Dündar Taşer’i kaybettik. / İskender ÖKSÜZ
DÜNDAR TAŞER’İ KAYBETTİK
Y. Prof. Dr. İskender Öksüz
Dündar Taşer’i kaybettik.
Vücudunu, parmaklar üzerinde yükselen, parmakların değmek için çırpındığı bir tâbut içinde götürüp, hayatını adadıığı memleketinin toprağına verdik. Küçük insanların, korkakların kırdığı, ülküdaşlarının ve dostlarının onun tükenmeyen sevgi ve şefkat kaynağına akış imkânı vererek mutlu kıldığı ruhu, artık bu dünyanın kanunlarından, kavgasından uzakta, ulu yaratıcısının yanında… Ruhu için ancak -huzur içinde- “Mekânı cennet olsun” diyebiliriz. Fakat şundan eminiz ki hatırası, bir çok göçeninki gibi yalnız sevdiklerinin kalbinde değil, nice gelecek nesillerin de kalplerinde, kafalarında yaşayacaktır: Hatırasını, çok sevdiği, yaşadığı ve yaptığı tarihe verdik…
Şahsiyetini Türk Tarihi yoğurmuştu. Mütevazı mıydı, gururlu muydu? Onu uzaktan tanıyanlar bu sorunun cevabında hâlâ mütereddittirler. Yakınları ise gururunda “Fransa eyaletinin kralı Fransuva”ya “Oğulluğum” diye hitab eden Kanuni’nin gururunu bulurlardı. Türklük gururu… “Bizim gururumuz, kendimizi büyük gördüğümüzdendir. Bu güzel birşey. Başka birçok milletlerin milliyetçiliklerindeki gurur, başkalarını küçük görmelerindendir. Bu çirkin…”, derdi. Tevazuu, tıpkı 5000 kişiyle 50000’lik Alman ordusunu bozup imha ettiği, arkasından da -bu yetmezmiş gibi- tutup Almanya’da fethe çıktığı için kendisine vezir rütbesi verildiğinde, “Bu kadarcık bir hizmet için Padişah bize vezirlik vermiş.” diye ağlayan Tiryaki Hasan Paşa’nın tevazuuydu. En küçüğe karşı bile gösterdiği nezakette, misafirlerini ağırlarken sofranın başında ayakta duran Türkmen Ağası’nın görürdünüz.
Ona sıfat bulmak zor olmadı. Mezarının başında, ona son hitabında Sayın Türkeş’in kullandığı unvan, kendisinin de en beğeneceği, bütün tanıyanların ittifak edeceği “Türkmen Ağası” sıfatıydı. Onu çok kimse meth etmişti. Fakat, belki de tek hoşlandığı metih bir Türkmen kocasının sözündeydi: “Dündar Beğ okumuş beği değildir. O, hakiki beğdir”. Son günlerinin en sevinçlisi, Oğuz ongunlarından “Uc Kuş”un, “Uca Kuşu”nun “Doğan” olduğunu bulduğu andı. O gün Töre’ye her gelene büyük bir coşkuyla bunu izah etmişti.
Türkmen Beği’nin asaleti ve töresi, İmparatorluğun inceliği ve kültürüyle ne güzel kucaklaşmıştı… Dostluğu, sürekli bir kültür ziyafetiydi. Arif Nihat Asya’nın bir rubaisini okurken hatırladığı eski bir rubaiyi söyler, meraklıysanız, anekdotlarıyla beraber rubai vezinleri hakkında bilgi dolu uzunca bir sohbete girebilirdi. Itrî’nin Neva-kâr’ını beraber dinlemişseniz, size güfteyi anlatır, sorarsanız, “Kâr”ın mânâsını, “Kâr-ı Kâdîm”i, “Kâr-ı Nâtık”ı, “Nevâ-Kâr”ı teker teker izah ederdi.
Evet, Türk Tarihi, Türkmen Ağalığı ve Türk Kültürü Dündar Taşer’in mayasıydı. Fakat bunlar onu Dündar Taşer yapan hususiyetlerin ancak bir kesridir. Musikî, edebiyat, tarih bilgisi yönünden teker teker onu aşan insanlar muhakkak vardır. Zordur… Fakat bunları onun gibi toplamış tek insan da bulunabilir. Ancak bu temeli, tarih ve kültür perspektifini, bugünün Türkiye’sine onun gibi uygulayan, bu uygulayışın emrettiği icraatı onun azim ve cesaretiyle yerine getirebilene muhakkak ki pek ender rastlanır. “Reform”, kafasında birkaç saniye içinde “İnkılâp”la, “Islahat”la, “Tanzimat”, “Teceddüt”le karşılaştırılır, her yeni teşebbüs birkaç asırlık benzerleri ile mukayese edilir, günün dev gibi görünen meseleleri tarih “hissi” ile müstahak oldukları yerlerine oturuverirlerdi. Ve sonra ayni sual: “Peki tedbir nedir?”. Karar alınırdı. Fakat karar almak hiçti; icra etmedikten sonra… “Aldığımız kararı icraya muktediriz.” en sık tekrarladığı sözlerdendi, “imkânsız” kelimesi mânâ ifade etmezdi. İmkân yaratılırdı.
Islahiye’deki bir yüzbaşı. 27 Mayıs 1960’da Ankara’da kilit bir görevi başarabilirdi. Islahiye’den İskenderun’a, oradan Adana’ya geçilir, hastahaneye yatılır, Ankara Gülhane Askerî Tıp Akademisi’ne nakil yaptırılır, hastalığa boşuna teşhis koymaya çalışan doktorlar apandisit ameliyatına ikna edilerek zoraki bir ameliyat olunur ve nekâhat devresindeki Dündar Taşer, hiç bir resmî ilgisinin bulunmadığı zırhlı birliğin kumandasına el koyarak tankları şehre yürütebilirdi. İcrada askerdi. “Bizim ocak” dediği askerliğin üniformasını seneler önce çıkarmış, fakat ruhunu son nefesine kadar muhafaza etmişti. Askerlerden, eski askerlerden, düşmanlarını bile asker olmayanlara tenkîd ettirmez, sustururdu…
Bir önceki nesli beğenirdi. Bir sonraki nesle büyük güveni vardı. Bugünkü standart entellektüeli temsil ettiğine inandığı kendi nesline ise kızardı. “Babamın nesli Çanakkale’de, Millî Mücadele’de şehid oldu, gazi oldu. Gençlerimiz ülküleri uğruna en çetin mücadeleyi veriyorlar. Onlar da şehid oluyor, gazi oluyorlar. Benim neslim ise politika yapıyor, korkuyor, tarafsızlığını ilân ediyor”. Kendi neslindeki ülküdaşları talihli “Fabrikasyon hatalarıydı.
Türklüğe güveni, tarih hissi ve bizzat gördükleriyle geleceğe sağlam bir ümitle bakıyordu. Gençler… Onlar Büyük Türkiye’yi mutlaka yaratacaklardı. Son güney gezisinden sonra yakınlarına, “Bir gençlik geliyor!… Yarın biziz! Yazık ben o günleri göremiyeceğim. 20 yaş genç olmak isterdim.” demişti.
Ona en büyük saygı, ülküyü yürüyen adımlarımızı sıklaştırmaktır. Bizim olan yarını bugün yapabilmektir. Sayın Türkeş, Dündar Taşer’in mezarının başında “Bayrağı göndere beraber çekecektik…” diyordu. Emin olunuz o bayrak çekildiğinde Dündar Taşer o bayrakta ve bizimle olacaktır.
TÖRE, Sayı:14, TEMMUZ 1972, s.3-5.