Dr. Hüseyin ÖZBAY: Gökkubbemizin İki Yıldızı

GÖKKUBBEMİZİN İKİ YILDIZI İKİ CENGİZ’İN ANISINA
Dr. Hüseyin ÖZBAY
Birçok eserini okuduğum ve çok etkilendiğim yazarların başında gelir Cengiz Dağcı.
Buna rağmen şimdiye kadar onunla ilgili bir şeyler söylemedim, bir şeyler yazmadım, bir çalışma yapmadım.
Yazarlarımıza karşı duruşum ve tutumum hiçbir zaman planlı olmadı. Yazarın bir özelliğini yakalayıp hemen onu yazmak yerine sanki daha önceden elbette bilemeyeceğim bir zamanı beklemek rehavetini yaşadım hep.
Bir fırsat, önüme çıkan ve belki de dayatılan bir gündemin sorumluluğu veya benim şimdi açık seçik açıklayamayacağım “yazmanın kaderi”, “kuvveden fiile” çıkmam için daha etkili oluyor.
Dramatik hatta trajik bir hayat yaşamış büyük bir yazar hakkında yazmanın, ona hakkını vermenin güçlüğü de kaçmamın sebebi oldu belki. Çok zor bir hayatın edebiyata yansıyan büyülü gerçekliğini bozmak kaygısı çoğu zaman ellerime pranga vurdu benim.
Basit biyografilerden söz etmiyorum. Kimi bölümleri dışında biyografik yazılar daha nesneldir. Bu sebeple de devredip gider çoklukla. (Elbette Stefan Zweig’ın birer edebiyat şaheseri sayılabilecek biyografileri ya da Karl Jaspers’ın kalın bir kitap hacmindeki Nietzsche biyografisi gibi örnekleri “nesilden nesle küçük eklemelerle devreden biyografiler”den ayrı tutuyorum.) Aynen sözlükler gibi. Zahmetin çoğunu ilk çalışan ve yazan çeker. Sonrakiler onu fiskelerle devam ettirirler. Belki farklı görüntü vermek için bazı kelimeler ve cümleler değiştirilip dönüştürülür biraz ama genellikle ikinci üçüncü biyografi yazıları özgün olmaz. Kaynağına saygı gösterdikten sonra biyografilerin yüzde yüz özgün olması da gerekmez. Ancak ilk metinde unutulan, gözden kaçan önemli bir biyografik belge ya da kayıt varsa bu metne eklenir. Böylece biyografi metni giderek genişler ve olgunlaşır. Bunun dışında kimi biyografiler ise söyleşi tarzında ele alınır ve zamandizisel olarak ilerler.
Bense Cengiz Dağcı ile ilgili yazma sıkıntısını bir anlama ve bunun için de yazarla “hemdem” olabilme ya da olamama olarak görüyorum. Bunu başat nedeni de okuyup etkilendiğim bir büyüyü bozma kaygısıdır. Kimi yazıların, değinilerin büyü bozduğunu biliyorum. Kıymetiharbiye takdiri ve hemdem olma çabası çok zordur. Allain’in, biri hakkında yazılmış on kaynak okumaktansa kendisini (asıl kaynağı) on kere okumanın daha yararlı olacağına dair önerisini doğru buluyorum.
Bu sebeple bazı işaretler dışında onun yazılarına dönmeyip etkilerini bencileyin alımlama gayretinde olacağım. Bir yazarın dünyasına girmenin de onu anlamanın da güçlüğü tartışılmaz. Bencileyin anlama ve bunu içselleştirme isteğim de buradan çıkar. Ben böyle algıladım veya tam anlamasam da olur, deyip savunma mekânizmamı hazır tutacağım.
Aslında tam anlama “bütünüyle onun gibi yaşama” yolundan geçer. Hermenoitik çözümleme ve yorumlama yönteminin “izine girip anlama “ve daha çok “inanma” çabaları yazara ve metne göre değişir. Canlandırma(animasyon) benzetim (simülasyon) ya da hologramik (çok boyutluluk) oyunlar, kurgular da olabilir ama bir insan, kahramanın hayatını aynen yaşayamaz. Witgenstein tam bu nedenle bir cümlesinin bütünüyle anlaşılabilmesi için onun birisi tarafından aynen yaşanması gerektiğini haklı olarak ifade eder.
Başkasına ait bir söylemin yaşanarak tam öğrenilmesi imkân ve şansına ekseriya sahip olmadığımıza göre okuyucu ya da izleyicinin o sanatçıyı, o yazarı nereden bakıp nasıl algıladığı, ne sebeple ve ne zaman onunla ilgilenmiş olduğu önem kazanır.
Bir bakıma yazarı anlama ve içselleştirme çabası bir “alımlama süreci”dir ve çokça da kişiseldir. Bu durumda önemli olan alımlama sürecinde eser ya da yazarın değeri üzerine şaşırtıcı ve yanıltıcı bir polemik tuzağına düşüp düşmemektir. Yazarla ilgili kimi sözlerimiz, yargılarımız “alımlama okuyucuları”nı onun hakkında yanlış bir algıya götürebilir. Hele hele yanlış yargılar, o yazarla ilgili bizi yönlendirir hatta şartlandırır da bundan “günahsız mahkûmiyet”ler doğar.
Edebiyat dünyamızda “yargısız mahkûmiyetler”i ve hatta “temyizsiz müebbetler”i az mı gördük! Bütünüyle bilmiyorum ama sevdiklerimi ya da sevebilecek olduklarımı bilmeden de olsa örseleme kaygısı yanında yeniden biçimlendirmede yetersizlik duygusu ve yetersizlik kaygısı da bu son derece hassas yazarımız hakkında beni frenlemiş olabilir diye düşünüyorum şimdi. Büyük bir hayata, çoğu acı ve çok acı anılara dokunmak da bir tabuyu sarsmak gibi kaygılar içine itiyor insanı. Sebebi askıda kalmış bir tutulma içinde kalıyoruz çok zaman. Öteleyerek zamana bırakmak rehaveti, bu tutulmanın belki de baskın nedenidir.
Benim için Dağcı, baskın duyguların, korkuların, unutuluşların içinde bitip tükenmek ya da boğulmaktan kurtulmak için dilini arayan ve onu bulan adamdır. O dilini buldu ve trajik arakesitlerin ötesinde kalan aziz yurdunun özlemini uzun bir ömür boyunca hiç ara vermeden öyküye, romana, anılara, günlüklere döktü.
Dağcı gerçek bir yazardır çünkü bütünüyle kendisi yazdıklarıdır. Hikâyesi olan, yazılmayı hak eden, yazılarıyla yaşayan, yazılarıyla tutunmaya çalışan ve duyguları, bir uzun ömür sadece yazarak öldürmeyen biridir o. Kimileri için hikâye yazmak, roman yazmak bir heves, bir kişisel heyecan ve arayış olabilir. Oysa Dağcı kendisinin ve milletinin trajik yok edilişini hikâye ve romanlarıyla durdurmaya çalıştı. Onun için roman yazmak bir varoluş çabasıdır. Uykusuz gecelerde kanlanmış gözleriyle iflahı alabildiğine sözlere döken ve Londralarda sadece onunla varlığını tek başına kanıtlayan büyük bir edebiyat hâdisesidir o. Araya giren uzun bir zamanın içinde ateş gibi tutkusu ve hasretiyle giderek alevlenen, hayallerden bir distopyaya dönüşen çocukluğunun, ilk gençlik yıllarının duyguları, aziz Kırım toprakları, döne döne anlattığı, ancak anlatırken soluklandığı yegane konusu oldu.
Bir iki saat içinde iğrenç, kapkara hayvan trenlerine bindirilerek Asya’nın uzaklarına sürgün edilen ve yollarda binlercesi yok olan Kırım halkı için yazdı o. Bunu yaparak da insanlığa bu büyük acıyı hatırlattı. Büyük zulmü ve inanılmaz acıları tutanaklara geçirdi.
***
Diğer yıldız Kırgız Türklerinin dünya çapında yazarı Cengiz (Çıngız)Aytmatov’dur. Aytmatov’un sezilir sezilmez, açık kapalı birçok ve başat “edebî isteklendirme”lerinden birinin “öç alma duygusu” olduğu kanısındayım. Onun babasını, Dağcı’nın vatanını elinden aldılar. Sovyet ahtapotunun iki zehirli kolu Türk Dünyasının bu iki büyük evladının en sevdiği varlıklarına uzandı ve yok etti. Aytmatov babasız, arkasız; Dağcı ise hem vatansız hem ailesiz hem de milletsiz kaldı.
Peki bu yetimler nasıl yaşayacaklardı? Aslında dünyamız bu tür fark edilmeyen yetimlerin sessiz feryatları ya da “indifa”larıyla doludur. Onlar için hayat su ve ekmekten ibaret olabilir miydi? Hayatın derin anlamını onlara yaşadıkları büyük acılar, yoksulluk ve yoksunluk duyguları ve insan ömrüne sığmayacak derecede büyük deneyimler öğretti. Onlar acının kaynağında yaşadılar. “Öğrenilen çaresizlik”ten son derecede etkili, canlı, alevli, tutkulu bir edebiyat çıkardılar. Bu çıkış bir tür “Ergenekon’dan çıkış” gibiydi. Babasız, halksız ve vatansız bırakılanların büyük öçlerini kalemleriyle aldılar. Onlar muhakkak çok acıyla geçen hayatlarında sözün kılıçtan daha keskin olabileceğini bütün dünyaya olduğu gibi bize de öğrettiler. Yoksul, yoksun, çaresiz, kaygılı ve mutsuz bir çocukluktan nasıl sadece edebiyatla şerefli bir varoluşun sağlanabileceğini onlardan miras aldık biz.
***
İki Cengiz, iki evren oluşturdu. Yazarlık evrenin gücü; Şekspir’i İmparatorluğa ve büyük donanmaya değişmeyen İngiliz tutumunu hatırlatır bana. Yazarlarınız varsa giremeyeceğiniz ülke, yıkamayacağınız ordu, alamayacağınız intikam yoktur.
Dağcı hep Londra’da yazdı. Yetmiş yıl boyunca çocukluğunun, ilk gençlik yıllarının geçtiği ve sonra da yitirdiği daha doğrusu elinden alınan yurdunu aradı. “Yurdunu Arayan Adam” oydu. Yetmiş yıl çekilmez, dayanılmaz acıların, yakıcı özlemlerin içinde kanlı gözleriyle yazdı durdu. Yirmili yaşlarından sonra hiç göremediği bir vatanı ve oradan getirip de kalbinde daima büyüterek beslediği anıların yansımalarını durmadan dile getirdi. Anglosakson ikliminin ve kültürünün göbeğinde kendisi ve yitik ülkesi için aradığı güçlü tutamak sadece roman ve diğer anı yazıları oldu. Roman onu tuttu ve yaşattı. Bu sebeptendir ki Dağcı gerçek bir edebiyatçı, hikâyesi olan ve bunu bir ömür boyu yaşayıp yazan insandır.
Gerçekten de roman Dağcı için dışrak bir nesne değildir. O nesneyi özne eylemiş hayatını bizzatihî roman yapmıştır. Bağrından Aşık Ömer’i, Gaspıralı İsmail’i çıkaran Kuzey Karadeniz’in o sıcak, yiğit ve marifetli Kırım Türkleri, yirminci yüzyılın en büyük facialarından birini yaşayıp uzak Asya bozkırlarına sürülmeseydi belki de Dağcı’nın romanları olmayacaktı. O süreç ve benzerlerinin sonuçları edebiyatın kaderle ilişkisini açıkça gösteriyor. Edebiyatın ve edebiyatçının…
Vatanı elinden alınmış halkının tamamı sürgüne gönderilmiş, ölmüş, öldürülmüş bir Yahudi yazar olsaydı onu romanlarıyla bütün dünya tanırdı. Hatta hikâyeleri, romanlarından film üzerine film yapılır, kıyametler kopartılır, adına enstitüler, akademiler kurulurdu. Oysa Dağcı başka imkânı ve fırsatı olduğu hâlde sadece Türkçe yazdı ve olabildiği kadar Türkiye’de okundu.
Yurdundan ve insanlarından ebediyen ayrı kalmış yaralı bir yüreğin, alevli bir acının tutkusuyla sanki tek başına çağının “bu yüz”üne tanıklık yaptı. Onun tanıklığı Sartre gibi Nazım gibi konformist bir tanıklık değildi. Kırım Halkı Ermeni ve Yahudi değildi ama o tek başına; sürgünlerde, kırımlarda bile utanmazca ayrımcılık yapan vicdansız bir çağın tutanaklarını yazdı.
Onun içinde biriken ve gittikçe çoğalan acıyı yorulmadan, usanmadan yazması, başlıca bir insanî ve edebî olaydı. Dağcı yazmasaydı ne olurdu? O zaman, şahit olup da şahitlik yapmayan vicdansızların arasında yok olup giderdi. İçindeki o büyük yurt ve insanlık ateşi de sönerdi. Zalimlerin hakkından gelemeyen insanın kendini içinde bulduğu büyük acı ve çaresizliğine kalemden başka hangi güç yardımcı olabilirdi ki?..
Andre Gide, sanatın, edebiyatın baskıdan doğduğunu söyler. Baskının sıkıştırdığı insan ne yapar? Söylemek isteyip de söyleyemezse kalbi yanar, her şeyi göze alarak söylerse dili yanar. İnsan kimi zaman acıların doruğuna çıkar. Güvensiz, kaygılı bir yalnızlığın içine itilir. Anadan, babadan, yardan, vatandan ayrı düşer. Bir günde bir asrı yaşar kimi zaman insan. Üstelik bunu yaşarken kimse farkına varmazsa ne hisseder o? İçinde birikmiş büyük acıları, kahırları nasıl, nereye ve kime döker o zaman insan?
Belki böyle büyük baskı ve eziyetlerin içinde çok insan, duygularında boğuldu, çekip gitti de haberimiz olmadı, bilemedik biz.
Yirminci yüz yılda milyonlarca insan Sovyetlerin ve Avrupa’nın yüksek marifetiyle inanılmaz acılar yaşadı ve yok oldu. Bu yok oluşların ve acıların çoğu unutuldu, mazlumlar dilsiz, sahipsiz kaldı. Kahredici bir gerçek bu: Zulmün, zalimin ve mazlumun unutulması…
İşte Dağcı bu büyük ve ayıp unutuşa âdeta isyan etti. Romanını yazmadan önce dayanılmaz bir odaklanma ile dilini aradı. İçi dopdolu bir insanın büyük sıkıntısı, bunu yorumlayıp yansıtacak bir dili aramasıdır. Hanımının anlattığına göre Dağcı’da bu süreç çok zor, çok yorucu ve kaygılı geçmiştir. Sabahlara kadar uyumamış, gözleri kan çanağına dönmüştür. Kararı sadece kendisini ve ailesini değil bütün bir edebiyatımızı etkilemiştir tabii ki. “O, dilini arayan adamdı.” derken Türkçenin içinden yoğun hasretlerini, büyük acısını anlatabilecek bir dili bulmasını kast ediyorum. Londra’da yirmili yaşlarda sürgün bir delikanlı iken belki yer yüzünde çok az insanın başına gelen bir dilemmayı yaşadı o. Hangi dille yazacaktı? Kırım Tatarcasıyla yazsa okuyucusu yoktu. Okuyucusu da toptan yok edilen bir yazardı o. Yazarı yok edilen bir toplumu bilirdik ama toplumu yok edilen bir yazarı bilmezdik o zamana kadar. İyi bildiği Rusça, İngilizce hatta hanımı sayesinde öğrendiği Lehçe yazabilirdi. O zaman hedef okuyucusu da Türkler olmayacaktı. İşte dilemması buydu Dağcı’nın ve o sadece anlaşılabilirlik, okunabilirlik bakımından değil mensubu olduğu büyük Türk milletinin dilini seçerek de ders verdi. Edebiyatın kimliği dildi ve o Türk edebiyatçısı kimliğini şerefle seçti ve temsil etti. Oysa hiç Türkiye’ye gelmemiş, Türkiye edebiyatıyla çok az tanışmıştı. Tercih etmişti ama Türkiye Türkçesiyle nasıl yazabilecekti? İşte yurdunu haybeden adam nasıl yurdunu aradıysa dilini de kaybetmemek için aradı ve zor da olsa buldu ve o dille yazdı hep.
Cengiz Aytmatov ise Rusça yazdı. Halkı ve kültürü küçümsenmiş, babası öldürülmüş ve bir kireç ocağına atılmış, yetim çocukluğu itilip kakılmakla geçmiş olan Aytmatov’la Dağcı’nın kaderi birçok bakımdan birbirine hem benzer hem ayrılır.
Büyük acılar, büyük yalnızlıklar, büyük hasretler çeken insanların kaderleri de az çok birbirlerini andırır tabii ki. Dağcı vatansız, Aytmatov babasız bırakıldı. Aytmatov’un motivasyonu yalnızca kendisi daha dokuz yaşındayken babasının öldürülmesinin içinde biriktirdiği acılardan kaynaklanmış değildi. Rus kültürü hâkimiyetindeki Sovyetik düzenin; şehirsiz, kültürsüz, tarihsiz, anlamsız bıraktığı mankurtlaştırılmak istenen bir halkın yazarıydı o. Rusçayla yazdı ama Ala Too’yu, Issık Göl’ü, Manas’ı, Kırgız atalarının bozkırını, bozüyünü, atlarını yazdı. 1916’daki kırgında (ürkün trajedisi) neredeyse yarısı yok edilen halkının büyük sözcüsü oldu. Dağcı ise büyük acısını, Londra’da Avrupa’da yaşadı. Zâlim rüzgâr kendisini Batı’ya, soğuk bir ülkenin nemli, sisli, puslu başkenti Londra’ya attı. Milleti ise uzak Asya bozkırlarına ve daha meçhul yerlere sürülüp atıldı. Yirmili yaşlardaki bu genç insan, içindeki büyük hüsranı, büyük özlemi ve zalimlere olan kinini yetmiş yıl boyunca başka hiçbir yere gitmeden bu şehirde (Londra) durmadan yazdı da yazdı.
Dünya edebiyatında tam yetmiş yıl ana konu ve temadan sapmadan tek başına kimsesiz Londralarda ha bire yazan ve bayağılığa düşmeyen ikinci bir yazar var mıdır?
Aytmatov hiç olmazsa topraklarında da yaşayabildi. Onun güzel kokusunu ve atalar ruhunu kaygı içinde de olsa duydu, yaşadı. İtilip kakılsa da etrafında kendi tarihi, kendi kültürü, kendi gelenekleri ve milleti vardı. Başkentine işgal orduları komutanı Frunze’nin ismi verilmiş, şehirlerden sürülmüş dağlarda, ayıllarda yaşamaya mecbur bırakılmış, kentleri asıl sahiplerini küçümseyen Ruslar ve başka etnik unsurlarla doldurulmuş bir halkın yazarıydı Aytmatov. Toprağının kokusunu, sularının serinliğini, dağlarının ihtişamını, itilip kakılan bir “halk düşmanı”nın oğlu olarak kolhozlarda çalışırken duydu, gördü ve yaşadı. Çiçekleri, böcekleri, bozüyleri, maralları, gölleri, atları ve muhteşem dağları kendi ülkesinde tanıdı. Ülkesinin millî ve tarihi havasıyla irtibat kurabildi Aytmatov. Ziraat ve veterinerlik okuması da hakir görülen ülkesinin etkileyici hayat tarzını, tabiatını, efsanelerini ve bütünüyle kültürünü öğretti ona. Yoksa o köylüleri, çiftçileri, atları, efsaneleri, Manas’ı ve manasçıları nasıl yazabilir anlatabilirdi?
Dağcı ise Aytmatov’un sahip olabildiği bütün bu imkân ve fırsatlardan yoksun bırakıldı. Kendi halkının havasından, suyundan, sohbetinden, geleneklerinden, kültüründen hayat boyunca mahrum edildi. Vatanını ve mazlum halkını büyük gönlünde ve kaleminin ucunda yaşattı. Yok edişe isyan etti ve tek başına başardı bunu.
Aytmatov’un annesi ve kardeşleri, tahsili, Kırgızistan’da ve Moskova’da edebiyat çevreleri vardı. Geniş Sovyet topraklarında geziyor, yazarlık malzemeleriyle içini dolduruyordu. Dağcı’nın ise böyle dolaşabileceği geniş bir vatanı yoktu. Belki de birçok okuyucunun atladığı bir şey daha vardı ki Dağcı sadece vatansız kalmadı. Vatan yetimi, aynı zamanda anne baba, kardeş yetimi hatta millet yetimiydi. En çok bunun içindir ki onunkisi vücudundan koparılmış bir organın tepkisiydi. Dağcı akranlarından ve akrabalarından da yetimdi. Aytmatov dokuz yaşından itibaren babasından yetim kalmıştı ama yalnız yaşamadı, büyükleri, küçükleri, akrabaları ve en önemlisi milleti vardı. Onun yalnızlığı, entelektüel dünyasından kaynaklanan ve muhafaza edilen bir “iç yalnızlık”tı. Cengiz Dağcı buna karşılık sadece Polonyalı hanımı Regina ile kalmıştı. Yurdunu Kaybeden Adam’dı. Yabancı bir yurtta yaşamak mecburiyetinde kaldı. Bunun içindir ki romanları anılara, tahayyüle, tasavvura ve rüyaya dayandı. Yirmi beş yaşından sonra gözlemsiz tanıklık yaptı. Ruhunun boşluğunu, acılarının dayanılmazlığını olağanüstü güçlü bir hasret nidasıyla gidermeye çalıştı. Bunu yaptı ama zulme, vicdansızlıklara karşı savaş verirken büyük odaklanmasında güçsüz kalabilecek bir kalemin büyük kaygısını yaşadı ve sanki ömrünü roman hâline getirdi.
Buna karşılık Aytmatov, güçlü bir roman dili olan Rusça’yla yazarken aynı kaygıyı yaşamadı. Onun korkusu yazamamaktan, dilden kaynaklanmadı. O Sovyet Molla Kasımlarından ya da kraldan fazla kralcı, Moskova’dakilerden daha çok Moskovacılardan korktu. Stalin 1953 yılında ölmeseydi Aytmatov da babası Törekul gibi meçhul bir mezara atılacaktı.
Dağcı imkânsızlıklar içinde yalnızlığını inanılmaz bir üretkenliğe dönüştürerek Anka gibi kendi küllerinden dirildi. Türkçenin içindeki saklı defineyi buldu. Onu sadece Türkiye Türkleri tanıyıp okudu. Yazdığı dokunaklı kitaplar Sovyet kafesi içindeki Kırım Türklerine tabii ki ulaşamıyordu. Yasaktı çünkü. Aytmatov’u ise -biraz da şansı iyi gittiği için- bütün dünya tanıdı ve okudu. Yaşar Nabi Nayır, Dağcı’yı keşfetti ama onun Aragon’u ya da Derjavin’i yoktu. Hatta Yaşar Nabi öldükten sonra çocukları bu büyük yazarla ilişkilerini kestiler, eserlerini yayınlamadılar. Türk solu bu garabeti yaşıyordu işte.
İlk eserleri yayımlanınca Kırgızistan’da derisi yüzülmek istenen genç Aytmatov ise Kazakistan’nın büyük yazarı Muhtar Avezov’dan ve Stalin sonrası Moskova’daki kimi entelektüel yazarlardan gördüğü yardımla hayatını kurtardı ve yelkenlerini alabildiğine rüzgârla doldurdu da Rusçadan yapılan çevirilerle bütün dünyada tanındı. Türkçe yazan Dağcı’nın ise tek bir romanı bile dünya dillerine çevrilmedi. İngilizceye çevrilen Korkunç Yıllar romanını bastıracak bir yayınevi bulamadı. Dağcı İngilizce yazsaydı ne olurdu? Acaba Avrupa zevki ve vicdanı,1944’te toptan sürgün edilen Kırım Türklerinin acılarıyla ilgilenir miydi? Güya temadan ziyade romanın kendisine vurgu yaptıklarını bize okuttukları Avrupa vicdanı ve izanı, Dağcı’nın ruh dünyasıyla ve acılarıyla empati kurar mıydı?
Elbette bu soru’nun cevabı sorun’un kendisini teşkil eder. Batının marifetli çifte standartının sonuçlarından birinin göstergesidir bu. İşlerine geldikleri konulara biçim oluşturanlar mesela 1915’teki zorunlu göçe “soykırım yalanı”nı uydururlar ama işlerine gelmeyen insanlık dışı hadiselere kıllarını bile kıpırdatmadılar. Çünkü iki yüzlü “Janus” da onların topraklarında doğup yaşamıştı.
Kendi kaderine terk edilmiş vicdanlı bir yazardır Dağcı. Halkı hayvan trenlerine bindirilip toptan sürülmüş ve ölüme terk edilmiş bu yazarın büyük yalnızlığına ve acısına hangi Avrupa vicdanı isyan edebildi ki?.. Nurettin Topçu “İsyan Ahlakı’nı bu iki yüzlülere karşı bir vicdan hakkı olarak savunmuştu. Emil Mishel Ciorani,” Çürümüşlüğün tarihi”ni güya medeni ülkelerin ikrahında yazmıştı ve haklıydı. Gücün değil Hakk’ın galibiyetini savunan bir ahlaktı bu. “Çifte standartlı isyan ahlaksızlığı”nın en mağdur vicdanlarından biriydi Dağcı.
Aytmatov, çocukluğunu felakete çeviren zamandan ve onun insafsız hükümlerinden intikam alabildi. Edebiyat Aytmatov’un elinde güçlü ve sihirli bir “öç silahı” oldu. Dünya çapında haklı bir üne kavuştu ve bunun konforunu yaşadı. Eserleri çeviri rekorları kırdı. Dağcı’nın eserleri ise bilindiği gibi ana vatanı Kırım’a, Kiev’e, Moskova’ya, Taşkent’e, Bakü’ye, Kazan’a vb yerlere sokulmadı bile. Böylece Sovyetler Birliğinde Cengiz Dağcı adlı büyük bir yazarın bu dünyada yaşadığını KGB dışında kimse bilmedi.
Bu ve diğer sebeplerle Dağcı yirminci yüzyılın “saklı yazarı”dır. Bişkek’te Kırgız- Türk Manas Üniversitesinde görev yaparken sadece Kırgız Edebiyatı bakımından değil aynı zamanda bütün Türk Edebiyatları için de seçkin bir bilim ve sanat adamı olan – ki aynı zamanda Aytmatov’un çocukluk ve okul arkadaşıdır- rahmetli Salican Cigitov’a Dağcı hakkında kısa bir bilgi verince hayretler içinde kalmış ve hemen ilgilenmeye başlamıştı. Hoca biraz daha ömrü olsaydı Dağcı’yı okuyacak, hakkında yazacak ve üzerine doktora yaptıracaktı. Böyle bir yazarı tanımadığı için rahmetli Hocanın çok üzüldüğünü hatırlarım.
Kim bilir belki de Dağcı’yı dünya ölümünden sonra tanıyacaktır. Sahi, ölümünden sonra bir yazar ya da sanatçı için tanınmış olmanın bir değeri ve anlamı var mıdır? Farkına varılmak ve tanınmak, içini kağıda boşaltmış bir yazarın yaşarken görmek istediği bir manevi ödül değil midir?.. Derdi olan yazar paylaşmanın büyüğünü ister de “Sesimi ne kadar duyurdum, ne gibi faydam oldu.” diye merak etmez mi hiç? Oydaşlarını ve ruhdaşlarını arayıp bulmak ve onlarla paylaşmaktır belki de çoğu yazarın muradı. Belki de bu paylaşma duygusu yazmanın başlıca isteklendirmelerinden biridir, kim bilir? Yazarın ölümünden sonraki değeri onu seven okuyucular nezdinde makbuldür. Ölümden sonraki şöhret yazarı tarafından bilinmez ama edebiyata katkı sağlar. Yüzlerce aynanın tutulduğu bir meydanda tek bir insanın olmayışına benzer bu. Ayna var insan yok, hayran okuyucu var yazar yok. İkisinin bir araya gelmeyişi büyük hüzündür.
Belki de şu anda Dağcı bu duyguyu yaşıyor. Kim bilir, kim bilir?..
NOT: İki Cengiz’le ilgili bu karşılaştırmayı buraya kadar getirmiş ve sonra devam edeceğime karar vermiştim. Bu iki büyük yazarın eserleriyle, edebiyat, sanat ve dünya görüşleriyle ilgili kimi çözümlemeler yapmayı düşünüyordum. Her zaman olduğu gibi bu konuda da zamanla yarıştığımın farkında değildim. 23 Eylül 2011’de Maltepe 80/3’teki Berikan yayınlarındayım. Kurgan dergisiyle ilgili çalışmaları sürdürüyoruz. Bir hikâye eksiğini tamamlamak için AYB Yazarlık Okulu hocalarından hikâyeci arkadaşımız Osman Çeviksoy’u arıyorum. Bana 22 Eylül 2011 Perşembe günü Cengiz Dağcı’nın vefat ettiğini, Kocatepe Camisinde gıyabî cenaze namazının kılınacağını haber veriyordu.
Donup kaldım. “Cengiz Dağcı vefat etti.” Basit bir cümleydi, o kadar. Ya etkisi ya kuşatması? Kimi zaman işte böyle basit bir cümlenin ne olduğunu bile anlayamıyoruz. Yüzey anlam yetmiyor. Derin anlam ise insanı âdeta bir kuyuya düşürüyor o zaman. Derin anlam da yetmiyor insan deli gibi koşmak hareket etmek istiyor. Yukarıdaki cümle beynimde dönüp durdu. Anladım mı elbette hayır ama tevafuk da şaşırttı durdu beni.
Demek ki bu tarihte Türklüğün ve insanlığın büyük nöbetçilerinden biri uzak yıldızlar gibi kaydı gitti. Büyük insanlık sevinçlerinin olduğu gibi büyük insanlık trajedilerinin de tanığı olmak yetmiyor. Önemli olan sürece ve sonuca da tanıklık etmektir.
Kapitalist ahlâkın bütün çıkmazlarını, bütün pisliklerini, sömürüyü, sömürgeciliği kendine ait ideolojik bir tepkiyle yazıp şahitlik eden Nazım Hikmet Cengiz Dağcı’nın ve 2008’de yitirdiğimiz Cengiz Aytmatov’un farkında mıydı acaba? Nazım 1963’te esas vatanım dediği Moskova’da öldü. Cengiz Dağcı kendisinin ve Kırım Türklerinin uğradığı büyük felaketi anlatan ilk romanlarını yazmış, Aytmatov ise 1963’te genç bir yazar olarak “Büyük Lenin Ödülü” nü almıştı. Dünya çapında tanınmasını sağlayan Cemile’yi 1958’de yazmıştı. Aytmatov henüz otuz yaşındaydı. 1956-58 yıllarında Moskova’daki Gorki Edebiyat Akademisinde yazarlık kurslarına devam etmişti. O yıllar Nazım Moskova’da şöhretinin zirvesindeydi. Herhâlde Aytmatov’la tanışmış olmalılar. Nazımperestlerde bu konuya düşülmüş bir not yok. Aytmatov’dan da Nazım’la ilgili bir şey duymadım, okumadım. Nazım, Aytmatov daha dokuz yaşındayken babasının 1937’de Stalin soldatları tarafından öldürülüp çoğu Kırgız 153 aydınla birlikte Kırgızistan’da bir kireç ocağına atıldığını duymuş muydu acaba? Ya Kırım Türklerinin korkunç acılar ve ölümler getiren toptan sürgününü Nazım’ın duymaması mümkün müydü? Başta Sultan Galiyev olmak üzere Ahmet Cevatlar, Çolpanlar, Abdullah Kadiriyler, Fıtratlar, Mağcanlar, Kasım Tınıstaov’lar ve daha nice aydınlar yok edildiler. Nazım hiç mi duymadı bunlara tanık olmadı. Elbette haberdar olmuştur ama bunlarla ilgili tek satırı yoktur. Oysa tanık olup da tanıklık yapmamak insanlık ayıbıdır ve hatta o suça ortak olmaktır. Sürgünde üçte biri ilkel, havasız hayvan katarlarında feci şekillerde ölmüş ve istasyonlarda trenden aşağı atılmış Kırım halkının ve diğer toplu tehcirlerin acısını tek bir satırla anmadı, dile getirmedi Nazım. Sessiz kalmak ya korkaklık ya da ideolojisi adına bütün bunları onaylamak anlamına gelmez mi? Çıksın birisi de mesela Genco Erkal açıklasın bütün bu olaylar karşısında Nazım’ın tutumunu bakalım. Moskova’da tuzu kuru yaşarken büyük nutuklar çekmek elbette kolaydı ama haysiyetsizdi. Ailelerine bile haber vermeden öldürülüp kefensiz çukurlara atılan milyonlarca Sovyet kurbanı aydının kaderini hiç olmazsa düşündü mü acaba?… Bilmiyorum, bilmiyoruz.
Ben onun şiirlerini kısmen ayrı tutarak bu insanlık suçunun hatırlanması bir yana o ve onun gibileri göklere çıkaran utanmazların varlığından ve hâlâ fiyaka taslamalarından utanç duyuyorum.
Nazım, yurttan kovulmadı kendisi kaçtı; öldürülmedi kendisi öldü. Onun adına ülkemizde birilerine cephe açanların ve onun aleyhinde suçlular yaratmanın çabasında olanların bilmem şu ya da bu uydurmalarla rejim adına milyonlarca insanların öldürülmelerini, milyonlarca insanın sürgünlerde felakete uğratılmalarını, bütün bunların Nazım Moskova’da bir eli balda bir eli yağda yaşarken cereyan ettiğini bir an olsun bile düşündüler mi acaba?.. İnsanlığın ölümü karşısında bilmem ne kapitalist ve emperyalist savaşı lanetleyen aydınların taraflı tutumları yirminci yüz yılın yüz karasıdır.
Bugünkü serbest düşünme ortamı ve imkânı bize, bırakınız insanların haklarını korumayı onlara yaşama hakkını bile vermeyen büyük zulümlere, vandallığa, Pol Potluğa, Hitler ve Stalinliğe, Netanyahuluğa lanet okuma vazifesini yüklüyor. Büyük zâlimler, büyük kâtiller, fiillerini, kendilerini sesli ya da sessiz destekleyen “entelektüel yardakçılar”, “ideolojik kalpazanlar” sayesinde gerçekleştirdiler. İnsanları tek tek ya da topluca öldüren cânilerin suç ortaklarından biridir bu tür aydınlar.
Nazım da şahit oldu ama şahitlik yapmadı. Bir Emile Zola, bir A. Camus, bir Bulgakov, bir Soljenitsin olamadı bu sebeple.
Cengiz Dağcı’nın soğuk Londralarda ahrete uçtuğu bu saatlerde niçin bunlara gitti kalemim. Herhâlde Dağcı’nın ruhu kalemimi böyle oynattı. Çünkü o, tek başına büyük insanlık suçlarına isyan etti. Şahit oldu, şahitlik de yaptı. Bütün ömrünü buna adadı. O romanları yazmasaydı o büyük kıyımlar, Stalin kâtilinin şerefsiz kara yüzünü kim anlatacaktı bize?
Türk tarihinin önemli bir bölümü yakın uzak fâcialar yazılmadığı için yok edildi. Balkan felaketini, milyonlarca insanımızın sürgün, kıyım ve ölümlerini anlatan kaç Dağcı çıktı? Mehmet Niyazi olmasaydı Çanakkale’nin bile romanı olmayacaktı bizde.
Büyük acımızdır bu. Anadolu insanı evladına en etkili ağıtları okudu ama biz felaketlerimizi yazamadık.
Sadece bu sebeple bile olsun Cengiz Dağcı’ya her insan, her Türk teşekkür ve dua borçludur.
O büyük bir yıldızdı. Kutup yıldızı gibi tek ve yalnızdı. Dünyamızda üretken yalnızlığın büyük sözcülerinden biriydi. Orada Yurdunu Kaybeden Adam, Korkunç Yıllar’ını yazdı.
Meçhul bir güç, meçhul bir fenerdi. Oralarda durmadan bıkmadan yazdı. Çünkü Onlar Da İnsandı. O Topraklar onlarındı.
Şimdi 91 yıllık yorgun eli dinlenmeye durdu. Dünyamız artık daha yoksul ve yoksun. Aytmatov gibi Dağcı da artık yazmayacak. Ömrü boyunca dile getirdiği büyük sevdası, sevgili yurdu Kırım’a gitmek için yüreği dayanmadı.
Şimdi cansız vücudu ise sonsuza kadar o topraklara kavuştu.
Sevgili yurdunda ruhun şad olsun büyük usta, mekânın cennet olsun!
***
DAĞCI’NIN VAROLUŞ MÜCADELESİ
Üç yıl önce eylül ayında kaybettik Cengiz Dağcı’yı. Onu sadece Londra’da yaşayanlar ya da Londra’yı ziyaret edenler görebildi.
Ben romanlarını, hikâyelerini, günlüklerini okudum ve fotoğraflarını gördüm onun. Çekincesiz sevgi ve hürmetimin temelinde onun Türkiye’de, yakınlarımızda olmaması yatar mı acaba? Bunu çok düşündüm. Bir paradigmanın ortasında kıymeti harbiyelerin örselendiğini çok acı tecrübelerle biliyorum. Terkidiyar eyleyen değerlerimizi de uzakta yaşayan gurbetteki yalnızlarımızı da acaba ortam dışından mı sevip takdir ediyoruz? Ya da yaşamadığımız, anılarımızın olmadığı güneşsiz Londra’da ömrü, aziz hasretini yazarak geçiren Cengiz Dağcı, bizim için bir “sıla-ı rahim” olabilir mi?
Kişisel olarak bu soruları soruyor ve kendimce cevap arıyorum. Acaba onu düşündük, hissettik ve anladık mı? Zamanımızda en basit meselelerde bile bir anlam ya da anlama şaşkınlığı yaşıyoruz. Kıymetiharbiye takdiri, bugün ondurucu bir anlamlılığı ne yazık ki gösteremiyor. Zevkler, renkler, anlamlar ve yorumlar karıştı. Temel anlam belirleyicilerinin gösterge değerleri örselenince bir şeyi sahih algı sınırları içinde tayin edemiyoruz.
Türkiye’ye hiç gelmeyen, gelemeyen Dağcı’yı hangi sağlam ve derin bir kavrayışla anlıyor ya da anlamaya çalışıyoruz?
Cengiz Dağcı’yla kişisel olarak eserlerinden mülhem bir sahih algılama sorunu yaşıyorum. Okulunu tamamlamamış yirmi yaşlarında savaşa alınan Kırımlı bir delikanlı hangi akademik atölyelerden geçti de hangi psikoloji ile romanlarını yazdı? Tam bu sorunun kuşağında onun “beklenilmeyen bir var oluş serüveninde edebiyatı doğru olarak keşfettiği” ni söyleyebilirim.
Eğer edebiyat yolunu seçmeseydi Cengiz Dağcı, belleğini boşaltamayacak böylelikle de vatanıyla birlikte kimliğini, kültürel değerlerini, tarihini ve var oluşunu da kaybedecekti.
Kuyunun dibinde ve uçurumun başında aradığı dili bulmaya çalışırken geçirdiği olağanüstü değişimleri izleyen eşi Regina onun sağlığı için ciddi kaygılara kapılmıştı. O dilini arayan adamdı ve dilini bulamasaydı yok olurdu.
Dağcı sadece cennet gibi vatanından olmamıştı. O, vatanlarının kucağında masumane yaşamakta olan ailesini, akrabalarını, dostlarını, bütün soydaşlarını, yirmi yıllık anılarını, çocukluk ve gençlik rüyalarını da kaybetti. Yazsaydı kim okuyacaktı? Kendisini okuyacak insan bile kalmamıştı. Uçurumun başı, çaresizliğin kuyusu dediğim de budur.
Vatanıyla birlikte yazdıklarını okuyacak bir tek insanın bile kalmaması trajik duyarlılıkları paylaşacak bir toplumun kalmaması demekti ve bu bir insanın başına gelebilecek en büyük yoksunluk ve çaresizlik duygusu hatta felaketiydi. Elbette edebiyatla sağaltılan büyük rahatlama felaketin konuşulabileceği bir insanın, bir toplumun varlığını gerektirir. Oysa onun tek evladı Arzu kız bebekti ve eşi Regina Türkçe bilmiyordu. Regina hiç Türkçe öğnemedi ve Arzu kız da büyüyünce bir İngiliz’le evlenip gitti. Bu süreç onun ikinci bir yalnızlığı ya da gurbetiydi. Bildiklerini, gördüklerini, yaşadıklarını, derin ve yoğun acılarını kime anlatacaktı Dağcı? 1946 ile 1956 yılları arasında tam on yıl belki de o ikinci vatanı olan dilini yitirmemek için insanüstü bir mücadeleye girdi. Evet vatanının üzerinde kendisiyle konuşacak, yazdıklarını okuyacak tek bir insan bile kalmamıştı ama Türkiye vardı. Türkistan’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da vatanlarını kaybedenlerin iyi ki Türkiye’si, ikinci vatanları vardı.
Cengiz Dağcı ikinci vatanına gelemedi/gelmedi ama onun diliyle yaşadı. Gencecik, yüreği yaralı bir insandı ve küçük kusurlarıyla birlikte Türkiye Türkçesiyle yazmaya başladı. Yazma heyecanı, yazma aşkı kaybedilen topraklar, kaybedilen insanlar ve değerler adına ölümüne kadar sürdü. Vatanından ayrıldı, insanlarını kaybetti, Türkiye’ye gelemedi, kızı evlenip gitti, Regina öldü. Kaç yalnızlık yaşadı Dağcı? Trajik sıla-ı rahim özlemi onu 92 yıl yaşattıysa dili ve ülküsü edebiyatla yaşattı.
Onun ikinci dünya savaşının sonundaki durumunu ve psikolojisini anlamak için şu sözlerini okumak yeter mi? Yurdunu Kaybeden Adam’ın, kendini var ediş mücadelesinin ilk yılları şöyleydi:
“Savaş yeni bitmişti. 1946 yılı başlarında İngilizler, Polonya ordusu ve ailelerini İtalya’dan İngiltere’ye getirdiler. İlk önce İskoçya’ya geldik. İş bulanlar İngiltere’nin her yerine gidebiliyordu. Hiç paramız yoktu. Eşim Regina’nın altın yüzüğünü sattım ve tren bileti alarak Londra’ya geldim. Eşim ve kızımız Arzu ise İskoçya’da kalmıştı. Türkiye’ye gitmek istediğimden Türkiye’nin Londra Başkonsolosluğu’na başvurdum. Durumumu anlattım ve “Savaş bitti, Türkiye’ye gitmek istiyorum” dedim. Başkonsolosluk yetkilisi beni dinledi, ilgilendi ama, ‘Türkiye’de akrabaların varsa ve davet ederse gidebilirsin, başka türlü Türkiye’ye gidemezsiniz.’ dedi. Oysa ben bütün Türkiye’yi akrabam sanıyordum. Âdeta yıkılmıştım, ne yapacağımı şaşırmış nereye gideceğimi bilemiyordum. Konsolosluğun önündeki banka oturdum, gözlerimden yaşlar geldi; üzgün bir şekilde oturuyordum. Birisi çıktı içerden ve bana doğru gelip, yardımcı olmak istediğini söyledi. Tanıdığı birisinin lokantası olduğunu söyleyip adresini verdi. Verdiği adresteki lokantaya gittim. Lokantanın patronu olan Neşet Bey’e derdimi anlattım ve lokantada çalışmaya başladım. Evim olmadığı için lokantanın üzerindeki depoda uyuyordum. Bir süre sonra başka bir lokantaya geçtim ve ev tuttum. Eşimi ve kızımı da yanıma getirmiştim.”
Dağcının bu yılları 1946-47 yıllarıydı. Önce yerleşebilmek ve karınlarını doyurmak için lokantada çalışmaya başladı. Hazindir o anlar. Belki bulaşık yıkadı, belki garsonluk yaptı. Hayatını öyle de sürdürebilirdi belki. Ama o zaman vatanı gibi soydaşları gibi kendisi de yok olurdu. En zor günlerinde bile içindeki birikimi yazıya dökmek için geceler boyu uyumadı. Gözlerinin kan çanağına döndüğü bir gecenin sabahına karşı dilini bulduğunu anladı. Türkiye’ye gelmediği, Türkiye Türkçesiyle ilgili hiçbir öğrenim görmediği, bu konuda hiç ders almadığı hâlde bulduğu ve kullanmaya başladığı dil Türkiye Türkçesiydi.
“Yurdunu Kaybeden Adam”, artık o “Korkunç Yıllar”ı yazabilirdi. Ölümüne kalemine sıvandı ve yazdı. 1956’dan dünyayı bırakıp gittiği 2011 yılına kadar tam elli beş yıl “Onlar da İnsandı” dedi ve kalemini bırakmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın boş amaçları uğruna çektiği derin acıları, “Ölüm ve Korku Günleri”ni, “O Topraklar da Bizimdi” diyerek hasret romanlarına çevirdi. Türk ve Dünya edebiyatında belki de bu derecede güçlü hasret metinleri yazılmadı. Küçücük bahçesindeki bütün çiçeklere Türkçe adlar koydu. Kısa dalgadan Ankara radyosunu dinlerken âdeta yeni bir roman yazmak için doluyordu. Radyoda Türkçe şarkılar başlayınca kedisinin koşup gelerek kendisiyle birlikte dinlediğini, şarkılar bitince de kendi yerine gittiğini Yansılar’ında ne de güzel anlatır. Kendi hasretinin kediye de bulaşması ne ilginç ak erkedir.
Dağcı, yirmi beş civarında eser bıraktı. Çok iyi bildiği İngilizce ve hanımının dili olan Lehçe ile de yazabilirdi. Türkçe yazdı. Edebiyatın kimliği, kullanılan dildir. Bunu Dağcı sık sık tekrarladı. Hangi dili kullanırsanız o dilin edebiyatçısı olursunuz, dedi. “İngilizce yazsaydım Türk Edebiyatçısı olmazdım.”sözü, onun dünya görüşünü, kültürel donanımını ve Türklüğünü ne güzel anlatır. Bu bilinçle “Kolhozda Hayat”ı, ”Dönüş”ü, ”Genç Temuçin”i, “Badem Dalına Asılı Bebekler”i, “Üşüyen Sokak”ı, “Anneme Mektuplar”ı, “Benim Gibi Biri”ni, “Yoldaşlar”ı, “Ben ve İçimdeki Ben”i, “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu”nu,”Bay Markus”un Köpeği”ni, “Bay John Marple”in Son Yolculuğu”nu, “Oy Markus Oy”u, “Regina”yı, “Rüyalarda Ana” ve “Küçük Alimcan”ı yazdı. Beş ciltlik Yansılar’ı bütün romanlarında az veya çok sinen ruhu ve hassasiyeti anlatan günlükleridir. Bu günlükler onun romanlarının dolaylı birer “otobiyografik roman” olduğunu gösterir. “Hatıralar”ı için de aynı şeyi söylemek mümkün. Sıcak, yüklü, hüzünlü ve çoğu zaman olağanüstü bellek gücünün insanı şaşırttığı anılardır bunlar. Haluk’un Defterinden Londra Mektupları” da onun hayat hikâyeleri ve anıları doludur. Anneme Mektuplar romanı “türler arası”nın en güzel örneği olarak bir anılar ve aşk romanıdır. Burada roman örgüsü ve kurgusu organik mektuplarla sürdürülür.
Dağcı, gençliğinde şiir yazmakla birlikte yaşadıklarını daha etkili anlatmak adına düz yazıyı kullandı. Kullandığı dilin ve üslubun hücrelerinde büyük duygu, kaygı ve hasret yoğunluğunun şiirsel yansımaları görülür. Anılara ve mektuplara fazlaca yer vermesi feryadının bu yollarla da paylaşılması duygusuna dayanır.
2011 Eylül’ünde ömür boyu hasretini çektiği yurduna kavuştu. Şimdi toprağın altında yeni bir yalnızlığın, kahrın onun yakasını bırakmadığını acıyla görüyoruz. Ne yazık ki mezarının vatanı şimdi Rusların elinde. Ahiret mekânı cennet olur inşallah. Cennetten de kaybedilmiş bir vatana hasret nasıl çekilir ki?
Onu ebediyen yaşatacak eserleri, kaderinin yüzümüzü güldürecek tek ama ölmez tesellisidir.
Ruhun şad olsun Cengiz Aga.