Nevzat KÖSOĞLU: Erol Güngör ve Tarih
Erol Güngör ve Tarih
Nevzat KÖSOĞLU
Prof. Erol Güngör, alanında saygı duyulan bir bilim adamı idi. Ancak, onu asıl büyük yapan ve günümüzde de geniş aydın kesimlerinin ilgisini çeken yanı bu milletin gerçek aydınını temsil etmesi idi. Aydın, içinde yetiştiği toplumun seçkin insanıdır; birikimi yüksek olandır. Ama, asıl önemlisi ve zamanımızdaki aydın tariflerinde hep ihmal edileni, aydın, içinde yetiştiği toplumun kıblesine dönük olan seçkin kişidir. Milletinin, millî kültürünün mukaddeslerinden kopmuş, kendinden kaçan, aşağılık kompleksleri içinde yabancı kültürlerin tellallığını yahut silahşör- lüğünü yapan insanlar, kültür birikimleri ne kadar yüksek olursa olsun, o milletin aydım sayılamazlar. Bir millete mensubiyetin, birlikte yaşadığı insanlarla ayni kıbleye dönük olmanın heyecanını duymayan kimseler, çok bilgili iseler, raftaki bir ansiklopedi yahut Arap şeyhlerini kandıran bir İngiliz istihbaratçısı da olabilirler; ama Türk aydını oldukları kabul edilemez. Erol Güngör: “Tarilı bir milletin hayatı, nıillî kültür ise tecrübeleridir” derdi. Bizden yani bizi biz yapan tarih ve tecrübelerimizden kaçan, ondan hoş- lanmayanları, onu küçümseyenleri, nasıl bizden, yani Türk aydını sayabilirsiniz?
Erol Güngör, imanı ve heyecanları ile milletimizin yüksek seciyeli, bilgin bir aydını idi. Eserlerinin ötesinde, onunla dostluk etmek şansına sahip olanlar, Türk insanının ruh zenginliklerini onda görebilirdiler. 1970’li yıllarda yazdıkları ile Türk milliyetçiliğinin ufkunu açan, direncini besleyen bir fikir kaynağı oldu. Onun düşünce verimliliği gibi kişiliği de üç ana unsura dayanır: İman, ilim ve tarih şuuru.
Biz, onun tarih konusundaki değerlendirmelerine kısa bir göz atacağız.
* * *
İnsanlar, toplumun buhranlı zamanlarında çıkış yolu ararken, özellikle tarihe eğilirler; geçmişte bulunacak bir modelden hareketle şimdiki sorunlarını çözmeyi ümit ederler. Böyle dönemlerde, Erol Güngör’ün “gelenekçi ütopyacılar” dediği bir kısım insanlar, geçmişin, bir altın çağ olarak hasretine düşüp, geçmişi yaşamaya kalkabilirler. Bir kısım insanlar da, gelecekteki bir altın çağ ütopyasına kapılabilirler.
Her ikisi de yanlış olmakla birlikte, geçmişe özlem duymak, günün sıkıntılarından bir kaçış olarak da değerlendirilmemelidir. “Geçmişe hasretle bakmanın sebebi… daha iyi bir dünya kurmaktır.” Yani geçmiş özlemi aynı zamanda mutlu bir gelecek arzusunu içeren, aktif bir bakıştır; bir ihtiyarın kendi gençliğini düşünmesi değildir.
Erol Güngör bu konuyu tahlil ederken, geçmişe özlemde, zamanımızdan geriye doğru bütün zamanlara özlem duyulmadığını, bugün hangi değerlerden mahrum isek ve hangi değerlerin insanlarımıza ve topluma egemen olmasını istiyor isek, o değerlerin hayata egemen olduğu, şekil verdiği zamanlara hasret duyduğumuzu belirtir. Meselâ, hiçbir Müslüman, İslâm öncesi cahiliye devrine özlem duymaz. Bütün ıslahat düşünceleri Devr-i Saadet örnek tutularak ileri sürülmüştür. Osmanlı asırlarında da, genellikle en yüksek dönem olarak kabul edilen Kanuni zamanına özlem duyulur.
Eski derken, çok eskilere de gidebiliyoruz; ancak, sıcak ilgimiz, bugün çevremizde eserlerini gördüğümüz, iç içe yaşadığımız “elimizi uzatsak değecekmiş gibi yakın görünen Osmanlı dönemi”dir. Tarihimizin büyüklük ve zenginliği yanında, günümüzdeki fukaralığımız, mutluluğu tarihte arayanları haklı kılacak gibidir. Bugün ve dün derken de, insanlarımız cumhuriyeti bir çizgi olarak kabul ederler. Cumhuriyet- den bu yana büyük hamleler yaşanmıştır; ama, oransal olarak, Osmanlı döneminden daha güçlü olduğumuzu söyleyemiyoruz. Osmanlının en son döneminde bile, daha çok toprak, daha çok kaynak sahibi idik ve sözümüz daha geçerli idi. Eskiden İngiltere, Rusya ve Fransa gibi düşmanlarımız vardı; cumhuriyet ise çocuklarımıza Yunanı düşman olarak öğretmektedir. Bu bile tek başına bir büyüklük ölçüsü değil midir? Erol Güngör devlet adamları ve ilim adamlarında da benzerî kıyaslamaları yapar; Osmanlı yine öndedir. Medreselilerin medrese ilimlerinde kazandıkları düzeye, biz modem bilimlerde kavuşamadık, der. En, Osmanlıya sırt çevirmişlerimizin bile öğüne- cek bir şey aradıklarında, ister istemez eskiye döndüklerini söyleyen Güngör: “sadece küçülmekle kalmamış, kendimizi iyice küçük görmeye de alışmış bulunuyoruz.” der. Ancak, bütün bunları, cumhuriyet dönemini küçümsemek için değil, cumhuriyeti kuran insanların da o İmparatorluğun yetiştirdiği kimseler olmasının, Osmanlıya hasretimizi artıran bir faktör olduğunu ifade için anlatır.
“Tarihimizin büyüklüğü bizim için hem kuvvet, hem zaaf kaynağı olmaktadır.” Bugünkü düşkünlüklerimize rağmen gururumuz ayakta durabiliyor, gelecek için büyük ümitler besleyebiliyoruz; dünkü büyüklüğümüz gibi yarın da büyük olabileceğimizi düşünüyor, güç alıyoruz. “Büyük bir tarih, büyük bir şahsiyet anlamına gelmektedir.” Bize böyle bir şahsiyet kazandıran geçmişimize bağlı olmaktan, ona saygı duyup yüceltmekten tabiî ne olabilir?
Bu noktada Erol Güngör, tehlikeye dikkat çeker; bazen geçmişimizin parlaklığı geleceği göremeyecek kadar gözlerimizi kamaştırabilir; önümüzdeki sorunları ancak bugünün bilgi ve teçhizatı ile çözebileceğimizi âdeta unuturuz. Eski çözümlerin günümüz sorunlarını çözemeyeceğini, eski kuramların, bir kültür bütünü içinde anlam ve işlevlerini yerine getirdiklerini, onları oradan çıkartıp bugünün içine almakla aynı güzelliklere kavuşamayacağımızı, esasen alınamayacağını hatırlatır. Bir sosyal psikolog olan Güngör, eski kuram ve davranışları, o çağdan ve bütünden koparak günümüzde diriltme heveslerini bir idrak yanılması olarak görür. Bu hevesi, Kâtip Çelebi’nin ilmini, Sinan’ın sanatını, Fuzuli’nin dilini, Kanuni’nin haşmetini ve Yunus’un kalbini alıp bunlardan bir adam yaparak Zeytinburnu’nda oturmaya benzetir; yani olmayacak şey. Ama, “Türkiye’de manasız sorularla kafasını meşgul eden ve vehimleri yüzünden etrafa zarar verenler az değildir. Onlar eski devirlerin geri getirilebileceği korkusu ile ve irtica hortluyor diye çok insanı ceza tehdidi altında tutmuşlar; daha doğrusu mahkûm ettirmişlerdir. Nice insanlara zulmedilmiştir.” Erol Güngör, eğer diyor, geçmişi diriltmek mümkün olsaydı, zaten yaşar, geçmiş olmazdı; ölünün dirildiği görülmemiştir. “Kaldı ki, hayat bütün hayallerden daha kuvvetlidir.”
* * *
Tarih ilminden, değişik dönemlerde farklı beklentiler olmuştur. Modern tarih ilmi ortaya çıkıncaya kadar, tarihten, yaşanılan hayatı, ahlakî ve siyasî otoriteyi geçmişle temellendirerek meşrulaştırması, bu yönde hizmet etmesi beklenirdi. Bu yüzden tarihler daha çok hanedanların tarihi olarak yazılırlardı. Tarihten beklenen ikinci işlevse, geçmişe bakarak gelecek hakkında öngörülerde bulunmaktı.
Bugün tarih, her türlü yoruma açık olmak üzere, olayların nesnel olarak toplanmasıdır. Ancak, diyor Erol Güngör, bir çok olaylar içinden, sadece belirli bir kısmının seçilerek alınması ve belli bir sıraya göre verilmesi de bir yorum ifade eder. Fakat, bu yorum, olaylara empoze edilmiş bir kaderin görüntüleri olarak sunulmaz. Eski tarihler, aynı zamanda bir dünya görüşünün eseri idi ve insanın metafizik sorularına cevap vererek başlardı; insan nedir; nereden geldi, nereye gidiyor, peygamberler kimdir? vb. Bütün bu sorular, belli bir tarih yorumu içinde insana veriliyordu. Modern tarih analitik bir yöntem getirmekle, eski tarihçiliğin bu bütünlüğünü bozdu. Şimdi tarih, gayesi ve yönü olmayan bir bilgi yığını gibi görünmektedir.
İşte bu boşluğu doldurmak üzere büyük tarih yorumcuları çıkmış ve tarih bilgilerinden çok daha fazla olarak, Hegel yahut Marks’ın yorumlan insanları etkilemiştir. Uygulamaya dönük, insan hayatını değiştirmeyi amaçlayan bütün felsefeler, aynı zamanda belli tarih görüşü, yorumu getirmişlerdir. Bu yorumlar insanların kendilerine ve dünyaya bir anlam kazandırmalarına imkân sağlanmıştır. Erol Güngör, böyle bir yorumu taşımayan bir tarihi bilginin fazla anlamlı olmadığını söyler. Çünkü, insan bu yorumlar sayesinde kendisinin veya milletinin kişiliğinin ve görevinin farkına vararak, tarihten geleceğe doğra bir yol çizebiliyor. Tabiî ki, bu yol Marksist yorum için ayrıdır, Hristiyan tarih yorumu için ayrıdır. Erol Güngör, hayat felsefesi olan her insanın, tabiî olarak bir tarif felsefesinin de var olduğunu, bunun ilim adamları yahut tarihçilere has bir olay olmadığını söyler.
Toplumsal olayların çözümlenebilmesi için toplumsal tecrübenin bilinmesi gerektiği, çok öncelerden itibaren hissedilen bir gerçektir. İnsanın kendi tecrübeleri ile kendi hayatını düzenlemesi gibi, toplumsal olay ve kuramların düzenlenebilmesi de, toplumsal olayların tecrübelerinin yani tarihinin bilinmesi ile mümkündür. İnsanlar kendilerini köklü bir soya bağlamaktan mutluluk ve güven duydukları gibi, milletler de kendilerini insanlık tarihi içinde, yeri ve özelliği belli olan bir geçmişin derinliklerine bağlamaktan güven duyar ve bir kişilik duygusuna kavuşurlar. Kendilerini bağımsız, millî özellikleri olan bir bütün görmeye başlarlar. Bu yüzden, millî tarih akımlarının milliyetçilik akımları ile birlikte doğduğunu söyleyebiliriz.
Milliyetçiliğin doğuşu bir bakıma millî tarihin doğuşudur, diyen Erol Güngör, tarihin gerçeğe uygun yahut efsaneye yakın olmasının çok önemli olmadığını söyler. Çünkü, efsane ve hayal de olsa, aynı işlevi görür; insanların millet denilen aynı toplumsal bütünün parçaları olduğuna inandırmaya ve böylece aralarındaki birlik ve bütünlüğü sağlamaya hizmet eder. Bu bakımdan tarih yorumları daima millî birliği pekiştirecek yönde yapılır; her millet bunu kendine göre yapar.
Burada, tarih şuura dediğimiz konu ile karşılaşmaktayız. Tarih şuuru, tarihin akışı hakkında belli bir görüş ve anlayışa sahip olmak demektir. Tarih, anlamlı bir bütün olarak görülebildiği zaman, tarih şuuru kazanılmış demektir. Marksist tarih anlayışına sahip olanlar, belli bir tarih şuuruna sahipler demektir. Millî tarih şuuru da, millete ait tarihi, basit olaylardan ibaret olmayıp, bugünü açıklayan ve gelecek hakkında ip uçları veren anlamlı bir bütün olarak görülür. Tarih şuuru derken, buradaki şuura, bilgiden çok duyu olarak anlamak gerekir. Bu duygu sayesinde fert ile millî tarih arasında bir özdeşlik kurulur. Kendi geçmişimiz nasıl bizim kişiliğimizi oluşturmuş ise, millî tarih ve milletimizle birlikte tek tek hepimizi oluşturan tecrübemizdir ve hepimizindir.
Millî tarih şuuru milliyetçiliğin temelini oluşturduğu için, ona en çok düşman olanlar da milliyetçiliğe karşı olanlardır. Sovyet tarih tezi, çeşitli milliyetlerdeki toplulukları bir arada tutabilmek için, proleterlerin birliği esasına dayanan bir tarih tezi geliştirmişti. Tersi bir durum da Türkiye için söz konusu oldu. İmparatorluktan çıkıp, millî esaslara dayalı bir devlet kurulduğunda, buna göre bir tarih anlayışı oluşturulmaya çalışıldı.
Bu dönemde, imparatorluğa karşı bir çıkış yapılmış olduğundan, Osmanlı dönemini ve İslâm çağını mümkün olduğu kadar arka plâna çeken, hattâ unutturmaya çalışan bir tarih tezi geliştirilmeye çalışıldı. Böylece, bugünkü millî tarih buhranımızın da temelleri atılmış oldu. Çünkü, bizim asıl tarihimiz, elimizi uzatsak tutabileceğimiz Osmanlı tarihidir.
Milletler tarih içinde oluşurlar; kültürel varlıklarını kazanırlar. Bir millet için hayat, tarih demektir; hayat tecrübesi ise o milletin kültürüdür. Bu bakımdan tarih bilgilerinin millet için nesnel bir önemi vardır; dinimiz, dilimiz, geleneklerimiz hep eskilerden gelmekte ve bizim kişiliğimizi oluşturmaktadır. Ama, tarihin bir millet için asıl önemi onun öznel anlamındadır. Bir milletin mensupları çok eski zamanlardan beri, aynı tarihî maceradan gelmiş olmasalar bile, böyle olduğuna inanıyorlarsa, önemli olan budur ve tarih şuuru denilen de bu anlayış şeklidir. İşte milliyetçiler böyle bir tarih şuura vermeye çalışırlar. Bu şuur, milletin bugünü ve yarınını birlik ve bütünlük içinde tutmaya yöneliktir. Ortak tarih şuura sadece bugüne güç ve meşrutiyet kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda gelecek hakkındaki projelerimizi, heyecan ve ümitlerimizi de temellendirir.
Tarihleri eski olmayan milletler de, var olanı zengince işleyerek ve günü meşrulaştırmak için uygun yorumlar yaparak bir tarih şuuru oluşturmaya çalışmaktadırlar. Cumhuriyetimizin ilk zamanlarında bu tür yanlış bir yola girilmiştir. Cumhuriyet rejiminin Osmanlı saltanatına karşı çıkarak varlık kazanması, o döneme karşı olumsuz bir tavır ahşa sebep olmuştur. Türk tarihi içinde Osmanlı dönemi yok mesabesinde tutulurken, millî bir devlet kurma heyecanı içinde, İslâmi dönem ve değerler de tarihimizden kovulmaya çalışılmıştır. Güneş tarih teorisinden, kadim Yunancılığa kadar değişik varyasyonlar geçiren bu anlayışların, şüphesiz ki hepsi temelsizdi ve kaybolup gittiler. Ama, özellikle aydınlarımızın tarih şuurunu tahrip etti; millî tarih buhranına yol açtı.
Erol Güngör, “Kendisini kaybettiğimiz zaman, uzun müddet yarı mefluç dolaştım.” dediği Dündar Taşer gibi bir Osmanlı tutkunu idi. Taşer’den şöyle söz eder: “Taşer bizim milletimizin, dün yaşadığı gerçeği, bugün de, gördüğü büyük rüyayı temsil ediyordu… bu yüzden onıt dinlerken kendimizi birden bire büyümüş hissediyorduk; üzerimizde yüz yılın biriktirdiği pis ağırlıktan eser kalmıyor, kaybolan şahsiyetimize yeniden kavuşuyorduk.”