# Etiket
##GENEL

Yabancılaşma, Aydınlar ve Maskeli Balo / Adnan ŞENEL

Ertem Eğilmez’in bol kadrolu unutulmaz filmlerinden biri olan “Yalancı Yarim”de, sonradan zengin olan ve kendinden “aşağı” tabakada olan fakir insanları hor gören Metin Akpınar, filmin sonundaEmel Sayın’dan şöyle özür diler: “Önceden hamal olduğumuzu unuttuk, bir eşeklik ettik…

Önceden başka (öz) olan fakat sonradan başka (şekil) insanlara dönüşen insanların hikâyelerini filmlerde görürüz, romanlarda okuruz (ve bunların kurgu icabı finalde özlerine, asıllarına, köklerine rücu ettiklerini görürüz).

Oysa biliriz ki filmler de, romanlar da gerçek hayatın yansımalarıdır, aynalarıdır. Tek fark, filmlerde ve romanlarda geçmişini ve nereden geldiğini unutan ve artık “başka” kişiler olan karakterlerin -senaristin inisiyatifiyle- eski hallerini hatırlamalarıyken, gerçek hayatta böyle bir şeyin olmamasıdır. Sonradan görme, sonradan sınıf atlayan, sonradan zenginleşen ve artık kendisi gibi olmayanları küçümseyen, hor gören, hakir gören bir Aliye Rona ya da Hulusi Kentmen’ler bir şekilde nedamet getirirler; zengin kız ile fakir oğlanın evlenmelerine rıza gösterirler; lâkin filmlerdeki bu kurgu, hayatın gerçekliğinde söz konusu değildir. Çünkü değişim ve dönüşüm geri dönülmez, tek yönlü bir çıkmaz sokaktır artık…

***

Aynı meslekte faaliyet sürdüren usta ve esnafın bir araya gelmesinden oluşan Lonca sisteminin, -artık bize masal gibi gelen- çarpıcı özelliklerinden biri de şuymuş: Aynı çarşı (arasta) içinde olan esnaftan biri eğer siftah yapmamışsa, diğer esnaf kendisine gelen müşteriyi bu siftah yapmayan esnafa yönlendirirmiş.

Lonca sisteminin bu ulvî geleneği zamanla yerini “ben daha çok nasıl kazanırım?”a bıraktı. Esnaf arasındaki bu “dayanışma” ruhu ve duygusu, “Pazar payı” ve “kâr” güdüsün ağır ve dayanılmaz baskısına yenik düştü. Bu, geleneğin “modernleşme” karşısındaki mağlubiyetiydi aynı zamanda. Modernleşme, beraberinde yeniliği, değişimi, dönüşümü, ilerlemeyi, kalkınmayı da beraberinde getiriyordu ve bunların sağlanması için geleneklerden uzaklaşmak gerekiyordu.

Geleneksel’in modernizm’e karşı mevzi kaybetmeye ve muharebe alanından ric’at etmeye başlamasıyla birlikte insanın “yabancılaşma” süreci de ivme kazanmaya başladı. Çünkü modernleşme her alanda yeniliği, gelişmeyi, üretmeyi, değişimi ve dönüşümü öngörüyor, şart koşuyor ve dayatıyordu. Tarım toplumundan endüstriyel topluma geçiliyordu; kırsaldan-köyden kente göç hızlanıyordu; makineleşme, otomasyon, teknoloji ilerliyordu ve bütün bu gelişmeler farklı bir “yaşam biçimi”ni de bir nevi şart koşuyordu. Her şey değişirken, bu değişimin öznesi ve üreticisi olan insanın değişmemesi mümkün müydü?

İnsan tabiiki değişti ve kendine yabancılaşmaya başladı. Çünkü değişim varsa yabancılaşma da vardır ve bu kaçınılmazdır. Bir zamanlar hamal iken sonradan fabrika sahibi olan ve başka bir hayat tarzı yaşamak durumunda olan insan, haliyle o eski haline yabancılaşacaktı; yaşadığı çevre, etrafındaki insanlar, kullandığı eşyalar, yemek masasındaki yiyecekler artık farklıydı ve o da “farklı” davranmaya ve yaşamaya başlayacaktı. Farklı oldukça da kendine ve özüne yabancılaşacaktı.

Lonca sistemindeki o dayanışmacı ruh da, fabrikasyonun, otomasyonun ve makineleşmenin getirdiği “marketleşme”nin önünde duramayacak ve artık “bağımsız” ve “savruk” esnaf, kendine yeni sistem içinde yer bulmaya çalışırken yabancılaşma sürecine adım atacaktı. “Kahraman Bakkal”ımız “Süpermarket”e karşı girdiği umutsuz savaşı kaybedecekti. Bu büyük, devasa marketlere eklemlenen meyve-sebze reyonları “manav”ları, et reyonları “kasap”ları da ortadan kaldıracaktı. Modernleşiyorduk ve “geleneksel” ve “küçük” kurumlara ne gerek vardı?

***

Yabancılaşma Hegel’den Marx’a, Durkheim’den Fromm’a çok sayıda düşünür tarafından ele alınmış ve yorumlanmıştır. Aynı zamanda felsefenin, psikolojinin, sosyolojinin, sosyal-psikolojinin, ekonominin, siyasetin de ilgilendiği bir konudur yabancılaşma ve dolayısıyla kişilere-alanlara göre farklı tanımları vardır. Kişi ve alanlardan ayrı ve basit olarak yabancılaşmayı, insanın “özne” olmaktan çıkıp “nesne” haline gelmesi olarak tarif edebiliriz. Kabaca, insanın kendi özüyle bağlantısının kopmasıdır… Aynaya baktığında, farklı bir “yüz”le karşılaşması da denilebilir buna…

İnsanın aynaya baktığında “farklı” birini görüyor olmasının sebebi, o insanın “maske” kullanması da olabilir. Eski Yunanca’da “maske” anlamına gelen “persona”, o dönemlerde tiyatroda farklı karakterleri canlandırmak için oyuncuların yüzlerine taktığı maskeleri betimlemektedir. Daha sonraları Carl Gustav Jung’un teorilerinde başköşeye oturacak olan “persona-maske”, insanların toplum içinde çeşitli kazanımlar-çıkarlar-statüler elde etmek için takınmak zorunda oldukları “farklı yüz” olarak nitelendirildi. Herhangi bir çevre-toplum-kurum içinde var olabilmek, tutunabilmek, daha yükseklere çıkabilmek için insanların, kendi özlerine ve benliklerine ters düşse de, bu tür maskeler kullandığı üzerine kuruludur bu teori.

Başkalarının “uygun” ve “kabul edilebilir” gördüğü davranışlar sergileyerek amacına ulaşacağını bilen insan “maske” kullanmak zorunda kalır ve bu maskeleri kullandığı sürece de giderek kendine yabancılaşır. Başka bir ifadeyle, “İnsanları   birer  maske   takarak   rol yapmaya, duruma uygun tutum geliştirmeye zorlayan toplumdur. Persona, toplum geleneklerinin beklentilerine karşı kişinin taktığı bir maskedir. Bu rol ona toplum  tarafından   verilmiştir ve yaşamı boyunca da bu rolü oynaması kendisinden beklenir. Maskenin amacı,   diğer kişiler üzerinde belli bir etki yaratmaktır ve çoğu kez gereksiz yere kişinin gerçek özelliklerini gizler. Persona, toplum  içi kişiliktir ve toplum kişiyi bu özelliklerine göre  değerlendirir. Eğer ego (benlik) persona ile özdeşleşirse birey gerçek duygularından çok, bilinçli  olarak oynadığı rolü gerçek kişiliği  sanır. Kendine yabancılaşır ve kişiliği iki boyutlu olarak kalır. Özerk bir insan olacağı yerde toplumun bir yansımasından öteye gidemez.”(*)

***

Yabancılaşmanın en çok etkilendiği kişiler “aydın”lardır. Aydınlar toplumdaki değişimin-dönüşümün itici güçleridir ve misyonlarının gereği, içinde yaşadıkları toplumun “daha iyi-daha güzel-daha gelişmiş” olması için çaba gösterirler, çalışırlar, üretirler. Ve ilginçtir ki, kendileri bu değişimin-dönüşümün aktörleri olurlarken aynı zamanda da yabancılaşırlar; hem kendilerine hem de topluma… Alev Alatlı, “Viva La Muerte! Yaşasın Ölüm!” adlı romanında böylesi aydınları işler ve kendini korumayı biraz daha başarabilen Günay Rodoplu’nun karşısına, Anadolu’dan gelen ve zamanla bütün değerlerine yabancılaşan Şafak Özden karakterini koyar. Yine Oğuz Atay, Türk edebiyatının “aydın yabancılaşması”nı en derin şekilde ele alan “Tutunamayanlar” adlı romanında Selim Işık-Turgut Özben karakterleri nezdinde aydınların nasıl yabancılaşma sürecine girdiklerini vurucu bir şekilde gözler önüne serer. Bugün de, kendilerine “aydın” denilen yazar-çizer-sanatçı-bilim adamı taifesinin (istisnalar muaf) içinde yaşadıkları bu toplum içinde, bu topluma ne denli uzak olduklarını ve yabancılaştıklarını görmüyor muyuz? Hani o klâsik söylemde olduğu gibi, İstanbul’daki yalılarında ya da Çiçek Pasajı’nda içkilerini yudumlarken köy romanları yazarak köylülerin sorunlarını dile getirdiklerini iddia eden “aydın”lar gibi, tarihi gerçekleri saptırarak “Nobel” almaya uğraşan “aydın”lar da var bu ülkede. Tıpkı, “çıkar” beklentisiyle yüzlerine “maske” takanlarda olduğu gibi, bu tür “aydın”lar da bir çok maske kullanmakta beis görmemekteler…

***

Her birimiz, her ferdimiz, köylüsünden kentlisine, fakirinden zenginine, astından üstüne hepimiz bir şekilde maske(ler) kullanıyoruz. Başka bir deyişle, bir “maskeli balo”dayız ve modernleşmeye paralel olarak bu balolar arttıkça kendimize daha da çok yabancılaşıyoruz. Evet, herkes maske kullanıyor ama tehlike, insanın bu maskeleri bir süre sonra kendi benliğinin yerine koyması ve o maskedeki kişiliği kendi öz kişiliği sanır hale gelmesidir.

Vaktimiz öylesine dünyevî ve maddî çıkarlar ve beklentilerle dolu ki, bir boşluk bulup da bu maskeleri yüzümüzden çıkarıp aynada kendi gerçek-öz yüzümüzü göremiyoruz. Bireyselleştikçe kozmik alem’den uzaklaşıyor; modernleştikçe geleneklerden kopuyor ve “özne”likten çıkıp “nesne”leşiyoruz. Daha da ötesi “nesnelerin” kölesi haline geliyoruz. Oysa, Exupery’nin “Kale”de dediği gibi, “Nesnelerin insanlara hizmet etsinler diye kurulması iyiyse de insanların nesnelere çöp tenekesi olmak üzere kurulmaları canavarca bir şey.”

Öyle değil mi?

(*) Engin Geçtan, “Çağdaş İnsanda Normaldışı Davranışlar”, A.ü. Eğitim Fak. Yay, 1978, s.32

——-

(Bu yazı, kısa bir süre önce www.40ambar.com’da da yayınlanmıştır)

Leave a comment