Hilmi ÖZDEN: EHL-İ BEYT SEVGİSİ
İMAM-I AZAM EBÛ HANÎFE’DE (699-767) EHL-İ BEYT SEVGİSİ
Hilmi ÖZDEN
Hz. Peygamber (S.A.V.) Ümmü Seleme’nin evinde iken, Ahzab Suresinin 33. ayeti nazil olmuştur: “Ey Ehl-i Beyt! Allah kusurlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak ister”. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Hz. Ali’yi, Fatıma’yı, Hasan ve Hüseyin’i (R.A.) abasının altına alarak “Allah’ım, benim Ehl-i Beytim bunlardır. Bunların kusurlarını gider, kendilerini tertemiz yap!” diye dua etmiştir. (Tirmizi, “Tefsir”, 4, Müsned, 4, 107).
İmam-ı Azam (Büyük İmam) Ebû Hanîfe (699-767), Ehl-i Beyt husundaki ayetleri hayatına rehber edinmiş ve daima Ehl-i Beyt’in yanında yer almış nadir yetişen bir İslâm alimidir. Ebû Hanîfe; Zeyd b. Ali Zeyd’el-Âbidin’den, Muhammed Bâkır ve oğlu Ca’fer Sâdık gibi Şia imamlarından da ders almıştır. Ebû Hanîfe’nin Muhammed Bâkır’la münasebeti olduğu gibi onun oğlu Ca’fer Sâdık’la da ilmî temasları vardı. İkisi aynı yaşta idiler. Aynı senede doğmuşlardı. Fakat Ca’fer Sâdık, Ebû Hanîfe’den daha evvel ahirete göçtü. Ebû Hanîfe ondan bahsederken: “Vallah Ca’fer Sâdık’dan daha fakih bir kimse görmedim” demiştir. [1] Muvaffak Mekkî Menakıb-ı Ebû Hanîfe eserinde şunu nakleder: Ebû Ca’fer Mansur bir defa :“Yâ Ebû Hanîfe bu insanlar Ca’fer Sâdık’a meftun oldular. Ona sormak üzere en çetin mes’ele hazırla da sor bakalım, dedi. Ebû Hanîfe de 40 soru hazırladı. Bundan sonrasını Ebû Hanîfe’den dinleyelim. Diyor ki : Ebû Ca’fer, Hîre’de iken Ca’fer Sâdık yanında bulunduğu bir sırada huzuruna girdim. Cafer Sâdık Halifenin sağ tarafında oturuyordu. Gördüğüm anda Ca’fer Sâdık’ın heybeti beni kapladı, meclise Halifenin heybetinden ziyade onun heybeti hakimdi. Selâm verdim. “Otur, diye işaret ettiler. Ben de oturdum. “Mansur, Ca’fer Sâdık’a dönerek : Yâ Ebâ Abdullah, işte Ebû Hanîfe bu zattır, dedi. “Alâ, dedi. Sonra bana dönerek : “ Yâ Ebâ Hanîfe, Ebû Abdullah’a mes’elelerini arzet bakalım, dedi. Ben de hazırladığım mes’eleleri arzetmeğe başladım. Ben soruyordum, o cevap veriyordu. Ve siz şöyle dersiniz, Medine ehli şöyle der, biz ise böyle deriz, diyerek bütün ihtilâfları naklediyor, bazan bizim kavlimize, bazan Medine ehli kavline tâbi oluyor, bazan bize muhalefet ediyordu. Kırk mes’eleyi de böyle bütün tafsilâtıyle cevaplandırdı, bir tanesini bile cevapsız bırakmadı. Ebû Hanîfe bunu anlattıktan sonra Ca’fer Sâdık’ın ilmî kudretini belirterek şöyle dedi : “İnsanların en âlim olanı, mes’eleler etrafındaki ihtilâfları en iyi bilendir.” Bu rivayet bize gayet açık olarak gösteriyor ki: Ebû Hanîfe Ca’fer Sâdık Hazretleriyle daha ilk görüşmede onun yüksek ilmî kudretini anlamış, onu takdir etmiştir. Ca’fer Sâdık’ın fıkıh hakkındaki derin bilgisine hayran kalmıştır. Şüphesiz ki, hâdise Mansur ile evlâd-ı Ali arasında düşmanlık baş göstermezden önce olmuştu. Ca’fer Sâdık her ne kadar Ebû Hanîfe ile aynı yaşta ise de ulema onu Ebû Hanîfe’nin üstadlarından addetmişlerdir.[2]
İnanç alanının fıkıh imamı Ebu Hanîfe’yi ele aldığımızda, onun sahabe kuşağındaki öncüsü olarak karşımıza Hz. Ali çıkıyor. Büyük İmam, İslam’ın genel ve temel amaçları, insan, hayat, evren, siyaset gibi varoluşla ilgili problemlere yaklaşımında Ali’nin fikriyatını izler. O Ali ki, Kur’an vahyinin inmeye başladığı ilk günden bittiği son güne kadar Hz. Peygamber’in yanında olmuş, neredeyse onunla nefes alıp vermiştir. İslam konusundaki geniş ufkunu ve bilgi birikimini anlatırken bu gerçeği kendi ağzından şu şekilde ifadeye koymaktadır: “Allah’a yemin olsun ki, vahyedilen her Kur’an ayetinin hangi konuda, nerede, kim hakkında indiğini bilmişimdir. Rabbim bana, bu konularda akleden bir kalp, etkili bir dil bağışlamıştır.” (İbn Sa’d, 2/338) İmamı Âzam’ın fıkıh felsefesinde sahabe dayanakları Hz. Âişe ve Hz. Ömer, varoluş felsefesinde ise Hz. Ali’dir. Ali ve evladı olan Ehlibeyt imamlarının halifeliğini savunması da bu anlayışının bir ürünüdür. Ona göre, Ali, İslam ümmetinin başına geçmeye liyakat bakımından hiç kimseyle kıyaslanamayacak bir yetenek ve ehliyette idi. Ali’nin bu anlamdaki kişilik yapısı ve liyakati konusunu en iyi anlatan eserlerden biri, Nusayruddin et-Tûsi’nin Tecridu’l-Kelam adlı akaide dair eseri ve bunun Ali Kuşçu tarafından yapılan şerhidir, Nusayruddin burada bize diyor ki, Kur’an’ın, Mâide 55. ayeti (Sizin dostunuz yalnız ve yalnız Allah, O’nun Rasulü ve Allah’a ulaşmayı dileyen namaz kılan, rüku eden ve zekat veren mü’minlerdir.), tüm müfessirlerin ittifakıyla, Ali hakkında inmiştir. Çünkü bu ayette sıralanan vasıfların tümü sadece Ali’de birleşmiştir.[3]
İmam-ı Azamın Nesebi
Ebû Hanîfe’nin nesebi ve hangi millete mensup olduğu, onun biyografisini yazanları meşgul eden bir mesele olagelmiştir. Onun Fars asıllı olması veya Türk asıllı olabileceği üzerinde durulur. Bu hususta eser veren alimlerin araştırıcılarının ifadelerine göre Ebû Hanife Arap değildir Acem’dendir. Acem, Arap olmayanların tümüne verilen isimdir. Nasıl ki, Türkçemizde, halk devlet sınırları dışındakilerin tamamına yabancı anlamına ecnebi derler, Acem de aynı mana için kullanılırdı.[4] Bu tezi onun Emevilerin Arap olmayan Müslümanlara verdikleri isim olan “mevali” olarak kabul edilmesi güçlendirmektedir.
Taşköprîzade de bu konudaki farklı rivayetlere yer verir: Ebû Hanîfe’nin babasının adının Sâbit olduğunda ve bu zatın Müslüman olarak doğduğunda şüphe olmamakla beraber, büyükbabasının adında farklı rivayetler vardır, Zota b. Mah, ya da Tavus b. Hürmüz gibi. Bu kişinin İran asıllı olduğu görüşü ağırlıklı olmakla birlikte, Kâbil veya Bâbil (Bağdat’ın eski bir adı olarak) asıllı olduğu, hatta Arap asıllı olduğu şeklinde farklı rivayetler de vardır.[5] İmam-ı Azamın babası Sabit küçük yaşta iken Hazret-i Ali (r. a.) ile görüşmüştü. Hz. Ali (r. a.) de Sabit ve zürriyetine hayır, bereket duaları yapmıştı.[6] Hatîb-i Bağdâdî Tarih’inde[7], Ebû Hanîfe’nin torunu Ömer b. Hammad’dan naklettiğine göre nesebi şöyledir: Sabit b. Zotâ —bu isim Musa vezninde bu şekilde okunduğu gibi Selmâ vezninde Zevta şeklinde de okunur, — b. Mâh’dır. Kâbil halkındandır. Kabil Hindistana yakın bir yerdedir[8]. Zota nasılsa Teymullah b. Sa’lebe kabilesine esir düşmüş, burada islâmı kabul etmiş ve hürriyetine kavuşmuş. böylece de İmam’ın babası Sabit müslüman bir babadan dünyaya gelmiştir. Ya da Enbar’lıdır. Enbar, Irak’ın kuzeydoğusunda, Fırat sahilinde bir şehirdi. Hicri dördüncü asırda harap olmuştur. Bugün yeri ıssızdır. Zotâ buradan Nese’ şehrine gitmiş, Sabit burada dünyaya gelmiştir. Nese, Mâveraünnehir Merv, Nişabur Serahs arasında bir şehirdir. Ayrıca Tirmiz’li olup oradan ayrıldıktan sonra diğer şehirleri babası gezmiştir, oralarda bulunmuştur, diyenler de vardır. Tirmiz Türkistan’da Ceyhun nehrinin yakınlarında bir şehirdir. Buhara’nın güneyindeki Tirmiz şehri halkından bir Türk olan Zota, Ebû Hanife’nin dedesidir. Zota Tirmiz’in müslümanlar tarafından fethi esnasında esir edilerek Irak’a getirilmiş, orada müslüman olmuştur.[9] Tirmiz, Mâveraünnehir’de (Diğer adı Batı Türk ili, Ceyhun nehrinin öte tarafında kalan Türk illerine Arap tarihçileri Mâveraünnehir derler), Ceyhun nehri (diğer adı Amuderya) kuzeyinde kurulan bir şehirdi.
Yine Hatib-i Bağdadî’nin, İmam’ın diğer torunu – Ömer’in kardeşi – İsmail b. Hammad’dan naklettiğine göre dedem Sabit küçük yaşlarında iken Hz. Ali (r.a.)’yi ziyarete gitmişlerdi. Sabit’in babası Numan Hz. Ali’ye Falûzec (bir çeşit tatlı) hediye etmişti. İmam Ali (r.a.) de bu ne gündür diye sorduğunda Nevruz günüdür, denilmişti. Hz. Ali (r.a.) “Hergününüz Nevruz (gibi bayram) olsun” buyurmuşlardır. Ya da o günün Mehrican olması üzerine, Hergününüz mehrican[10] olsun, buyurmuşlardı.[11] Ebû Hanîfe’nin şerefi ve faziletiyle ilgili olarak, Taşköprîzade ilginç bir rivayete de yer vermektedir. Buna göre, Sâbit vefat ettikten sonra Ebû Hanîfe’nin annesi Cafer-i Sadık ile evlenmiş, bu sırada Ebû Hanîfe henüz küçük bir çocuk olarak, Cafer-i Sadık’ın bakımı ve gözetiminde terbiye görmüş, ilmini ondan almıştır.[12] Bu rivayeti aktaran yazar, “eğer bu rivayet sabit ise İmam Ebû Hanîfe’ye menkıbe-i azîme olur” şeklinde bir de yorum getirmektedir.[13] Yine bazı güvenilir âlimlerin eserlerinde yazdıklarına göre İmâm-ı Azam’ın babası Sâbit’in ölümünden sonra annesini, Peygamberimizin temiz soyundan gelen büyüklerden İmam Cafer-i Sâdık hazretlerinin nikâhlamış olmasıyla İmâm-ı Âzam hazretleri onun terbiyesi altında bulunmuş, ondan ilim almış ve edep öğrenmiştir. Tezkiretül-Hikem fi Tabakâtül-Ümem‘de böyle anlatılmaktadır.[14]
Önemli olan İmam-ı Azam’daki Ehl-i Beyt sevgisini özellikle zamanındaki Yöneticilere karşı Ehl-i Beyt’i desteklemesinden anlıyoruz. Üstelik İmam Ebû Hanîfe’nin Ehl-i Beyt’e olan sevgisi bilinen bir gerçektir. Ancak o bu sevgisinde aşırı gitmemiş, yani teknik tabiriyle teşeyyu’a kapılmamıştır. İmam’ın hareket noktası tamamen Kitap ve Sünnet nasslarında ifadesini bulan Ehl-i Beyt sevgisidir. Bu sebeple o, yönetimdeki sapmaları nedeniyle hem Emevîlere hem de Abbasîlere karşı durmuş, onların nebevî hilafete geri dönmeleri için olanca gücüyle çaba sarf etmiştir. Ancak onun ve benzeri ulemanın direnişlerine rağmen mevcut yönetimler despotluğu ve zulmü çeşitli şekilleriyle sürdürmüşledir. Bütün bu olumsuz şartlara karşın daha önce bahsettiğimiz gibi İmam Ebû Hanîfe, İmam Muhammed Bâkır (v.114/733), İmam Zeyd b. Ali [b. Zeynü’l-Âbidîn (v.122/740)], İmam Abdullah b. Hasen b. el-Hasen, İmam Cafer es-Sâdık (v.148/766) gibi Ehl-i Beyt İmamlarıyla hem arkadaşlık hem de öğrencilik ilişkisi içerisinde olmuştur. [15] Ebû Hanîfe, Medine’de, Hz. Ali (r.a.)’ın torunu İmam Muhammed (el-Bakır) ile bir araya gelmişlerdi İmam Muhammed:” “Ceddim Muhammed (s.a.s.)’in hadislerine muhalefet ediyormuşsun, dedi.” Ebû Hanife:“Allah Korusun! Nasıl olur. Oturun, Ceddiniz Resulullâh’a ve size büyük hürmetim vardır, dedi. Kendisi iki dizi üzerine gelerek aralarında şöyle konuşma geçti. Ebû Hanife: “Kadın mı zayıftır erkek mi?” “Kadın zayıftır.” “Kadının hissesi mirasta yarım, erkeğin ki ise tam’dır. Eğer kıyas ile hareket etseydim, zayıfı korur. Onun mirastaki sehmini artırırdım.” “ Namaz mı efdaldir, yoksa oruç mu?” “ Namaz efdaldir.” “Eğer kıyas ile konuşmuş olsaydım, bu efdalliğe binâen kadının hayızlı zamanlarında kılamadıkları namazların eda edilmesini isterdim.” “ İnsan bevlimi pistir, yoksa menisi mi?” “Bevil daha pistir.” “Eğer kıyasla hareket etmiş olsaydım, her bevledenin gusül yapması gerektiğine hüküm verirdim. Hadis’in dışında hüküm vermekten Allah korusun. Ben Resulullâh’ın kavillerinin dışına çıkamam.” Bunun üzerine İmam Muhammed (el-Bakır) ayağa kalkarak, Ebû Hanîfeyi alnından öptü.[16]
İmamı Âzam’ın, İslam’ın temel idrak ve ibadetini zulme ve zalime karşı çıkış olarak anlamasının arka planında da Hz. Ali ve torunlarını görmekteyiz. O halde, İmamı Âzam’ın, İslam açısından varoluş mücadelesinin iki ana başlığı olacaktır: 1. Emevî’nin açtığı yozlaşmayla savaş, 2. Emevî’nin yürüttüğü zulümle savaş. Büyük İmam bu iki savaşın birincisini ilim ve fikirle, ikincisini ise siyaset ve isyanla gerçekleştirdi. Ne yazık ki, teşkilatçı bir deha değil, yaratıcı bir deha olduğu için, ilim ve fikir mücadelesinde başarılı olurken siyaset mücadelesinde başarılı olamadı. Ve mücadelesinin faturasını hayatıyla ödedi.[17]
Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevîlerin, bir bölümü Abbasîlerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyasal iktidara karşıydı. Onun siyasetini Ehl-i Beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i Beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbasîler iktidara geldiklerinde Ehl-i Beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra Ehl-i Beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde fırsat buldukça iktidarı tenkit etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflanna çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramış, hapsedilmiştir.
İmam, takvası, feraseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbasî yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadı. Ticaretten kazandığı helâl rızkla ilmini destekledi. Hatta o, Zeyd b. Ali’nin İmamlığına zımnen biat etmişti. Hz. Ali’nin torunları, kendisi gibi birer birer isyan edip şehit edilirken İmam Zeyd için Ebû Hanife şöyle diyordu: “Zeyd’in -Hişâm b. Abdülmelik’e isyanı- Rasülullah’ın Bedir günündeki başkaldırısına benziyor.” Ebû Hanife’nin Ehl-i Beyt İmamları ile olan birlikteliği, Emevî ve Abbasî yönetimlerine karşı tavrı dikkat çekici bir tavırdır. H.145 yılında Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye (v. 145/763) ile kardeşi İbrahim’in Abbasîlere isyan etmeleri ve şehit olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik (v. 179/795) Medine’de açıkça iktidarı telin etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir.[18] İmam Zeyd’e Abbasîlere karşı direnişinde lojistik destek olması amacıyla gizlice 4000 dirhem gönderdiği kaynaklarda yer alır.[19] Abbasi döneminde Mansur, kadılığı kabul etmesi konusunda ısrar etti. Ebu Hanife, El-Nefs el-Zekiyye’nin, kardeşi İbrahim’le birlikte Mansur’a karşı başlattığı ayaklanmaya açıkça iştirak etmişti.[20] Ebû Hanife alenen halkı Ehl-i Beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivayet edilir.[21]
Onun ölümü bile Sosyo-Politik Mesaj Yüklüdür
Ebû Hanife’nin ölüm tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya öldürüldüğü hususunda bir ittifak yoktur. Ölüm tarihinin H.150/olduğunda kaynaklar müttefiktir. Ebû Hanife’nin, Sultan Ebû Cafer el-Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince her gün on sopa olmak üzere uzun süre kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü konusu ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. Ebû Hanife’nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır.Hatib el-Bağdadi (v.463/1071): “Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür” demektedir. Bağdadi’den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebû’l-‘Arab Muhammed b. Ahmed b. Temim et-Temimî (v.333/945), Kitabu’l-Mihen adlı eserinde, Ebû Hanife’nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: “Bana bildirildiğine göre, Ebû Hanife, Ebû Cafer el-Mansur’un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebû Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebû Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebû Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur’un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebû Hanife: “Senin gönderdiğin yere” cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü.”[22]
[1] Prof. Muhammed Ebû Zehra, Ebu Hanîfe, (Tercüme: Osman Keskioğlu), Üç Dal Neşriyat, Beşinci Baskı, İstanbul, 1959, s. 44.
[2] Prof. Muhammed Ebû Zehra, a. g. e., s. 124-126.
[3] Yaşar Nuri Öztürk, Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Âzam Ebu Hanife, Yeni Boyut Yayınları, 22. Baskı, İstanbul, 2014., s. 275.
[4] İbn Haceri’l Heysemî, Menâkıb-ı İmâm Azam (Çeviren: Ahmet Karadut), Akçağ Yayınları,1978, Ankara., s.54.
[5] Dr. Said Nuri Akgündüz, Osmanlı’da Ebû Hanîfe Algısına Bir Örnek Olarak Taşköprîzade’nin Mevzûâtu’l-Ulûm’u, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, İmâm-I Azam Ebû Hanîfe Özel Sayısı Nisan 2012., s. 24-25.
[6] İbn Haceri’l Heysemî, Menâkıb-ı İmâm Azam (Çeviren: Ahmet Karadut), Akçağ Yayınları,1978, Ankara., s.26.
[7] Hatib-i Bağdadi, Ebû Bekr Ahmed b. Ali, vefAtı H. 463/ 1071. Büyük âlim ve Muhaddislerdendir. Mu’cemu’l-Buldan Hatib-i Bağdâdi’nin eserlerinden elli altı tanesinden bahsetmektedir. Burada adı geçen Bağdat Tarihinden başka, Şerefu Ashabi’I-Hadis, ol-Câmi’li âdâbi’r-Râvi ve’s-Sami, el-Kifâye fi Ma’rifeti usûli’r-Rivâye eserleri arasındadır. Tarih i Bağdat, c. XIII, s. 324-325, Nakleden: İbn Haceri’l Heysemî(Çeviren: Ahmet Karadut), a. g. e., s.54.
[8] Kabil: Bugün Afganistan’ın başşehri olan Kabil değildir. Burada bahsi geçen Kabil, şu anda harabe halindedir. Bkz. el-İmâmu’I-Azam Ebû Hanife el-Mütekellim, (Mısır, 1971) s. 14-15. Nakleden: İbn Haceri’l Heysemî(Çeviren: Ahmet Karadut), a. g. e., s.54.
[9] Birinci Türk Tarih Kongresi, S. 296-297, Nakleden: İbn Haceri’l Heysemî(Çeviren: Ahmet Karadut), a. g. e., s.55.
[10] Merzüban ya da Merzban sınır Beylerbeyi demektir. Nakleden: İbn Haceri’l Heysemî(Çeviren: Ahmet Karadut), a. g. e., s.55.
[11] İbn Haceri’l Heysemî, a. g. e., s.55.
[12] Bir çok kaynak İmam-ı Azam ile Cafer-i Sadık’ın aynı yaşta veya yakın yaşlarda olduğunu nakleder.
[13] Dr. Said Nuri Akgündüz, a. g. m., s.26.
[14] İbn Hacer El-Heytem, Fıkhın Sultanı İmam-ı Azam Ebu Hanife, (Tercüme: manastırlı İsmail Hakkı),(Hazırlayanlar: Sıtkı Çoban-Fatih Başpınar) Semerkand Yayınları, 2014, İstanbul., s.149.
[15] Ali Pekcan, İmam A‘zam Ebû Hanîfe’nin Kişisel ve Toplumsal Yaşamına Bir Bakış İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Nisan 2012, Sayı: 19, s.42.
[16] İbn Haceri’l Heysemî, a. g. e., s.27.
[17] Yaşar Nuri Öztürk, a. g. e.,s. 278.
[18] Dr. Ali Pekcan, Fıkhın Bedene Bürünüşü İmam-ı Azam Ebu Hanife, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2010.,s.77.
[19] Ali Pekcan, a. g. m., s.42.
[20] M.M.Şerif (Editör), İslam düşüncesi Tarihi, Ebu Hanife, İnsan Yayınları, s.314-315
[21] Dr. Ali Pekcan, a. g.e., s.,77.
[22] Dr. Ali Pekcan, a. g.e., s.,76.