Dr. Hayati BİCE: Ülkücü Kitlenin Ahlâkî “Toplam Kalite”si
Ülkücü Kitlenin Ahlâkî Toplam Kalitesi
Dr. Hayati BİCE
“Toplam Kalite” kavramına yabancı olmayanların bile başlıktaki “Ahlâkî Toplam Kalite” terimini ilk anda yadırgayacağını sanıyorum. Çünkü, toplam kalite denildiğinde genel olarak bir işletme veya ürün üretim sürecinin ortaya koyduğu sonucun en ideal noktaya ulaşması için yapılması gereken ekonomik ve üretim ile ilgili süreçler anlaşılır. Sosyal bir grup olarak ülkücülerin, soyut bir kavram olarak ahlâkın “toplam kalite” parantezine alınmasını, birçok kişi eminim, ilk kez görmüşlerdir.
Ülkücülerin “toplam ahlâkî kalitesi” derken, ülkücü kitleyi teşkil eden bireylerin, sosyal bir grup olarak, -İslâmî bir ıstılahla şahs-ı manevîsinin- arz ettiği ahlâkî durumu kastediyorum. Sayısı milyonları bulan bir sosyal grup olarak, ülkücüler arasında ahlâkî normlara göre bir tasnif yapıldığında çok uç noktalarda örneklere rastlanması tabiîdir. Önemli olan bu sosyal grubun ortalama insanının ahlâkî düzeyi ve bu düzeyin İslâmî ahlâk ölçülerine vurulduğunda arz ettiği manzaradır.
Sadece ülkücüleri söz konusu olduğunda değil Türk toplumunun tümü için, ahlâkî standartlarının en az bin ikiyüz yıldır ilahî referans olarak İslâm kuralları tarafından belirlendiğine önceki yazımda temas etmiştim. Bunun başka türlü olamayacağına, ahlâkî standardların belirlenişinde mutlaka bir aşkın (=müteal) referans kaynağının gereğini de vurgulamıştım. Bu aşkınlık (=müteal oluş) en ilkel klanlardan en sofistike insan topluluğu olan ümmete kadar, manevî bir dayanağı referans olarak almalıdır. İnsanoğlunun Âdem Aleyhisselam’dan bu yana yaşadığı yeryüzü macerası, zaten bunun tarih boyunca böyle cereyan ettiğini gösterir.
Bu girişten sonra, bir ahlâk vaazı sunma gibi bir yaklaşıma sapmadan İslâm’ın belirlediği ahlâk davranışlarının ülkücüleri ilgilendiren çerçevesini çizmek istiyorum. Yazımda MHP Genel Merkezi’nde makam sahibi olabilmiş “seçkin”(?!) ülkücülerin düştüğü ahlâkî bataklığa, bu bataklığa onları çeken nefsaniyetin şehvet tuzaklarına da -üslubumu koruma adına mecburen, bazen ima ile olmak üzere- değineceğim.
İslâm Ahlâkının Esasları
Kötülükler çevreden görülerek başlar ve alışkanlığa dönüşür kişinin bünyesinde yuvalanır. İnsandaki nefs, gelişime elverişli bir potansiyel ile yaratılmıştır. İnsan nefsi eğitilerek ahlâk güzelleşir ve ilim ile beslenmek sureti ile de ilerleyip yücelir. Nefs terbiyesi yapılmadan insanlar, kendi kendilerine iyiyi, doğruyu ve güzeli bulamaz. İnsan sahip olup olacağı bütün güzel sıfatların aslı, nefsin isteklerine muhalefettir. Nefsin arzularına direnmek mânevî uyanışla sonlanır. Allah’a yakınlık (=kurbiyyet) nefsin hallerini bilmek ve kötü huylarını yok etmekle mümkündür. Sonuçta, nefsini terbiye eden kişide övülmüş ahlâk (=eski tâbiri ile ahlâk-ı hamîde) oluşur.
Bunun tam tersine Allah’a uzaklık ise, temelde nefsin arzu ve heveslerine uyma ve giderek nefsin esiri olmanın acı sonucudur. Nefse uymak gaflete, gaflet şehvete, şehvet günahkârlığa yol açar. Böylece nefs, günden güne kötülüklere bulaşıyorsa, kötülenmiş ahlâk (=eski tâbiri ile ahlâk-ı zemîme) oluşur.
Eğer nefs, övülmüş ahlâk mertebesine yücelmiş ise, seviyesini korumağa çalışmak, ilim ile yeni derinlikler kazandırmak suretiyle daha saf bir hale getirmek için çalışılmalıdır. Eğer kendi nefsimiz kötülenmiş ahlâk ile işgal edilmişse bir an önce bu kötülüklerden kurtulmak için çalışılmalıdır. Nefsin hastalıklarının yol açtığı kötülenmiş ahlâk, zıddı olan övülmüş ahlâkı kazanmakla tedavi edilebilir. Birkaç örnek vermek gerekirse cehalet hastalığı ilim, cimrilik hastalığı cömertlik, kibir tevazu, şehvet nefsin arzularını terk ile tedavi edilebilir.
Övülmüş ahlâkın hayata yansıması iyilik ve takva olup karşılıklı yardımlaşmayı gerektirir.
Övülmüş ahlâkın göstergelerinden bazıları; insanlara güleryüzlü, insaf ve muhabbet sahibi olmak; kimsenin ayıbını araştırmamak, bir hata gördüğü zaman iyiye yormak, kendi kusurlarımızla meşgul olmak, özür dileyenin özrünü kabul etmek, diline sahip olmak, muhtaçların ihtiyacını gidermek, dinen ve ahlâken güzel olan işlerde halka uyup muhalefet etmemek, insanların eziyetine sabır göstermek şeklinde sıralanabilir.
Nefsteki manevî hastalıkların ve bunun yol açtığı kötü davranışların tedavi edilip güzel ahlâk ve iyi davranışlar haline getirilmesi, bütün vücudun çalışmasını iptal etme potansiyeli taşıyan hasta bir organın tedavi edilmesine benzer. Tedavi zamanında ve yeterince yapılmazsa hayat sona erer.
Tasavvufî Ahlâk: Allah’ın Huzurunda Olmak Bilinci
İslâm ahlâkının övdüğü ve yerdiği huylar, kötü alışkanlıkların giderilip yerine güzel ahlâkın yerleştirilmesi edilmesi İslâm tasavvufunun ana konularındandır.
İslâm’ı tasavvufî kanallardan alan Türkler, tarih boyu güzel ahlâkları ile diğer İslâm toplulukları arasında seçkin bir yer edinmişlerdir. “Allah’ı görür gibi ibadet etmek” kavramı ile formüle edilen bu tasavvufî yaklaşım İslâm literatüründe “ihsan” olarak adlandırılır.[1]
Tasavvuf anlayışına göre insan nefsini terbiye edip iman ve ahlâkını sağlamlaştırmalıdır. Bu yapılmazsa nefsanî arzular ve şehvetler yüzünden insaniyetten ayrılıp hayvanî, hattâ hayvandan da aşağı bir mertebeye düşer. Bu yüzden her bir insan; ömrü boyunca nefsle mücâdele etmelidir.
Zor olsa da, nefs terbiyesinde galib gelen insan, arzularında ölçülü, tahrik edildiğinde şehvetine egemen, gazap halinde iradesine öfkesine sabırlı, Rabb’ine itaatkâr olur. Sonuçta, insanı hayvandan da aşağı bir mertebeye düşürme tehdidini taşıyan nefsanî ihtiraslarını dizginler. Şeriat hükümleri içinde, nefs ile cihad, “en büyük cihad”dır. Çünkü, dışarıdaki, karşıdaki düşmanla mücadelede bazen yenilgi, bazen uzlaşma olur, ancak her insanın içerisindeki düşman olan nefs ile mücadele, son nefese kadar devam eder. Dışarıdaki düşmanın öldürdüğü insan müslüman ise şehid olur; nefsin öldürdüğü bir kişi ise ebedî azabı hak edecektir.
Tasavvufî ahlâkın ne olduğunu anlamak, güzel ahlâkı örneklemek için Ahmed Yesevî’den Yunus Emre’ye, Mevlânâ Celâleddin Rumî’den İsmail Hakkı Bursevî’ye Türk tasavvuf tarihinin seçkin isimlerinin eserlerine şöyle bir bakmak yeterlidir. Sadece örneklemek üzere bu konuda Hacı Bektaş Velî’ye atfedilen “eline, beline, diline sahip ol” tavsiyesi ile Hoca Ahmed Yesevî’nin yalancılık hakkında yazdıklarına değinmek istiyorum.
“Eline-Beline-Diline Sahip Ol”
Yukarıdaki güzel ahlâk göstergelerinden hemen her birisini Hacı Bektaş Velî’nin “el-bel-dil” ilgilendiren uyarısı ile irtibatlandırmak mümkündür. Bu yazıyı yazmama yol açan kaset skandallarına yol açan ve bütün ülkücü hareket mensublarını kamuoyu önünde küçük düşüren kişiler, kendilerini sorgulayabilme yürekliliğine sahip iseler bu konuda nerede ve nasıl hata yaptıklarını kendileri de fark edeceklerdir.
Hacı Bektaş Velî’nin bu uyarısı, yorum gerektirmeyecek kadar açıkken, konuyu soyut konulara çekip “El, yurt demektir, vatana sahip çıkılmalıdır. Bel, soyumuzdan gelecek kişileri işaret eder. Neslimizi geliştirelim. Dil ise Türkçemizdir, Türkçe’yi koruyalım.” gibi kulağa hoş gelen söylemlere sapılması, bir yönüyle olumlu bir yaklaşım olsa bile, konuyu kişinin kendi varlık alanındaki sorgulamanın dışına taşırdığından, nefsanî bir kaçış olabilir. Oysa Hz. Rasûlullah’ın: “İyi müslüman elinden ve dilinden diğer insanların emîn olduğu kişidir” anlamındaki hadisi ile Hacı Bektaş Velî’nin uyarılarının ne kadar uyumlu olduğunu izah bile gerekmez.
Hacı Bektaş Velî’nin talimatını biraz özelleştirerek, “Ey Ülkücü, Eline-Beline Diline Sahip Ol” diyerek günde kırk defa ülküdaşlarımıza tekrarlamayı bir ülkücülük görevi edinsek, bunun ülkücü harekete mutlaka faydası olurdu. Hâlâ da vakit geçmiş değildir; Hz. Pîr Hacı Bektaş Velî’nin uyarısını, kendi nefsimizden başlayıp etrafa doğru genişleterek bir ülkücü gelenek haline getirebiliriz.
Bazılarını tanıdığım insanları yaralama ihtimali olan, manevî olarak üzecek, bu yazımın yazılmasına yol açanlar, sadece Hacı Baktaş Velî’nin öğüdünün “beline sahip ol” kısmına bile dikkat etmiş olsalardı; hem kendilerini de, hem de bizleri toplum önünde bu utanılası duruma düşürmezlerdi her halde…
“Yalancılar Ümmetimden Değildir”
Konuyu sadece cinsel ahlâk ekseninde ele almanın yetersizliğine işaret etmek üzere bir başka alana “diline sahip ol” noktasına getirmek istiyorum. Hoca Ahmed Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’inde yer alan iki şiirde yalancılar yerilmiş, yalancılık önemli bir hata olarak gösterilmiştir. Yalanlara Hz. Muhammed’in “Sen benim ümmetimden değilsin” diyerek yüz vermeyeceğini sert sözlerle ifade eden Hz. Pîr-i Türkistan’ın bu hassasiyeti beni hayli düşündürmüştür:
37. Hikmet
“El-kezzabu lâ ümmetî”dedi, bilin Muhammed;
Yalancılar kavmine ümmet demez Muhammed.
81. Hikmet
“El-kezzabu lâ ümmetî” dedi size;
O Muhammed Hakk Resûlü idi bize;
Yalancılara yoktur, vallahi cennet;
Yalan konuşup imansız olarak gitmeyin dostlar.
Bugün, yaşadığımız gündelik hayatlarda yalanın işgal ettiği yeri kendi kendinize bir düşünürseniz yalancılara cenneti layık görmeyen Ahmed Yesevî’nin sözlerinin ağırlığı daha iyi anlaşılır. Demek ki, diline sahip olamamak, insanlara iftira etmek, gıybet etmek, bilmediği konularda bol bol atıp tutarak ahkâm kesmek, yalan söylemek insanın imanını helâke götüren tehlikelerdenmiş.
Nefs Mertebelerine Göre Ülkücülerin Dağılımı
Son devrin önemli mutasavvıflarından birisi, nefsin mertebelerini dile getirdiği bir sohbetinde insanların, kötülükte ısrarlı oluşunu ifade eden nefs-i emmâre düzeyinde iken bulaştığı ahlâkî kusurları oniki başlık altında toplamıştır: Küfür, şirk, cehalet, gaflet, büyük günahlara alışkanlık, kibir, hırs, cimrilik, şehvet, hased, gazab ve kin…
“Sözün kısası, şimdi şu on iki huya dikkat eyle bakalım. Bunlardan kaçı sendedir; yoksa hepsi mi? diye soran bu İslâm büyüğü: “İşte bu on iki kötü sıfatı giderenler Allah’ın izniyle, kâfir, münafık ve günahkârların derecesi olan emmârelikten kurtulmuş olur.” demiş ve “İman sahipleri, bu kötü huylardan her zaman uzak kalmağa çalışırlar ve ne zaman bu huylardan tamamıyla korunurlarsa tam mânâsıyla iman lezzetine kavuşurlar” müjdesini de vermiştir.
Bu yazının yazılmasını gerektiren vukuatın arkaplanında yer tutan şehvet, görüldüğü gibi nefs-i emmâresinin uşağı olmuş insanları rezil eden ve aşağılanmaya düşüren kötü huylardan birisi olarak tarif edilmiştir. Nefs-i emmârenin özelliği olarak nitelenen davranışların, bazı farklı yönleri bulunduğu da unutulmamalıdır. Meselâ, gazab denilen kızma sıfatı yerinde sergilenmek kaydıyla bazen iyidir, ancak çoğu defa olduğu gibi yersiz bir gazab çok kötüdür. Ecdadımızın sergilediği üzere düşmanlara karşı gazabın harekete geçmesi İslâm’ın şerefini yüceltir. Düşmanlara karşı öfkesinde şiddetli olmayıp, müslümanlara karşı şiddetli olunması ise ancak aşağılık bir korkaklık olarak nitelendirilebilir. Kibir, hased, hırs gibi genelde kötülenmiş olan huyların da bu türden, istisnaî yönleri olduğu bilinmelidir.
Nefs-i levvâme olarak tanımlanan ve önce bir kötülüğü işleyip ardından pişmanlık duyan insanın halini anlatan nefs mertebesinde, insana egemen olan huylar, günahkârlık (fısk), cehalet, kendini beğenme, çok uyku, aşırı pisboğazlık, aşırı süslenmek, boş sözlerle vakti öldürmek olarak gösterilmiştir. Bunların hepsi, bir insanın manevî olgunluğunu engelleyen kötü alışkanlık ve huylardır.
İnsan bu huyları terk ederse kendisinde ilim, alçakgönüllük (tevazu), tevbe, güçlüklere tahammül ve sabır, şükür ve kanaat, cömertlik gibi övülmüş ahlâk özellikleri belirmeğe başlar. Bu hali kazanan insan kendisine güzel ilhamlar ulaşmağa başlayan, tasavvuftaki tabiri ile nefs-i mülhime makamına ulaşmış birisidir. Daha sonra ulaşılacak olan nefs-i mutmainne [2] ve sonrasındaki diğer üç nefs (sırası ile râziyye, marziyye, safiyye) derecesini [3] bir yana bırakıp bu yazının en kritik sorusunu soralım:
Ülkücü kitleleri oluşturan insanların teker teker her birinin, bu nefs derecelerine göre ölçüsünü alabilsek; sonra da ortalamasını belirleyebilsek elde edeceğimiz sonuç acaba nasıl olurdu? Ortalama ülkücünün nefs derecesi için tahmininiz nedir?
Bu sorunun yanıtını vermek o kadar kolay değil.[4]
Ülkücü Kitlenin Şahs-ı Manevîsinin Ahlâkî Ortalaması
İslâmî literatürde yer verilen önemli bir kavram şahs-ı manevîdir. Bu kavram bir topluluk oluşturan insanların bir arada arz ettiği değeri ifade eder. Şahs-ı manevî teker teker her bir şahsın ötesinde, o kişilerin bir araya gelmeleri ile oluşan ortak bir kimlik olarak tanımlanabilir.
Şahs-ı manevînin anlaşılması için güzel bir örnek, herhangi bir camide namaz kılmak için bir araya gelen insanların oluşturduğu cemaat örneğinden verilebilir. Sosyal bilimlerin son dönemdeki önemli bir kavramlaştırması olan “toplam kalite” anlayışı da, burada kullanılabilecek bir söylem sağlar. Cemaatin teker teker fertlerinin arz ettiği değer ötesinde toplamı olan topluluğun arz ettiği değer, bir aritmetik toplamdan daha değerlidir.
Şimdi bu soyut durumu somut hale getirmek için bir örnek verelim: Mesela herhangi bir üniversitenin herhangi bir sınıfında on ülkücü olsun. Bu ülkücülerden en az kitap okuyanı 1, en fazla okuyanı ise 10 kitap okumuş olsa, grubun toplam okuduğu kitap sayısı (1+2+3+4+5+6+7+8+9+10) 55’tir. Gruptaki her kişi başına düşen ortalama kitap sayısı ise 55/10 = 5,5 olacaktır. Bu durumda grubun kitap okuma kalitesini yükseltmek için bazı az okuyanları daha fazla okumağa teşvik etmek en iyi yol olacaktır. En az kitap okuyan ilk beş kişi birer kitap daha okurlarsa grubun okuduğu toplam kitap sayısı 60’a, kişi başına ortalama kitap okurluğu ise 6’ya yükselecektir. (Burada kitap okumanın bir ‘kalite belirleyicisi’ olarak sunulmasına itiraz edeceklere, konunun anlaşılması için somut bir örnek oluşturması için kitab okumayı örnek olarak vermeyi tercih ettiğimi belirtirim.)
Anlaşılmasını kolaylaştırmak için seçtiğim bu somut kitap okuma örneğinden sonra mesela ‘doğru sözlü olmak’ konusunda insanlara 1’den 10’a kadar puan verilecek şekilde bir sıralama yapılırsa ve ortalama “doğru sözlü oluş” değeri tesbit edilirse ülkücü kitlenin bir örnek olarak verdiğim “doğru sözlü oluş konusundaki toplam kalitesi” ortaya çıkacaktır. Bunu sadece ülkücüler için değil bir cami cemaatinden tutun bir millet ölçeğine kadar büyütmek; ya da, bir mason kulübü üyelerinin “doğru sözlü oluş konusundaki toplam kalitesi”nden, bir tarikat mensublarının aynı konudaki toplam kalitesine kadar yansıtmak mümkündür.
Ülkücü hareketin yakın tarihinde, kendisine katılan her bir ferdin niteliğinin yükseltilmesi için uyguladığı yaygın eğitim yöntemleri (kitap okumalar, dergiler, seminerler), ülkücü kitlenin toplam kalitesinin, aynı sosyal statüyü paylaşan diğer insan gruplarından daha ileri bir düzeye ulaşmasını sağlamıştı. Ancak son zamanlarda, benim neslimden kıdemli ülkücülerin, yeni yetişen genç ülkücülerin fikrî, dinî, entelektüel kalite yönünden yetersizliğinden yakındıkları bilinen bir durumdur. Bunun giderilmesi için yapılması gerekenler konusu bir başka tartışmanın konusu olabilir.
“Ey Ülkücü, Herşeyden Önce ve Her Zaman Ahlâklı Olmalısın”
Ülkücü hareketin insan ortalamasının kalitesinin yükseltilmesi son derece önem arz etmektedir. Tek tek her ülkücü, kendisinin şahsı ötesinde, toplum önünde bir temsil değeri arz ettiğinin bilincinde olsa, 2011 seçimleri öncesinde piyasaya servis edilen kaset kampanyasının, mensubu olduğumuz ülkücü kitleyi bu denli yaralayacak boyuta ulaşabilmesi mümkün olabilir miydi?
Soruyu havada bırakmamak için kendi kanaatimi söylemeliyim: Elbette ki, hayır.
Ülkücü kitlenin toplam kalitesinin yükseltilmesini hedeflemeyen hiçbir hizib, ekip, klik faaliyetinin -dün olduğu gibi bugün de- Türk milletinin en şuurlu fertlerini içinde bulunduran ülkücü kitleye bir fayda sağlayamayacağını uzunca bir süredir savunduğum bilinir.
Elimde bulunan ülkücü hareketin siyasî temsili ile ilgili dokümanlardan en eskisi olan 1967 baskılı 9 Işık kitabında ilk kuralın Ahlâkçılık olması asla bir tesadüf değildir. O nedenle bu yazıda yaptığım sorgulamayı hiç kimsenin “Milliyetçi hareketin, ülkücü kadronun ahlâkını ele almak da nereden çıktı şimdi?” diye karalamasını kabul edemem.
Bu tarih boyu en ahlâklı toplum örneklerini oluşturup nefslerinde yaşayarak, töre kapsamında derlemiş ve bizlere kadar ulaştırmış olan Oğuz Han’dan Alparslan Türkeş’e kadar bütün atalarımıza ihanet olur.
Bu görüşümün dayandığı temelleri, yaşanan tatsız -ve her ülkücünün başını öne eğdiren- bir olaylar zincirinden; yüz kızartan kasetlerin servis edilmesinden sonra, yazmak zorunda kalmayı hiç arzu etmezdim.
Bu isteksizliğin verdiği sıkıntı ile bugüne kadar yazmayı ertelediğim -ve sadece yakın çevremde seslendirdiğim- bu fikirlerimi ülkücü hareketin durumu üzerinde kafa yoran bütün ülküdaşlarım ile tartışmaya hazırım.
Ülkücü hareketin, hattâ Türk milliyetçiliğinin tarihî misyonunu tamamladığını iddia eden eski/eskitilmiş, depresif/agresif ‘cins cins’ ülkücülerin ortalıkta boy gösterdiği şu günlerde, böyle bir tartışmanın tam da zamanı olduğuna inanıyorum.
Buyurun, tartışalım.
__________________________________________________________
(*) Dr. Hayati BİCE, ÜLKÜ-YAZ Genel Başkanı.
İletişim: http://www.hayatibice.net
[1] İhsan kavramı, bir çok sahabî tarafından ittifak ile rivayet edilen bir hadise dayandırılır. Bu oldukça uzun hadisin ihsan ile ilgili noktası şudur: “Hz. Peygamber (sav) açıkladı: “İhsan Allah’ı sanki gözlerinle görüyormuşsun gibi Allah’a ibadet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”
Kaynaklar: Müslim, İman, 1, (8); Nesai, İman, 6, (8, 101) ; Ebu Davud, Sünnet, 17 (4695); Tirmizi, İman, 4, (2613).
Cibrîl hadisi olarak bilinen bu önemli hadisin tamamı için bkz:
http://www.e-hadis.net/hadis/imanin-hakikati/19/yahya-ibnu-yagmur/ihsan
[2] Nefs-i Mutmainne: Bildiklerini hayat geçiren, ilimleriyle amel eden alimlerin nefsleridir. Allah’ın izniyle kalb ruhun nuru ile nurlanıp kötü huyları, yerilmiş sıfatları terk edip övülmüş ahlâk derecelerini elde eden nefsdir. Özelliklleri amellerde sebat ve ibadette samimiyet, tevekkül, açlık, riyazet ve tefekkürdür.
[3] Nefs Mertebeleri hakkında bugüne kadar okuduğum en güzel çalışma olarak Prof. Dr. Robert Frager’in “Kalb-Nefs-Ruh” kitabını ve klasik tasavvuf eserlerinden Miftahu’l-Kulûb’u ilgili okurlara tavsiye ederim. ilgili okurlara tavsiye ederim.
[4] Yazarın tahmini, ortalamanın nefs-i levvâme düzeyinde olduğu şeklindedir.