Bir Zihin Yapısının Tahlili / Prof. Dr. Erol GÜNGÖR
Bir Zihin Yapısının Tahlili
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR
İnkılâpçı aydınların kalkınma ve gelişme meselelerinde takındıkları tavır tam manâsıyla entellektüalist denilebilecek bir tavırdır, ve sosyalpsikolojik bir problem olarak incelenmeye değer. İnkılâpçılar sosyal ve iktisadî hayatın «kitaba (uygun» tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanmışlar, bütün icraatlarını masa başında düşünerek planlamışlardır. İnkılâpçının dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden çatışmadan doğmaktadır. İnkılâpçı sosyal olayı bir zihin olayı olarak alır ve, bu yüzden, zihinde geçenlerle cemiyette meydana gelen olaylar arasında bir intibak bulunması gerektiğini zanneden adamdır. Russell «Batıda teori tatbikatı takip eder, doğuda ise bütün tatbikatın, teoriden çıkarılmasına çalışılır,» diyor. Bu düşünce Doğulu ülkelerin Batılılaşma hareketleri için çok geçerli görünüyor. Bu karakter sadece Türkiye’de değil, başka ülkelerin inkılâpçılarında da —derece farkları olmakla birlikte— görülebilir. Bu özelliği ile inkılâpçı, egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir örneğini vermektedir. Bilindiği gibi, egosantrik düşünce esas itibariyle çocukluk çağına mahsustur ve daha çok zihinde geçen şeylerle realitede olanlar arasındaki farkı ayırdedememe şeklindedir.
İnkılâpçı bir şeyin doğrusunu nasıl düşünüyorsa ayni şeyin başkaları için de doğru olduğunu düşünür, sonra bu «doğru» bildiği şeyleri ardı ardına emirnameler halinde yayınlar; kendi kudreti yetmiyorsa ayni şeyi bir başkasının- yapmasını bekler. Bu emirnameler realite ile uyuşmadığı zaman —pekçok örnekleri görüldüğü gibi— bazan bir millet için felâketli neticeler doğurur ve şiddetli direnmelerle karşılanır.(1) Fakat egosantrik düşünce tipi kendi kafası ile realite arasındaki uzlaşmazlığın kökünde objektif sebepler arayacak yerde ortada bir «fesad»ın döndüğünü, veya başkalarının kafalarının arızî sebeplerle yanlış işlediğini zanneder. Herkesi cahillikle veya fesat karıştırmakla suçlar. Onun için dünya düzeltilmesi gereken kafalarla bertaraf edilmesi gereken fesatçılardan ibarettir; fesadı ortadan kaldırır ve insanlara «doğru yol» istikametinde yeteri kadar baskı yaparsa işlerin düzelmemesi için sebep kalmaz.
Bu zihniyetin kaçınılmaz kaderi, istediklerini yaptıracak kadar zora başvuramadığı takdirde, yaptığı herşeyden kısa zaman sonra vazgeçmesidir.
Birbiri ardınca plânlar yapar; bunların hiçbiri de tutmayacağı için, aynı konuda devamlı ve çok defa birbirine zıt uygulamalar yapmak zorunda kalır. Amerikan usulü tutmazsa Fransız metodu getirir, o tutmazsa Sovyet usulünü dener. Merkantilizmden liberalizme, devletçiliğe, ve kolektivizme kadar yenilik saydığı herşeye büyük bir aşkla sarılır. Kendi içinde mantıklı olduğu takdirde herşey onun hayranlığını çekebilir. Halbuki tam bir mantıkî tutarlılık içinde baştanbaşa saçma sistemler kurmak mümkündür (2).
Bazan orijinal, yani başka bir ülkeden alınmamış çözümler getirdiği de olur, fakat bu orijinal çözümler dışarıdan aldıklarından daha başarılı değildir. Egosantrizminden dolayı, başkalarının niçin şimdiye kadar böyle basit ve kolay bir çözümü denemediğini düşünemez. Öyle bir fikir, son derecede basit olduğu için, pekâlâ başkalarının aklına da gelebilirdi; ama herkes entellektüaüst olmadığı için, akla uygun görünmekle birlikte tatbikatta hiçbir işe yaramayacak çözümlerle uğraşmaz. Bu yüzden egosantrik kafa bunları ilk defa kendisi tarafından keşfedilmiş zanneder.
Entelektüalistin vazgeçilmiş bir başka özelliği de lâfçılık (verbalisme) dır. Lâfçılık çok defa politikacılara mahsus bir ahlâk zaafı zannedilir; onların halkı parlak sözlerle, plânlarla avutmaya çalıştıkları, ve dolayısiyle bolca lâf kullandıkları düşünülür. Politikacının lâfçılığı böyle bir siyasî taktik vasıtası olarak kullanması pek mümkündür, ama politikacı olmayan çok kimse de böyle hareket etmekten kurtulamaz. Bunun sebebi entelektüalistin ahlâkında değil, zihnindedir. Onun dünyası bizim yaşadığımız gerçek dünya değil, kendi kafasında kurduğu dünyadır. Saatlarca konuşur, fakat bu konuşmanın sonunda dinleyenin aklında hiçbirşey kalmaz. Çünkü konuşulan şeylerin realitedeki müşahhas (konkre) münasebetlerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sözler entelektüalistin kullandığı kelimeler gerçek dünyanın objelerini ifade eden semboller değil, sadece kendi kafasında varlığı olan soyut, hayalî dünyanın unsurlarıdır. Bu unsurlar arasında istenilen münasebetin kurulmasına, hepsinin istenildiği gibi kullanılmasına hiçbir engel yoktur; yumak çözer veya bağlar gibi saatlerce bunlarla oynamak mümkündür.
Zihin hayâlleri arasındaki münasebetler, orada meydana gelen olaylar tamamen sembolik olduğu için, bunların sözden başka yolla ifadesi zaten mümkün değildir. Bîr iş yapan insan onu sözle ifade etmese bile yaptığı iş ortadadır, herkesçe görülebilir. Fakat egosantrik dünyanın yapıları sadece sözle anlatılabilir. Ne kadar söz ustası olursanız kendinizi o kadar iyi ifade edebilirsiniz.
Entelektüalistin bazı özellikleri onun çalışma sahasının kaçınılmaz neticeleri olarak ortaya çıkıyor. Bu insanlar «entelektüel» dediğimiz zümreye, yani zihin hayatı sahasında çalışanlar grubuna dahildirler. Bu bakımdan genellikle realiteden kopuk olurlar ve günlük hayatla ilgili işlerinde gayet beceriksiz görünürler. Bir entellektüelin basit bakkal hesabını çoğu zaman şaşırması, ticaret meselelerinde çok defa aldanmaya yatkın bulunması, pratik meselelerde kafasının pek çalışmayışı yadırganmamalıdır. Nitekim entelektüelin derbederliği öbür tabakalar tarafından normal karşılanagelmiştir.
Pratik işleri meslek edinmiş kimselerin entelektüel konularda acemiliği de ayni şekilde normal karşılanır. Fakat entelektüelin maddî veya iktisadî değer üretimindeki bilgisizliği ve beceriksizliğine karşılık birtakım zihnî değerler yarattığı görülür. Bu değerler entelektüelin dışındaki zümreler tarafından yaratılamayacak cinsten şeylerdir, ama onların hayatında çok defa önemli neticelere yol açar. Genel hayatın ilkel İhtiyaçlar seviyesinde kalmaması, bir taraftan da entelektüel tabakanın zihin saçmalıkları içinde şizofrenik bir dünyaya gömülmemesi ancak zihin değerlerini yaratanlarla cemiyetin geri kalan kısmı arasında sürekli bir alışverişle mümkündür.
Böyle bir alışveriş olmadığı takdirde, Avrupa’nın bir çağında görüldüğü gibi, entelektüeller bir meleğin kanadında kaç tüy bulunduğu meselesi üzerinde hararetli tartışmalara girişirlerken halkın en ilkel hayat şartları içinde yaşadığı cemiyet manzaralarıyla karşılaşırız. Avrupanın iskolastizm çağında bu türlü düşünce ve hayat örnekleri çok görüldüğü için, realiteden kopuk düşüncenin din sahasına ait bir özellik olduğu zannedilir.
Bu düşünce yapısını taşıyan pekçok kişi ortaçağ ilâhiyatçılarını alay konusunu yaparak teselli bulur. Aslında metafizik meseleleriyle uğraşanların zaman zaman böyle saçmalıklara düşmeleri affedilebilir bir kusurdur; asıl gülünç ve acı olan şey-realist ve pozitivist düşüncenin temsilcisi olduğunu iddia edenlerin gerçekdışı safsatalarla dünya hayatını nizâma koymaya kalkışmalarıdır.
Entelektüalistin bir başka çıkmazı, zihin esnekliğini ve dolayısiyle öğrenme kabiliyetini kaybetmesidir. Bazan her yaptığından kısa zamanda vazgeçmesine rağmen, her defasında bir başka yanlışa düşmesi, hatâlarını bularak onlardan birşey öğrenme kabiliyetini kaybetmesindendir. Ona bu rahatlığı veren şey realite ile kendi zihni arasındaki uygunluk değil, fakat zihninin başarısızlıkları da irreel (gerçek-dışı) plânda yorumlamasına yol açan bir düşünce alışkanlığına sahip bulunmasıdır. Dışarıya açılmaktan ziyade kendi üzerine kıvrılmış olan bir düşünce, başarısızlıkları da entelektüel bir olay olarak yorumlar ve onlara yine entelektüel mahiyette açıklamalar, hâl çareleri bulur; Objektif şartlardaki değişmeleri hesaba katacak yerde, kendisiyle başkaları arasındaki uyuşmazlığın zihniyet farkından ibaret bulunduğunu zanneder. Kendisini beğenmeyenler, zihinleri onun zihni gibi çalışmayan kimselerdir. Böylece, yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi, entelektüalistin rakipleri sadece iki zümreden ibaret kalır: Cahiller ve hâinler.
Böyle düşünen bir kimsenin siyasî mücadeleleri sadece şahsî mücadele olarak görmesi pek tabiidir. Hayatın gerçek problemlerini bir tarafa bırakarak —zaten onları göremez-— insanlarla uğraşmayı iş edinir. Tabiat karşısında normal olarak teşekkül eden soğukkanlı ve düşünceli tavrın yerini insanlar karşısındaki kaprisli ve öfkeli tavrın alması yine bu zihniyetin kaçınılmaz neticelerindendir. Bütün mesele insanların kaprisinden ibaretse, onlara karşı kaprisli davranmamaya imkân yoktur. Halktan insanlar çok defa okumuşlar arasındaki geçimsizliklere bakarak, hayret içinde kalmaktadırlar, çünkü onlar böyle davranışları ancak cahillere yakıştırırlar.
Bu şiddetli çatışmalar her zaman menfaat ayrılığından değil, tarafların bu anlaşmazlıkları sadece şahsî bir mesele halinde görmelerinden doğmaktadır.
Entelektüalistin düşünce ve davranış sistemi onun ahlâkî şahsiyetine de elbette yansıyacaktır. Dışarıdan ona bakanlar kendisini utanma duygusundan mahrum gibi görebilirler: Devamlı hatâ işleyen, hiçbir iş başaramayan, bu başarısızlığına rağmen kendini bir türlü düzeltmeyen, üstelik bir de yaptığı beceriksizlikler büyük felâketlere yol açınca hiçbir şey olmamış gibi pişkin davranan bir insan eğer geri zekâlı değilse mutlaka ahlâkî karakteri çok zayıf biri demektir. Şüphesiz, entelektüalist tavrın zekâ azlığı ve karakter bozukluğu ile birlikte gittiği haller bulunabilir, ama normal zekâlı ve özü itibariyle dürüst birinin sırf zihnî tavrı yüzünden böyle bir çehre ile karşımıza çıkması bizi hiç şaşırtmamalıdır.
———————
(1) Sovyetler Birliğinde kollektifleştirmenin ne kadar büyük can ve mal kaybına sebeb olduğu hatırlardadır.
(2) Ruhlar ve cinlerle uğraşanların sistemleri bu türdendir.
***
*Yazarın yakında Töre Devlet Yayınları arasında çıkacak olan «Modernleşme ve Millî Kültür» adlı eserinden.
Kaynak: ulkunet.com
TÖRE; s.108, Mayıs 1980, s.2-7.