-As” “Dort-ulu-as” “Kara-as” “Ak-as” “Kultı-as” “Tartu-ullu-as” diye bilinen kabileler vardır. Dağlık Karabağ’da “Dört-aş” “Assın” etnonimleri, “Az-Ki-zi” toponimi (Eski Türkçe “As-kişi” ile özdeşlik göstermektedir) mevcuttur. “As” terimi aynı şekilde Macar, Moldovya toponimisinde de muhafaza edilmiştir. Türk kabilelerinden “As” ve “As-kişi” Orta Asya, Kırım, Kuzey Kafkasya ve komşu bölgelerdes ortaçağlarda var olmuştur. Pek çok ortaçağ yazarı da bu konuda bilgi vermektedir.[18]

Son gün Atilla’nın dev posteri alanın girişinde açılıyor ve tüm Hun birlikleri ve Şaman giysili Macarlar onun posterinin altından geçiyorlar. Ortaya konmuş odunların ateşe verilmesi ile Şaman ayini başlıyor. Orta Asya şaman ritüellerine benzeyen, hatta kızıl derili figürleri ile zenginleştirilmiş kostümlerle ayin renkleniyor. Ekmek, tuz ikram geleneği, dolu saçımı ile Anadolu, Kafkasya, Türkistan adetlerinden farklı olmayan tören hayat ağacında dilek tutma ile son buluyor. Şaman ayinine katılmayan bazı arkadaşlar törene katılan bizlere takılıyor “Hilmi Hz. Muhammed’i (SAV) unuttun” diyor. Bizde “Tövbe, unutmak olur mu? Çocukken annemizin tanıdıklarımızın yaptığı, nazar değmesin diye kurşun dökme ve nazarlık töreninden bunun farkı yoktu” diyoruz. Abartıda yoktu, Türk yurtlarındaki hayat ağacı ve Şaman ayinine benzer, inancımıza zararsız geleneklerimizden farksızdılar. Daha sonra sosyolog Musa bey ( Prof. Dr. Hacı Musa Taşdelen, Sakarya Üniversitesi) başından geçen bir şaman ayinini anlattı: “İlk katıldığı Şaman Töreninde ateş yakılmış. Sağında Başkurt Türkü, solunda Uygur Türkü varmış. Hepsi beraberce Ateşten atlamışlar. Sıra hayat ağacına sarılmaya gelmiş. Uygur sarılmış, Başkurt öpmüş, Musa hoca selam vermiş. Onlara sorduğunda “önce besmele çektik” demişler. Bize sorarsanız onların sarılma anında ne hatırladık biliyor musunuz? Resuller Resûlu iki cihan serveri Hz. Muhammed (O’na selam olsun) “Hurma ağacı sizin halanızdır. Ona saygı gösterin”, “Halanıza( hurma ağacına ) ikram ediniz çünkü o Adem A.S’ın toprağının artığında yaratılmıştır” demişti.

Metin Hocam ( Prof Dr. Metin Özarslan, Hacettepe Üniversitesi) Pir Sultan’ın şu dizelerini hatırlatıyor:

 

“Ol benim sarı tamburam

Senin aslın ağaçtandır

Ağaç dersem gönüllenme

Kırmızı gül ağaçtandır

 

Ali Fatma’nın yari

Ali çekti Zülfikar’ı

Düldül atının eğeri

O da yine ağaçtandır

 

Ali gitti Hakk’a yetti

Zülfikar’aı derya yuttu

Sa’d-i vakkas bir ok attı

O da yine ağaçtandır

 

Nurdandır Kabe eşiği

Cihanı tuttu ışığı

Hasan Hüseyin’in beşiği

O da yine ağaçtandır

Yeter Pir Sultan’ım yeter

Dertlilere derman katar

Türlü türlü meyva biter

O da yine ağaçtandır”

Necati Gültepe, “Kızıl Elma’nın İzinde” isimli eserinde “Hayat Ağacı” ve “Kızıl Elma” bağlantısını kurmaya çalışır:

Kızılelma kavramını oluşturan objelerden ilk akla gelen Elma ağacı ya da ağaç objesidir. Bunun daha soyut görüntüsü hayat ağacıdır. Buradan ölümsüzlük kavramını veya hayat iksirini aklımıza getirebiliriz. Kızılelma’dan hareketle elde edeceğimiz ikinci obje, kızıl renkli bir meyve yada kızıl bir top, altın top olmalıdır. Bu objeleri daha da çoğaltmak mümkündür, ama biz bunlardan sadece esas objemiz olan Kızılelma ve onun sübjektif açılımları olan Elma ağacı, ağaç, hayat ağacı, hayat iksiri, kızıl top, altın top kavramlarının izini süreceğiz. Kızılelma’nın objelerinden olduğunu düşündüğümüz hayat ağacı kavramına ilk rastladığımız yer, var olan her şeyin başlangıcı olan yerdir, yani din kitaplarında geçen cennettir. Esasını Kuran-ı Kerim’de, teferruatını ise Tevrat’ta bulduğumuz bilgiler bu konuyu yaratılışın başlangıcına taşır.

Hz. Adem ve eşi cennette var edildikten sonra kendilerine, bir tek ağaç hariç diğer bütün meyvelerden diledikleri gibi yiyebilecekleri bildirilmişti. Tevrat’a göre; Allah’ın cennette bitirdiği ağaçlar içinde bir ianesi özel isim ve nitelikleriyle bildirilmektedir ki, bu hayat ağacıdır. [19] Adem ile eşine yasaklanan iyilik ve kötülüğü bilme ağacı olarak da isimlendirilmiş olan, bu ağacın meyvesinden yemenin cezası ölümdür, ebedi hayattan fani hayata geçiş, yani cennetten kovulmadır (Tekvin, 2/9 – 16-17). insan Tanrı katındaki o yüksek yaşantı ve seviyesinden çıkarılarak daha aşağılarda bir yere konmuş yani ölümsüz iken, ölümlü kılınmıştır.

Kitabı Mukaddes’te açık bir şey bildirilmemekle beraber “hayat ağacı” birçok yönlerden değerlendirilmiştir.

“Meyvesinden yiyen herkesi ebedîleştirmektedir”

“Topraktan yaratıldığı için yok olma durumunda olan insanın gücünü yenilemektedir”.

“Ebedî hayatı temsil etmektedir”

“Bu ağacın meyvesi ebedî kuvveti, ölümsüz hayatı bağışlayacak niteliktedir”

“Hayat ağacı” kavramı dünyanın pek çok yerinde, çok farklı toplumlarında ve eski şarkta bilinmekteydi. Başta Sümerler olmak üzere, Mayalarda. Cermenlerde. Hintlilerde ve eski Mısır’da bu inanç mevcuttu. Âsur-Bâbil metinlerinde ise daha çok “ölümsüzlük bitkisi” olarak yer almaktaydı. Hayat ağacı ölümsüzlük bahşetmektedir ve ilâhlara mahsustur. Çeşitli varlıklarla korunduğundan ona ulaşmak zordur

Diğer taraftan Yahudi inançlarında da hayat ağacı meselesi netlik kazanamamıştır. Tevrat’ta, “şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve ebediyen yaşamasın” denilmek suretiyle hayat ağacının ölümsüzlük bahşetme vasfı belirtilmektedir. Yahudi geleneğinde hayat ağacı, kökleri semada, dalları yeryüzünde olarak tasvir edilmiştir.

Ölümsüzlük bahşeden hayat ağacı olduğu halde,[20]

Tanrı niçin bilgi ağacını yasaklamış ve Âdem’e ondan yediği takdirde öleceğini bildirmiştir? Bazılarına göre bu iki ağaç aynıdır. Süleyman’ın Meselleri’nde “Tevrat’ın bölümlerinden” hayat ağacı ilâhî hikmetle aynı sayılmıştır. Diğerlerine göre ise hayat ağacına ulaşmak kolay değildir. O, ancak iyi ve kötünün bilgisini yani hikmeti elde etmekle bulunabilecektir. Hayat ağacı. Gılgamış’ın okyanusun dibinde aradığı ölümsüzlük otu “iksiri” gibi gizlidir. Ona ulaşabilmek için hikmete sahip olmak, hikmeti elde etmek için ise bilgi ağacından yemek lâzımdır. Bilgi ağacı, hayat ağacının yerini bildiren bir unsur olarak belirtilmektedir. Kur’an’a göre; Adem ve Havvâ cennete yerleştikten sonra orada Allah’ın nimetlerinden diledikleri gibi faydalanıyorlardı. Allah onları yasak ağaca yaklaşmamaları hususunda uyardı: “Ey Adem! Eşin ile birlikte cennete yerleş; orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın: sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz” 2/35). Kuran-ı Kerim’de bu ağacın mahiyeti hakkında bilgi verilmemiştir. Sadece şeytanın Adem ile Havva’ya çirkinlikleri göstermek için. “Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı” (7/20) ve “Ey Adem Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi'” (20/120) diyerek onları yanılttığı belirtilmektedir.[21]

Bu konuda hadislerde de bilgi yoktur. Diğer lslâml kaynaklarda yer alan ve bu ağacın hayrı ve şerri bilme ağacı veya üzüm asması, buğday, incir ağacı vb. bitki türlerinden biri olduğunu belirten rivayetler ise İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır. Neticeten insanın yaratılış evresinde bir ağaç sembolünün olduğunu bunun insanın “Ademin” kaderiyle doğrudan bağlantılı olduğunu net olarak biliyoruz. Yeryüzünde insanoğlu var edilip çoğaldıktan ve farklı milletlere ayrıştıktan sonra her toplum bu ilk yaratılıştaki hayat ağacı objesine kendi mizaç ve yaşantılarına bulundukları coğrafyaya göre isimlendirdikleri anlaşılmaktadır. Eski mısırda buğday eski Turan’da Kızılelma, Sümerlerde asma, Mayalarda insan suretinde meyvesi olan ağaç ya da hayat ağacı gibi ifade edilmiştir.

Bildiğimiz klasik tarih öncesi dönemlerde Turan Konfederasyonunun Altın devri diye söz edilen (M.Ö. 11.500 ile M.Ö. 6.500) arası tarihte ilklerin de yaşandığı devirdir; Atın evcilleştirilmesi, arabanın ve tekerleğin kullanılması gibi. Özellikle demir madenlerinin işletilmesi ve kullanılması gerçek bir değişim ve tarihi zamanlarda sıçrama sayılmaktadır. Ama daha da önemlisi dini inançta çok ileri bir aşamaya gelinmiş olması Gök Tengrı dinine geçilmesi ve insanlık aleminde sosyolojik anlamda dinde vahdaniyetin başlaması. Bu devir esasları bilinmeyen ama var olduğu kuvvetle tahmin edilen hatta maddi tanıklarına rastlanan Büyük Turan milletlerinin ve eski dünya insanlarının uzun mutlu altın asırlarıdır. Bu asırlardan kalıntılara dikkatimizi çeken eski çağın sonlarında ve orta çağda yaşamış Orta Asya ve Uzakdoğu seyyahlarının eserleri halen mevcuttur;

Büyük Köken Mitleri—Turan Zeminde Hayat Ağacı[22]

Türklerin inanışına göre ilk insan, Tanrı tarafından gökte yaratılmıştır. Hayat ağacıyla beslendikten sonra ilk insanların atası olması için yeryüzüne indirilmiştir.

İlk insanın yaratılışı ile ilgili olarak Türk dünyasında en güzel mitler, Gök Tanrı inancının canlı olduğu Yakutlar arasında anlatılmaktadır. Yakutlar, kökenlerini, ilk insanı “Er-Sogotoh”tan başlatırlar. Er-Sogotoh miti, Yakutların dilinde millî bir destan hâline gelmiştir.

Er-Sogotoh destanının değişik araştırmacılar tarafından derlenen metinleri arasında bazı farklar vardır. Hepsinin ortak yönü, Er-Sogotoh’un yaratılışı ile hayat ağacı arasında büyük bir bağ olmasıdır.

Middendorf tarafından derlenen Er-Sogotoh destanında, kahraman, tek başınadır, eşi yoktur. Çok zahmet çektiği için ona Ereydeh-Buruydahçı lâkabı takılır (Ereydeh Buruydahçı: Çok zahmet çeken).

Hayat ağacı, Er-Sogotoh’un sarayının doğusunda bulunan cennetin ortasındadır. Adı da “Hakan Ağaç”tır. Üç âlemi birleştirme fonksiyonuyla demir ağaç sembolü baskın durumdadır. Er-Sogotoh, buradan yeryüzüne indirilir. Hakan Ağaç, varlığın sebebi ve her şeyin anası olarak gösterilmiştir. Kahramanı öldükten sonra tekrar diriltmiştir:

İnsanın atasının adı Er-Sogotoh’du,

Çok çok zahmetler çekmiş, dertleri de pek çoktu.

Ereydeh-Buruydahçı lâkabını vermişler,

Yalnız yaşadığından, ona böyle demişler,[23]

Kozmik ağacı incelerken hayat ağacından zor ayırt edilebileceğini görürüz, Varlığın kaynağının ağaçtan gelmesi Orta Asya ve Sibirya toplumlarının temel kavramlarındandır. Bu varlık kaynağı, en bilineni Uygurlarda gelişmiş efsanelerde birkaç kez dile getirilmiştir.

Daha çok Buku Han adıyla bilinen Buğu Han’ın “mucizevi” doğumuyla ilgili inançların yanlış bir biçimde Uygur kavimlerinin köken miti olduğu düşünülmüştür, ama bu inançlar en fazla yankı bulan döngülerden birini oluşturur. Çok iyi bilinmelerine ve batılı bilim adamları tarafından çok sık kullanılmalarına karşın bildiğimiz kadarıyla bu inançlar şimdiye kadar düzenli bir biçimde hiç incelenmemişlerdir.

Cüveyni söz konusu efsanenin en ayrıntılı versiyonunu Tarih-i Cihan Güşa’de aktarmıştır(S. 103).

“Uygurlara göre, kendi ırklarının başlangıcı ve gelişmelerinin hareket noktası, Karakurum adlı dağdan inen Orhon Irmağı’nın kıyılarıdır Bu inanç, Buku Han’ın ortaya çıkmasına dek beşyûz yıl sürmüştür. Şimdi de Buku Han’ın Efrasyab olduğu söylenmektedir. ”

Türkler Kaf Dağlarını Aşarken Kutsallarını (Kutsal Ağaç) Beraberlerinde Getirdiler

Orta çağlarda Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlar Deşt-i Kıpçak olarak anılırdı. Bu adı bölgeye Arap coğrafyacıları vermiştir. Eskiden bazı haritalarda küçücük harflerle yazılı olduğunu bilenler bilir.[24] Deşti Kıpçak’tan Sivas köle pazarına getirilen ve gözünde leke olduğu için ucuza satılan bir çocuk gelecekte, Mısır’daki Kölemenler devletinin veya resmi adıyla “Türk Devleti” Kutuz’dan sonraki hükümdarı olacaktı.

Kıpçak kölelerin bazıları da Hindistan’a gitmişti. Bunlardan Kutbeddin Aybek, Delhi Türk Sultanlığı’nı kurdu, daha sonra da Şemsiye ve Balaban hanedanlarıyla Kıpçak varlığı devam etti. Hintli tarihçilerin batı etkisiyle Mughal dönemi olarak geçiştirmeye çalıştıkları Türk dönemi başlı başına bir tarih vakadır. Deşt-i Kıpçak’ta Kıpçaklar Rus prensleriyle devamlı savaş halindeydiler. Önce bozkır galipti, daha sonraları bozkır ormana yenilmeye başladı. Rusların bu geçmişe ait efsaneleri olduğu bilinir. Hatta Rus beylerinden Borodin’in Prens Igor operasında Poloveçlerin dansı diye pek bilinen bir melodisi vardır. Poloveç, Rusların Kıpçaklara verdiği addır. Tabii biz bunun da ne anlama geldiğini hayli geç öğrendik. Tarih ders kitapları Fransız İhtilali ve Avrupanın sömürge tarihini anlatmaktan bunları yazmaya fırsat bulamaz. Kıpçak beylerinin kızlarının Rus prensleriyle evlendiklerini ve Rus soylularının yarı yarıya Kıpçak olduklarını da. Moğol kasırgası kopunca Rus kinyasları Kıpçaklara iş birliği teklif etti. Savaşta Kıpçaklar bozgunu hissedince Rusları terk ettiler, Macaristan’a sığındılar, Rus prenslerini de Moğollar öldürdü. Macar kıralı gelen Kıpçak kalabalığını şartlı kabul etti: “Silahlarınızı bırakacaksınız, Hıristiyan olacaksınız, saçlarınızı kestireceksiniz” Kıpçakların canını en çok saç kesme işinin sıktığı söylenir.[25]

Tarihi krolonojiye göre ilk çağlar sona ererken Derbent kapılarının gerisinde uzanan ülke, Sözünü ettiğimiz Kıpçakları kendisine çekti. Kıpçaklar farklı kültürleriyle, doğu bozkır dünyâsı için yeni idiler. Kafkaslarda ve Doğu bozkırlarında Deşt-i Kıpçak, kendi düzenli hayatını devam ettirdi. İnşaat yaptılar, demiri erittiler, ürünler ve hayvanlar yetiştirdiler. İnsanlar, bayramları ve düğünleri kutladılar; çocukların doğumuna sevindiler, yakınlarının öteki dünyâya göçüşüne üzüldüler. Her şey, her zamanki gibiydi. Hayat, mutad üzere acele etmeden aktı. Kafkas’ta Türk köyleri ortaya çıktılar; yeni şehirler yükseldi. Onlardan biri de Hamrin’dir. Şehir, Kafkas tarihçilerinin yarısından çoğunun zikrettikleri kutsal bir ağaçla şöhret bulmuştu. “Tengri-Han” adlı ağaçla. Şüphesiz, sözü edilen, paganlardaki gibi, alelade bir kutsal agaç değildir. Türklerde, kendisinde Yüce Tengri’nin yaratmış olduğu her şeyin birleştiği bir “evrensel agaç” efsânesi yaşıyordu.

Evrensel ağaçla ilgili öğretiye Kıpçaklar “yüksek bir ilim” olarak bakıyorlardı, onu kavrayan kişi bilge (hakim) oluyordu. O bir dünya modeli görüyor ve dünyanın nasıl yaratıldığını anlamaya başlıyor. Bu ilme daha Avrupa’da sonraki asırlarda felsefe diyorlardı. Evrensel ağacın dalları göğe ulaşıyor, Tanrı’ya ve kuşlara ait olan kısım burada farz ediliyordu. Ağacın kökleri derine, cehenneme, yılanın krallığına gidiyordu. Ağacın gövdesi ise, dünyânın ortasında bulunuyor; burada insanlar, allar ve vahşî hayvanlar yaşıyor diye düşünülüyordu.

Hayat ağacı, ebedîdir; Tanrı’nın ebedî oluşu gibi. Onu görmek mümkün değildir; Tanrı’yı görmek mümkün olmadığı gibi. Efsâneye göre, ruhlar ve fikirler hayat ağacının üzerinde, bir dünyâdan öbürüne geçiyorlar.[26] İnsanın asıl bilgi kaynağı o evrensel ağaçtır. Gerçek bilgi ondan alınırdı. Hamrin şehri, Kıpçakdünyasının bilgi merkezi yada bilgi şehri idi. Kimbilir belki de Kıpçaklar bu şehirde, evrensel ağacın dallarının örıüsü altında, Tengri’nin ayetlerini duyuyorlar idrak ediyorlardı. Sonradan Hamrin şehrinde tapınaklar, daha sonra da mescitler yaptılar. Fakat ağaç, şehrin asıl kutsalı olarak kaldı. Şimdi orada Kayakent köyü var. Tam bir şehir planlı köy. Köyün kenârında ise, geçmişin hâtırası olarak, kutsal “Tengri-Han” ağacı yetişiyor. Kumuklar, (Kıpçaklara artık Kumuk diyorlardı) tabiî ki, bazı şeyleri unuttular; hayat ağacı hakkında fazla bir şey bilmiyorlar, fakat Kaya kent köyünde yetişen ağaca yönelik hususi saygıyı muhafaza ediyorlar. Ağaç, Kumukların gelecek bilgilerini taşıyan Kızıl elmadır artık. O sırada yani “III. Yüzyılda”, dünyada büyük hâdiseler filizleniyordu. Bunlar, Derbent duvarlarının yanı başında başladılar ve önceleri Türkler olmaksızın yol aldılar. Fakat onların önde gelen iştirakçilerinin ve başlıca itici güçlerinin asıl Kıpçaklar olması gerekiyordu.[27]

Törendeki Kızılderili kıyafetleri ise, her zaman kızıl derililer ile Türklerin akrabalığını gündeme getiriyordu. Burada bunun canlı şahidi oluyorsunuz. Tarihî araştırma sahama girdiği için Kuzey Kafkasya’da Abhaz Turan toplulukları arasında kızıl derili gibi giyinmiş oymakların siyah beyaz resim ve fotoğraflarını belgelerde görmüşümdür. Turan Kurultayının Bugac’ta tamamlanmasından sonra ekibimiz Budapeşteyi gezmek için dönüyoruz. Estergon Kalesi, Buda kalesi, Gül Baba vd. Bu tarihi mekanları Seyahatimin başlangıcında görmüş ve sizlerle paylaşmıştım. Fakat hızlı bir seyahat olması sebebiyle göremediğimiz bazı mekanlar olmuştu. Bu sefer onlardan da bahsetmek istiyorum. Rehberimiz Yakup Bey Tuna’nın üzerinden geçerken hatırlatıyor. Sular az olduğu zaman Tuna atla geçilebiliyormuş diyor. Tacirler için her 20 km’de Hanlar bulunuyormuş. Kule misafirhaneler varmış. Osmanlı döneminde camiîlerde. 100 asker koruyormuş.

Otobüs’de Azmi Hoca (Prof. Dr. Azmi ÖZCAN-Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Rektörü-) “Arkadaşlar Macaristan-Osmanlı ilişkilerini anlamak için mutlaka Bahaddin Özkişi’nin –Köse Kadı[28] ve Uçtaki Adam[29]– romanlarını gençlere okutmamız gerekir” diyor. Yıllar öncesine dalıp gidiyorum. Rahmetli Bahaeddin Özkişi’nin bu eserleri inanılmaz bir irfaniyet ve zeka ile kaleme alınmış kitaplardır. “Köse Kadı” bir Osmanlı Şehzadesidir. Fakat bu özelliğini kimse bilmez. Hatta padişahtan da gizler. Çünkü hayatından olabilir. Fakat Macar diyarında hem İslâm’a, Devlet-i Ali Osman’a hizmet eder hem de gizli haber alma teşkilatının lideridir. Kurmuş olduğu teşkilat yıllarca inanılmaz görevler ifa eder. Osmanlı yiğitleri onca dili ana dilleri gibi konuşurlar, kılıktan kılığa girerler. Gerektiğinde de gözlerini kırpmadan ölüme giderler. Bir seferinde kimliği anlaşılan Osmanlı yiğidi, arkadaşlarının anlaşılmaması ve istihbarat teşkilatının çözülmemesi için arkadaşına “kellemi kes, al ve kaç” diye emir verebilir. “Uçtaki Adam” da Köse Kadı’nın devamıdır. Dayıları yani annesi Türk, babası ise acımasız bir Macar olan yiğit soylu bir insanın tereddütleri ve safını belirlemesidir. Uçtaki Adam, başlangıçta Avusturya sarayında yetişmişken daha sonra, Köse Kadı, dayıları ve teyzesi tarafından İslâm’a ısındırılacaktır. Bu arada Köse Kadı’da yaşlanmış ve alemi değiştirmiştir. İki eserde o kadar zekice ve irfan yüklü kurgunlanmış ki defalarca okusanız eserlerin mükemmelliği karşısında hayret ediyorsunuz. Tarihî derinlik ise eserlerin ayrı bir üstünlüğüdür. Özellikle istihbarat teşkilatlarında okutulması gereken iki önemli eğitici kitaplardır.

Bu topraklarda şehit düşen ecdadımızın ruhlarına dualar okuyoruz. Yakup Bey, Budapeşte’ye yaklaştığımızı hatırlatıyor. Önce Hamza Bey köyüne uğrayacağız. Hamza Bey camisinden tek bir minare kalmış. Minarenin kaidesi yok.  Sonradan bir de sembolik mihrap yapılmış. Heyetimiz minarenin merdivenlerinde hüzünle fotoğraf çektiriyoruz. 10×10: 100 m2 alanı var. Köyden çıktık termal otellerin olduğu bölgeden geçiyoruz. Solda Aşırı Türk düşmanı Macar komutan Törik Balin’in köyü bulunmakta. Kanunî Sultan Süleyman Törik Balin’i “Yedi Kule zindanlarına” hapsetmiş. Çevre yolunda Buda istikametine doğru yol alıyoruz. Yakup Bey Şambek kasabasından bahsediyor. Macar Müslümanların bulunduğu bir yermiş. Kalesi de varmış. Kale’de 80 Müslüman kabri bulunmuş. Avusturya binaları yıktırıp, Osmanlı izlerini silmeye çalışmış. Balkanlarda “vakıf eserlerimize sahip çıkılması” yönünde akademik bir tartışma başlıyor. Onları yazmak sayfalar tutabilir. Şu kadarını not edebilirim. TİKA bu konuda üstüne düşeni yurt dışında elinden geldiğince yapıyor. Mesela Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Avrupa’da envanterini, planını çıkardığı eserler yeni baştan yapılabilir. Estergon kalesine doğru yaklaşıyoruz. Yakup Bey; Bilişya köyünden söz ediyor. Jazic/Yazık Müslüman kabilesi otururmuş diyor. Daha sonra Alman asıllılar oturmuş. Osmanlı döneminde Macarlar Müslüman olmaya başlamışlar. Fakat Avusturya tekrar hristiyanlaştırmış.  Osmanlılardan aldıkları yerlere de Almanlar “Şilabiş Türkiye” (Alman Türkiyesi) demişler.

Estergon Kalesi

Estergon’a daha önce çıktığımız yerden çıkmıyoruz. Savaşçıların veya kaleye gizlice çıkanların tercih ettiği yoldan giriyoruz. Biraz yoruluyoruz ama tarihi anlamak ve o günü yorumlayabilmek için gerekli. Çünkü erzak kaleye ulaşamayınca kale teslim olmak durumunda kalıyormuş. Kedi yolundan 200 basamakla Estergon’a çıkıyoruz. Cevat ağbi (Cevat SARAÇ, TMC iş Adamı) ile kol kola hem çıkıyor, hem de Tuna’ya doğru fotoğraflar çektiriyoruz. Kale içinde Osmanlı fethinden önce Kırmızı mermerli bir Şapel (Kilise) varmış.  Osmanlı Kızıl Elma camiisi demiş. Büyük kiliseye girdiğinizde solda ilk geldiğimde dikkatimden kaçmıştı. Kırmızı mermerleri ile hemen dikkatinizi çekiyor. İki arkadaşımız orada vakit namazlarını da kılıyorlar. Gidenlerin dikkatini çekmiştir. Minaresi yarım bir cami var. Kaleden bakınca Budin kapısı tarafında görülüyor. Burayı Rosenberg isminde Alman bir iş adamı almış. Cami olduğunu öğrenince restore ettirmek istiyor. Fakat minare ölçülerini (22.5m) bilmediği için yükseklik ruhsatını düşük alıyor. Dolayısıyla minare eksik ( 6.5m) kalıyor. Kapalı olduğu için ancak dışarıdan ziyaret ediyoruz. Namazımızı Estergon’da çimenler üstünde eda ediyoruz. Biraz ilerde üç şehit yeniçerimizin kabri var. Mezar taşarlını görebiliyoruz. Tamirat olduğu için demir parmaklıkların dışından dua ediyoruz. Heyetimizin dikkatinden kaçan bir heykeli Cevat ağbi, gösteriyor: Kaide de “Macyares Marcnceya seszonya Mardjvekink Edes Angray” yazıyor. Heykelin ayakları altında hilâl bulunmakta. Avrupa’da bu manzaralar o kadar çok ki Türkiye bu konuda mutlaka diplomatik girişimler yapmalıdır. Türkiye’de Haç’ı veya Davut yıldızını ayaklar altına alan meydanlarda bir heykel gösterilebilir mi? Tam tersine mimarimizde yer yer bu motifler kullanılır üstelik.

Estergon’dan inerken “Mutsuz vadi’den” geçiyoruz. Avusturyalılar ve Ruslar Türkleri sürekli kötülemişler. Avusturya bununla da yetinmemiş 100 yıl Macar dilini yasaklamış. Halbuki Osmanlı Macaristana gönderdiği devlet görevlilerine Macarca öğretip göndermiş. Osmanlı Budinde kayıtları Macarca tuttu. Macarcanın yaşamasına çalıştı.

Estergon’dan Budapeşteye doğru otobüsümüz yaklaşırken önce Buda kalesine uğrayacağımız söylendi. Bu arada Yakup Bey bilgiler vermeye devam ediyor. Dört Osmanlı hamamı çalışıyormuş. Aklıma Gül Baba türbesinin erken kapandığı aklıma geliyor. Dolayısıyla önce Gül Baba Türbesine geçiyoruz. Türbe açık, içeri giriyor ve Ruhuna Fatihalar gönderiyoruz. Eşim ve oğlumla geldiğimizde Türbenin dışından ziyaret edebilmiştik. Sandukanın başında Bektaşi sarığı var. Ziyaret defterine hepimiz bir şeyler yazıyoruz: “Gül Baba evlatları/ Gül Baba’ya geldiler/ Güldalı dikenleri/ Dalda Güle erdiler” (Gül Baba evlatlarına selam olsun. h özden). Necati Hocam (Prof. Dr. Necati Demir, Gazi Üniversitesi) halkiyatçı gözüyle dikkatli gözlemlerde buluyor. Necati Bey’in Sarı Saltuk üzerine akademik muazzam çalışmasını UKİD basmış. Balkanlarda ve Anadolu’da dağıtımını Fî sebîlillâh (Allah Rızası için) yapıyor.

Gül Baba hakkında rehberimiz Yakup Bey’in anlattıklarını da aktarmak istiyorum: 1531’de padişahın emri ile gelir. Türbesinin bulunduğu tepeye bir bahçe yapar. gül tohumu getirmiştir. Rengarenk güller kokuları ile çevredeki gençleri etkiler, gençler gelmeye başlarlar. Macaristan’da o dönem gençlerin bir araya gelmesi zordur. Fakat Gül Baba’nın bahçesi onlar için kaçış olur. Kanuni Budin’i aldığında yanında namaz kılanlar arasında Gül Baba’da vardır. Bir Macar genci saldırır ve Gül Baba’yı bıçaklıyarak öldürür. Daha sonra onun Gül Baba olduğunu öğrenir. Ağlamaktan ruh sağlığını kaybeder. Ebusûud cenaze namazını kıldırır. Kanuni’nin ordusu ve Macarlar cenaze namazına katılırlar.

Gül Baba Türbesinden sonra Budin Kalesine doğru gideceğiz. Akşam yaklaşsa da ziyaret edeceğimiz yerleri dışarıdan görmek de mümkün. Geçen hafta göremediğim ve özellikle içimde uhde kalan Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa (1686)’nın kabri idi. Kabir taşındaki yazıları not alıyorum ““145 yıllık Türk egemenliğinin son Buda Valisi Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa, bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının 2. günü öğleden sonra yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun!” yazılıdır.

Mezar taşındaki Osmanlı Türkçesi ibare şu şekildedir: “Bûdîn vilâyeti son vâlîsi Vezîr Arnavud ‘Abdurrahman ‘Abdî Paşa 1686 senesi eylülünün ikisinde ba’de zuhr işbu mahall civârında şehîd olmuşdur. Rahmetullâhi ‘aleyh

Abdurrahman Abdi Arnavut Paşa, Budin valisiyken mahiyetinde çok az bir Osmanlı kuvveti vardı. Doksan bin kişilik Haçlı ordusu 1686 yılında Budini kuşattı. Üç buçuk ay kuşatma sürdü. Haçlı orduları kaleye on sekiz taarruz yaptı. Paşa haçlıları püskürttü ve onların teslim tekliflerini kabul etmedi. Haçlılar şehre hakim tepeleri ele geçirdiler. Bu arada cephanelik patladı ve 4000 Osmanlı askeri şehit oldu. Abdi Paşa askerlerle beraber ön saflarda düşmana karşı çarpışmaya başladı.. 2 Eylül 1686 günü Haçlı Birliklerine karşı savaşırken 70 yaşında şehit oldu. Ruhu şad olsun. Budin Kalesinin elimizden çıkışının acı tablosunu Danişmed tarihinden okuyalım: “1 Ağustos-11 Ramazan, Perşenbe günü Budin civârındaki Hamze Bey palankasına varan Serdâr-ı Ekrem şehri muhâsaradan kurtarmak için 14 Ağustos-24 Ramazan, Çarşanba günü düşmanla harbe tutuşmuşsa da mağlûb olup üç bin şehîd vererek çekilmiş ve bunun üzerine kaleye imdat sokmak için eski serdâr Sarhoş Ahmed Paşa kumandasında iki defa Serdengeçti kuvvetleri sevkedilmişse de düşmanın çok şiddetli mukabelelerinden dolayı 20 Ağustos-30 Ramazan, Salı gününe tesâdüf eden ilk teşebbüsünde ancak 500 kişi sokabilmiş ve ikincisinde hiç muvaffak olamamıştır….Büyük bir kahramanlıkla mukavemet eden Abdi Paşa bu sırada çok müşkil vaziyettedir. Daha 30 Haziran-8 Şa’ban, Pazar günü aşağı varoş ve ondan sonra da yukarı varoş sukût etmiş ve 16 Temmuz-24Şa’ban, Salı günü de kalenin  cephâneliğin deki 36 bin kantar barutun bir düşman humbarasıyla infilâkı üzerine 4 bin kişi şehîd olmuş ve 60 kadem genişliğinde bir gedik açılmıştır. Osmanlı menbâlarında 18  yörüyüş”den ve Garp menbâlarında da ancak 3 umumî hücumdan bahsedilir. 2 Eylül-13 fievvâl, Pazartesi günü Budin’in sukûtuyla neticelenen en şiddetli hücumda düşman içeri girdikten sonra çok şiddetli bir sokak muharebesi yapan Türkler nihâyet iç-kale vaziyetindeki “Bali Paşa meydanı“na çekilmişlerse de Abdi Paşa’nın şehâdeti üzerine başsız kaldıkları için teslim olmuşlardır. O gece şehir yanmış, yağmalanmış, ahâlinin mühim bir kısmı kılıçtan geçirilmiş, mütebâkisi esir edilip paylaşılmış ve ancak yüzme bildikleri için Tuna’ya atılıp kaçabilenler kurtulabilmiştir. Esirler çırılçıplak soyuldukları için, hayâ hissiyle çukurlar kazıp girenlerin de soğuktan telef oldukları rivâyet edilir. Budin muhâsarası 18 Haziran-26 Receb, Salı gününden bugüne kadar tam 2 ay, 14 gün 76 gün sürmüştür. Muhâsaranın bir gün evvel başladığı hakkında da bir rivâyet vardır. Bu müdhiş faciadan biraz evvel yazılan ve;

Şâh-ı İslâmı dilerüz  Budine

Nazar-î merhamet kıla bu dine

matlaiyle, Dördüncü Mehmed’i müdâfaaya dâvet eden ateşli gazelle, fâciadan sonra yazılıp;

 

Aldı Nemçe bizim nazlı Budini

 

nakarâtiyle, nesilden nesle intikal eden Budin türküsü o muazzam felâketi hiç bir zaman unutturmıyacak millî mâtem ifâdeleridir.[30]

Budin’in Avusturyalılarca isgali üzerine asker şairlerden Gâzi Aşık Hasan’ın yazdıgı “Budin Destanı”:

 

Ötme bülbül ötme, yaz bahar oldu,

Bülbülün figani bagrımı deldi,

Gül alıp satmanın zamanı geldi,

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.

 

Çesmelerde abdest alınmaz oldu,

Camilerde namaz kılınmaz oldu,

Mamur olan yerler hep harap oldu,

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.

 

Budin’in içinde uzun çarsısı,

Ortasinda Sultan Ahmet Camisi,

Kâbe suretine benzer yapısı,

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.

 

Budin’in içinde serdar kızıyım,

Anamın babamın iki gözüyüm,

Kafeste besli kınalı kuzuyum,

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.

 

Cephane tutuştu, aklımız saştı,

Selâtîn camiler yandı tutşstu,

Hep sabi sibyanlar ateşe düştü,

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.

 

Serhatlar içinde Budin’dir başı,

Kan ile yoğrulmşs topraği taşı,

Çerkez Alemdar sehitler başı

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i.

 

Kıble tarafindan üç top atıldı,

Persembe günüydü, günes tutuldu,

Cuma günü idi, Budin alındı,

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin’i

 

 

Kanunî Sultan Süleyman devrinde M.1541 (H.948) senesi 29 Ağustos-7 Cumâda’l-ûlâ, Pazartesi günü işgâl ve ilhâk edilmiş olan Budin şehri, Milâdî takvim hesabiyle 145 sene, 4 gün ve Grégorien ıslâhâtından mütevellit olan on günlük fark da hesab edilmek şartiyle tam 144 sene, 11 ay, 24 gün Türk hâkimiyyetinde kalmış demektir. M.1526 (H.932) senesi 29 Ağustos-21 Zülka’de, Çarşanba gününe tesâdüf eden Mohaç zaferinden itibaren Macar Krallığının Türk hâkimiyyetinde geçirdiği 15 sene de bu yekûna ilâve edildiği takdirde Budin’in 159 sene, 11 ay, 26 Eylül, Perşenbe günü İstanbul’a aksedip çok büyük bir teessür ve heyecana sebeb olmuş, pâdişahla hükûmet aleyhine tezâhürler başlamış ve hattâ câmilerde vaızlar verilmiştir. Budin’in sukûtu, Macaristan’daki Türk kuvvetlerinin mâneviyyâtını tamamiyle bozmuş olduğu için birçok mühim mevkiler ya hiç mukavemet etmeden veyahut bir kaç gün mukavemetten sonra düşmana teslim olmuşlardır.[31]

“M.1697 (H. 1109) 11 Eylül (24 Safer), Çarşanba günü uğradığımız

Zenta-Sente Fâciası’da Osmanlı Türkleri, Türkmen/Yörük eğitimli askerlerini kaybetmişlerdir. Zenta/Zentha/Szenta/Sente önlerinde düşman Osmanlı ordusuyla karşılaşmıştır. Rivâyetlere göre bu müdhiş fâcia sahnesinde 20 bin asker şehîd düşüp 10 “bin kişi de suda boğulmuştur. Vak’anüvis Râşid’e göre ordunun “sümnü-sekizde biri” telef olduğuna nazaran 60 bin mevcuttan ancak 7500 kadar telefât verilmiş demektir. Vezir-i âzam Elmas Mehmet Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Mısırlızâde İbrahim Paşa ile 13 Beylerbeyi ve birçok beylerle ordu erkânı da şehîd düşmüş ve hattâ Sadrazamın koynundaki “Mühr-i Hümâyûn” düşman eline geçmiştir. bu faciadan dolayı Osmanlı Türkleri Hicretin bu 1109 tarihini “Sente senesi” diye anmıya başlamışlardır.”

Abdi Paşa’nın kabrinin ön tarafından merdivenlerden sağa doğru yürüyoruz. Kahve renkli boyalı arşiv binası var. Bu arşiv binasının Macarlar için hüzünlü bir tarihi varmış. Avusturyalı bir Müdür, Macarlara ait çok önemli tarihî belgeleri yıllar boyunca şöminede imha etmiş.

Kale’den indikten sonra şehrin içinde Tren istasyonunun karşısında “Saray Türk Lokantası”na geçiyoruz. Türk yemeklerini yedikten sonra “Kahramanlar Meydanına geçeceğiz” Kahramanlar meydanında fotoğraflarımız çektiriyoruz.

Ertesi gün Türkiye’ye döneceğiz. 2014 yılında yapılacak Macar-Turan Kurultayı’na yeniden katılmak istiyoruz. Muhtemelen bu sefer ailelerimizle olsun istiyoruz. Çocuklarımızın bu muhteşem Kurultayı görmesi gerekiyor. Onların torunlarına anlatacağı bir örnek Kurultay’ı olmalı. Belki diyeceksiniz ki abartmıyor musun? Hayır tam tersi Türklük hususunda nerede duracağımı bilen bir insanım. Hatta lise sıralarımda Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Gönül hanım” isimli eserini okuduğumda bir Türk olarak, Osmanlı Türkünün (Tolun Bey) yanında yer almış hatta onunla özdeşleşmiştim. Macar Kont’un Gönül Hanımla evleneceğinden roman bitene kadar korkmuştum. Sonunda yazar da bizim gibi düşünmüş olacak ki eserde Tatar güzeli Gönül Hanım Osmanlı Türk’ü ile evleniyordu.[32] Ahmet Hikmet Müftüoğlu “Türkçülük-Turancılık” tarihimizin çok önemli isimlerinden biri idi: “Ahmet Hikmet Müftüoğlu 1912 yılının Eylül’ünde Budapeşte Baş şehbenderliği’ne tayin edilmişti. Ahmet Hikmet’in bu kardeş (ilkedeki temsilciliğinin, Türk-Macar dostluğu, Türk kültürü ve Türklerin Avrupa’da tanıtılmaları bakımından son derece başarılı bir diplomatik resmî vazife olması yanında; san’atkarın Türkçülük, Türk milliyetçiliği yolundaki faâliyet ve eserlerinin meydana gelişinde de çok faydalı te’sirleri görülmüştür. 1916 Haziranında yanına tâyin edilen ve kısa bir zaman sonra konsolos muâvini olan genç şâir Enis Behiç (Koryürek)’in san’at ve fikir gelişmesinde Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in pek büyük rolü olmuştur.

I. Dünya Harbi’ni üstün bir siyasî başarı içinde Macaristan başkentinde geçiren Ahmed Hikmet, ilim, san’at ve diplomasi çevrelerinde çok geniş bir takdir kazanmıştır. Üniversitelerin ve gençlik kuruluşlarının, Türk-Macar kardeşliğini canlandıran Müftüoğlu’nun faaliyetlerine çeşitli yollardan katılışları; Macar basınının bu konulara geniş yer vermesi, Türkçü san’atkarın başarısını büsbütün artırıyordu. Bu arada, Peşte Maarif Encümeni, evvelce Macaristan’da vâlilik etmiş, Budin Beylerbeyi Türk Paşaları’nın resmî yazılarını toplayıp bastırmış; Budapeşte’de Türkçe öğreten dershâneler açılmıştır. Vigszinhaz adlı Komedi Tiyatrosu’nda Türkçe eserler oynanmış; Macar Millet Meclisi, İslam dinini kanûnen tanımıştır. Macaris’tan Kızılhaç’ı, Topkapı ve Maltepe hastahânelerimizde kullanılmak üzere Türkiye’ye sıhhi malzeme göndermiş; Macar Sanayi’ ve Ziraat Okulları, her yıl 100 Türk öğrencinin parasız eğitimini kabul etmişlerdir. M. Pal Bodö, Türklerin kahramanlık şiirlerini Macarcaya çevirerek yayınlamış; Peşte’de üniversitelerin bulunduğu en büyük caddelerden birine (V. Szultan Mohemmed Ût-Beşinci Sultan Mehmed Caddesi) adı verilmiş ve buna karşılık İstanbul’da bir caddemize de, bizim hâlâ muhafaza ettiğimiz (Macar Kardeşler Caddesi) adı konmuştur. Ahmed Hikmet’in Macaristan’daki çalışmalarının en canlı bir örneği de, 1541’de şehid düşerek eski Budin’imizin koynunda ebedî uykusunu uyuyan Gül Baba’ya mahsus Türbeyi, Türk Tarih ve sanatının Avrupaya açılan bir müzesi haline getirmiştir.”[33] Macar Turancılığı ile Türk Turancılığı arasındaki farkları Nizam Önen şöyle izah etmektedir: “Türkiye ve Macaristan’daki “Turancılık” anlayışları birbirinden çeşitli farklıklar arz etmektedir. İlk olarak “Turan” ve “Turancılık” kavramları Macarlarda Finler, Macarlar, Türkler, Japonlar gibi Turanlı halkları içerisinde barındırır. Ancak Türkiyeli Turancılar için kavram bu kadar geniş bir kitleyi kapsamamaktadır. İkinci olarak Macar Turancılığı Macar devleti için bir dış politika aracı olarak tasarlanmıştır. Türkiye Turancılarının ise, ciddi bir devlet ve toplum modelleri vardır. Türkiye Turancılarında Türk ırkının üstünlüğü vurgulanırken, Macar Turancılarının Macar ırkının üstün olduğunu gösteren ifadelere rastlanmaz. Diğer taraftan safkan fikrinin de Macar Turancılarında olmadığı gözlemlenir.”[34]

Nizam Önen’in Türkiye ile Macar Turancılıkları arasında gösterdiği temel farklar bunlar olmasına rağmen Fındıkoğlu “Peşte Turan Cemiyeti”makalesinde Paikert’in telakkilerini ifade ederken Turanın “silah ile değil fakat ilim ve sanatın yaratıcı kuvvetiyle” vücut bulacağını belirtir. Bu yönüyle Türkiyeli Turancılar ile Macar Turancıları arasındaki farklardan birine de vurgu yapmış olur. Çünkü Türkiyeli Turancıların düşüncesinde savaş kaçınılmaz bir tabiat yasası olduğundan dolayı düşüncelerinde savaşseverlik ya da savaşa taparlık güçlü bir konumdadır. Atsız, Reha Oğuz Türkan’da bu unsurun vurgulandığı görülür.” Yine Türkçü-Turancılardan Fethi Tevetoğlu’nun da şiirlerinde savaşı yücelttiği dikkati çeker.’ Oysa Fındıkoğlu’na göre, Macar Turancıları Turanı ilim ve sanatın yaratıcı gücüyle kurmak istemektedirler.[35]

Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, “Türkiye’de vakti ve hayatı çoktan geçen Turancılık ile Macaristan’da yaşayan Turancılık arasında yalnız mühim bir fark var: Macaristan’da Turancılık ilmin mutalarından doğmuş bir şeydir. Gerçi bizde olduğu gibi şeniyyetten /gerçek/ doğmamıştır.” ifadeleriyle “gerçekleşme” ve “ilimden doğma” düşünceleriyle Türkiye’de ve Macaristan’da doğan Turancılığın birbirinden farklı olduğunu makalesinin sonunda belirtir.[36]  Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, belki Turancılığa duygusal yaklaşımı onaylamıyordu. Sosyolojik gerçeklerden hareket ederek ilmî hazırlık içinden olmanın gereğini vurguluyordu. Nitekim Osmanlı son döneminde ve Cumhuriyetin başlangıç yıllarında Ziya Gökalp’in insan üstü gayretlerini saymazsak “Turancılığı” duygusal zeminden sosyolojik ve ilmi zeminlere çekmeye çalışmış aydınımız son derece azdır. Günümüzde “Turan” bir gerçek olarak karşımıza çıktığı halde “politikacısı, akademisyeni, aydını vd.” hazırlıksızdır. Turan gereken ilgiyi, ilmî çaba ve disiplin içinde göstermemişizdir. Duygularımız ve refleks hareketlerimiz gelip geçici sabun köpüğü gibidirler. “Turan”, sağlam, kalıcı, o denli de gerçekle barışık projeler ister. Turan Kurultaylarını ilmî tebliğlerin konuşulduğu, çadırlardan akademik tartışmaların yükseldiği kengeşlere dönüştürmeliyiz. Yürek ve heyecan, aklın faaliyetleri ile birlikte yürümedikçe anlamlı ve verimli olamaz.

 

 


[1] TURAN İlim Fikir ve Medeniyet Dergisi, sayı 22, 2014.

[2] Necati Gültepe, Türk Mitolojisi, Resse yayınları, İstanbul, 2012, s. 603.

[3] Necati Gültepe, a. g. e., s. 604.

[4] Necati Gültepe, a. g. e., s. 605.

[5] Arpad Berta ,Türkçe Kökenli Macar Kavim Adları, (çeviri: Nurettin Demir, Emine Yılmaz, Grafik Yayınları, Ankara, 2002, s. 52-53.

[6] Hüseyin Namık Orkun, Attila ve Oğulları, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul, 2013, s.173-174.

[7] Fatih Şengül, Sabir, Sekel, Avar ve Bulgar Etnik Meselelerinin Çözümü, Hikmetevi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 74-75.

[8] Hilmi Özden, Turan Coğrafyasında Kuzey Kafkasya, Turan dergisi, Sayı, 19.

[9]Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, Türk halklarının Kökeni, ( Çeviren; Hatice Bağcı), Selenge Yayınları, İstanbul, 2008,  s. 33.

[10] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., s.36-37.

[11] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., s.145-146.

[12] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., s.60.

[13] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., s.66-67.

[14] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., s.136.

[15] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., S.132.

[16] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., S.132-133.

[17] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., S.134.

[18] Kazi T Laypanov, İsmail M. Miziyev, a. g. e., s.138.

[19] Necati Gültepe, Kızıl Elma’nın İzinde, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2007, s. 78.

[20] Necati Gültepe, a. g. e.,  s.79.

[21] Necati Gültepe, a. g. e., s.80.

[22] Necati Gültepe, a. g. e.,s.81-82.

[23] Necati Gültepe, a. g. e., s.83.

[24] Necati Gültepe, a. g. e.,   s.84.

[25] Necati Gültepe, a. g. e.,  s.85.

[26] Necati Gültepe, a. g. e.,  s. 86.

[27] Necati Gültepe, a. g. e.,  s. 87.

[28] Bahaeddin Özkişi, Köse Kadı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1974.

[29] Bahaeddin Özkişi, Uçtaki Adam, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1975.

[30] İsmail Hami Danişment, Osmanlı Tarihi, Cilt 3, Doğu Kütüphanesi, İstanbul,  s. 612.

[31] İsmail Hami Danişment, a. g. e., s. 613.

[32] Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Gönül Hanım, (Hazırlayan: Dr. Fethi Tevetoğlu) 1000 Temel Eser, İstanbul, 1971.

[33] Ahmet Hikmet Müftüoğlu, a. g. e., önsöz, s. VII-VIII.

[34] Nizam Önen, “Turana İki Farklı Yol: Macar ve Türk Turancılıkları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 4. Cilt Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 406-408.

 

[35] Mehmet Soğukoğulları, ZF. Fındıkoğlu’nun “Peşte Turan Cemiyeti” yazısı ve düşündürdükleri, Turan Drgisi, sayı20, 2013, s.45.

[36] Mehmet Soğukoğulları, a. g. m.,46.