# Etiket
##GENEL

Memleketimin “Kale”leriydi Ocaklar… / Ş. Adnan ŞENEL

Memleketimin “Kale”leriydi Ocaklar…

Ş. Adnan ŞENEL
Dokuz veya on yaşımdaydım. Apartmanda yan dairedeki komşumuza misafirliğe gitmiştik bir akşam. Komşumuzun, üniversiteye giden oğlunun kitaplarla dolusu odasına girmiştim ve ilk kez orada, duvarda görmüştüm o flamayı: Mavi zemin üzerinde beyaz bir Bozkurt…

Hipnotize olmuş gibi flamaya baktığımı gören üniversiteli ağabey, daldığım “bu da nedir?” dünyasından çıkarmak adına, “O Bozkurt… Türklerin millî sembolü. Ülkücülerin de sembolü” minvalinde açıklamalar yapmıştı.

Henüz oyun dünyasının vatandaşlığından çıkamamış ve misketle, çelik çomakla, tahta kılıçla, çember çevirmekle iştigal eden bir çocuk olan ben için, üniversiteli ağabeyin bu söyledikleri o zaman diliminde pek anlamlı gelmemişti. Fakat insan ruhunda “bilinçaltı” denilen bir katman var ve yaşantılar, tıpkı bir teyp kaydı gibi, oraya bastırılıyor; günü gelince ve şartlar da müsait olursa, o bilinçaltına bastırılan duygu ve yaşantılar tekrar ortaya çıkabiliyor ya, işte mahallemize ilk Ülkü Ocağı açılıp da, o küçük dükkandan bozma ocağın tabelasındaki mavi zemin üzerinde beyaz Bozkurt resmini gördüğümde, o semboller ve kavramlar bilinçaltımdan sızıp bilincime çıkıvermişti: Bozkurt, Türkler, Ülkücüler…

Biraz daha büyümüştüm; tam olarak olmasa da çevremde ve ülkede olan bitenler hakkında bölük pörçük intibalarım oluşuyordu. Hâlâ top peşinde koşuyor, mahalle takımındaki kadroda forma savaşı veriyordum; komşu kızla bakışıyor, çocukluk aşkının o unutulmaz heyecanını yaşıyor; Cebeci sinemasında Bruce Lee ya da Yavru ile Katip filmleri seyrediyordum. Fakat, ben bunları yaparken ülkede daha başka şeyler oluyordu galiba. 70’lerin başlarında, “Fruko” lakaplı toplum polislerinin anarşist kovalarkenki resimlerini gazetelerin ön sayfalarında gördüğümde, yani on yaşlarında iken, neyin ne olduğunu idrak edemezdim tabi. Lâkin, yıllar sonrasında, benden iki yaş büyük bir arkadaşımın kurşunlanarak öldürülmesiyle daha başka kavramlarla tanıştım: Şehit… Komünistler… Çatışma… Eylem…

“Kurtarılmış” ve dolayısıyla huzurlu bir mahalledeydim. Dört bir yanı solcu semtlerle çevrilmiş, Ülkücülerin kontrol ve hakimiyeti altındaki bir mahallede… Tabiatıyla, kapısının üstünde, mavi zemine basılı beyaz Bozkurtlu tabelanın bulunduğu ve adına Ocak denilen o “yuva”nın, o “kale”nin gizemli ve bir o kadar da heyecan uyandırıcı varlığı artık bir önem arzediyordu… Bizim bir mahallemiz vardı ve “memleketimiz” olan o mahallenin bir “kale”si vardı ve biz ona Ocak diyorduk…

Ortaokulun son sınıfında iken, Ocak başkanının “seminer var, akşam okul çıkışı gelin” çağrısına icabet edip de ilk kez adım attığım Ocak’ın atmosferinin; o uzun boylu Başkan’ın anlattığı konunun ve seminer bitiminde elime “al senin payına bu düştü, al oku” diye tutuşturduğu Atsız’ın Türk Ülküsü’nün ruhumda nasıl heyecan yüklü fırtınalar oluşturduğunu, bugünmüş gibi, olanca şiddetiyle hâlâ hatırlıyorum. Anne-babaların “sakın oralara gitme, başını derde sokma” diye sık sık evlâtlarını tembihlediği günlerdi ve ben “yasaklar her zaman caziptir” sözünü tatbikî anlamda yaşama heyecanını işte o gün tatmıştım. Ve ben artık kendimi bir “şey” sanıyordum. Büyümüştüm ve bir “dava adamı”ydım artık…

Bir asır öncesinde kurulan Türk Ocakları’nın gayesi ve misyonu ne idiyse, adları ve tabelaları değişse de 60’lı yılların sonlarında kurulan Ülkü Ocakları’nınki de aynıydı: Her şey Türk’e göre, Türk için, Türk tarafından… Bence bu slogan, Ülkü Ocakları’nın özünü ve misyonunu tek başına bile ifade etmeye yeter. Dün nasıl böyle idiyse, bugün de böyledir ve yarın da böyle olmalıdır.

Türk kültürünün, ve tarihinin, Türk milletinin hasletlerinin anlatıldığı, öğretildiği bir eğitim-öğretim kurumu vazifesini üstlenen ve çeşitli faaliyetlerle bunu gerçekleştirmeye çalışan Ülkü Ocakları’nın, dört dörtlük Ülkücüler yetiştirme misyonu vardı evet ama, bunun ötesinde bir de fiilî bir görevi daha vardı: Bulunduğu her yerde, o yeri korumak ve savunmak…

İlçelerde, kasabalarda, mahallelerde, üniversitelerde ve liselerde… Her nerede kurulduysa ve faaliyet gösterdiyse, o yerler, aşırı sol örgütlerin tacizlerinden arınmıştır. O yerler, komünist oluşumların birer “kurtarılmış bölge”si olmaktan çıkarılmıştır. O yerler, topyekün bir Marksist-Leninist-Maoist işgâlinden kurtarılmıştır…

“Ülkü Ocakları’nın varlığı niye vardı ve neye yaradı?” gibi bir soru varsa, buna verilecek en kısa, kestirme ve güzel cevap da galiba bu minvalde olurdu. Yani, bu ülke, Afganistan’daki Babrak Karmal gibi bir hain başa geçip Sovyet Rusya’yı “gelen bizi işgal edin, her şey hazır ve nazır” diyerek davet edemediyse; başka bir ifadeyle bu ülke, bir komünist ihtilale veya işgâle “hazır ve nazır” hale gelmediyse, bunun ilk ve belki de tek sebebi Ülkü Ocakları’dır…

Anadolu’nun her bir köşesinde, yiğit, saf, temiz delikanlılarının vatan, millet, devlet, bayrak, ezan ve büyük ülkü adına ve uğruna safını belirleyip Ülkücü olmasında ve böylece teşkilatlı ve organize bir güç olarak bunca yıl mücadele vermesinde Ülkü Ocakları’nın birebir ve doğrudan etkisi ve katkısı vardır. Bugün, belki de konjonktürel olarak, etkisinin ve gücünün az olması, bu güzide teşkilatın önemini ve değerini ne azaltabilir ne yok edebilir…

Ocağın altındaki ateşin az yanıyor olması ya da sönmesi, ocağın yok olacağı anlamına da hiç gelmez. Minicik bir üfleyiş, küller arasındaki koru alevlendirir ve biz yeniden küllerimizden doğarız…

Leave a comment