# Etiket
##GENEL #Erol GÜNGÖR #Tarih

Erol GÜNGÖR: DİN MESELESİ -II-

Doç. Dr. EROL GÜNGÖR

DİN MESELESİ
___________________________________________________________________

Sosyolog Erol Güngör, dinin zaman içinde gittikçe zayıflıyarak silineceği iddiasının ilmî mesnedden mahrum olduğunu gösteriyor. Dinler ancak başka dinler tarafından yok edilebiliyor. Dini silmek iddiasıyla ortaya Çıkan ideolojiler cemiyette gerçek din kadar güçlü olamamışlarsa da, birçok vasıflarıyla birer din hüviyetindedirler. Bütün gerçekler, insanlık tarihiyle yaşıt olan dinin yine insanlık kadar uzun ömürlü olacağına işaret etmektedir.

___________________________________________________________________

İngiliz filozofu B. Russel bir tarihte tevkif edilerek hapishaneye gönderilir. Hatıralarında anlattığına göre, başgardiyan yeni gelen bu mahkûmun hüviyetini tesbit ettikten sonra «hangi dindensin» diye sorar. Filozof, «ben agnostikim» deyince gardiyan şu karşılığı verir: «Pekâlâ, nasıl olsa bütün dinler aynı kapıya çıkar».

İnsanlık tarihi içinde dioin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını, hattâ nasıl geliştiğini bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki, insan kültürünün en eski örnekleri dinin cemiyet kadar eski olduğunu gösteriyor. Yakın zamanlara kadar dinr lerin de medeniyetle veya cemiyetin sosyal organizasyonuyla birlikte gelişip değiştiği kabul edilirdi. Hiç şüphesiz, bir sosyal müessese olan din, cemiyetin bütününe uygun bir bünyeye sahip olmaktadır, fakat bu münasebetin sanıldığı kadar kesin veya tek taraflı olmadığı anlaşılmıştır. Sosyal organizasyon bakımından daha ileri sandığımız bir cemiyette çok tanrılı bir din hüküm sürerken daha iptidaî bir cemiyette tek tanrı inancı görülebilmektedir. Ahiret inancı için de aym şey söylenebilir.

Dinin geçmişi insanlık tarihi kadar eski olduğuna göre, geleceği de yine insanlık kadar uzun ömürlü olacağa benziyor. İnsanların, gelecekte dinî inançlarını terketmeleri için görünürde hiçbir sebep mevcut değildir. Aksine, yeryüzünde insan cemiyeti bulundukça dinin de bulunacağı anlaşılı-yor. Artık sosyoloğu ilgilendiren mesele dinin kalıp kalmayacağı değil, dinin umumî hayat üzerindeki tesirlerinin hangi hal ve şartlarda azalacağı veya çoğalacağıdır. Zaman geçtikçe bu tesirlerin çok azalacağını da şimdiden, söyleyemeyiz. İnsanların daha sonraki tarihlerde dine daha uzak kalmaları kadar daha dindar olmaları da mümkündür.

Dinlerin bazan hürriyet ve kardeşlik duygularını geliştiren barışçı bir atmosfer yarattığı, bazan da zulüm ve dehşet vasıtası olarak kullanıldığı görülmüştür. Putperest Roma ilk hris- tiyanlara karşı çok zalim davranıyordu. Roma yıkılınca bu zulüm sona erdi; fakat bir zaman sonra hristiyanlar dünyevî kudreti ele geçirerek çok sıkı, müsamahasız bir rejim tatbik etmeye başladılar. Protestanlar Katolik Kilisesi ’ne karşı çıkınca tıpkı ilk hristiyanlar gibi her türlü zulüm ve işkenceyi gördüler. Bu şiddet karşısında hürriyet ve adalet isteyen Protestanların sonradan aynı idealleri devam ettirdiği söy-lenemez. İki dünya harbi arasındaki Avrupa buhranı hristiyanlığın karşısı na yeni birer din olarak nazizmi ve komünizmi çıkardı. Son yıllarda ise Kuzey Avrupa memleketlerinde ve Amerika’da revaç bulan hipilik, hristi- yanlığın artık tatmin edemediği söylenen genç insanlar için yeni bir kıymet sistemi olmak iddiasıyla ortaya çıkmış, harbi protesto etmeyen kiliseye karşı barış ve kardeşliği temsil etmek istemişti.

Bu hadiseleri burada saymamızın sebebi, hoşnutsuzluk yaratması halinde bir dinin ortadan kalkmadığını, ancak yerini bir başka dine terkettiğini veya karşısına rakip dinlerin çıktığını göstermektedir. İnsanın bütün kâinata nisbetle karınca kadar bir plânet üzerinde mikroskobik bir varlık olduğunu söyleyenler, yahut ölümle birlikte her- şeyin sona erdiğini iddia edenler pek taraftar bulamıyorlar; çünkü insanlar ancak bu kâinat veya dünya içinde manâlı bir yer işgal ettiklerine ina-nınca tatmin oluyorlar. Bir dinin cenneti ancak başka bir dinin cenneti ile yer değiştiriyor, sınıfsız bir cemiyet hayali bile kuvvetini buradan alıyor Kendi mahiyetimiz ve mevcudiyetimiz hakkında vazıh bir kanaata sahip olmak ve ebedî saadete kavuşmak arzusu insanlarda o kadar derin ve yaygındır ki, bu yüzden bazı kimseler dinin bu arzu ve ihtiyaçtan doğduğunu, tıpkı toprağı ekmek veya su deposu yapmak gibi «icad edildiği»ni söylemişlerdir. Tanrı, ebedî hayat, insanın bütün yaratılmışlara üstün olması gibi inançlar isbatı yahut çürütülmesi imkânsız şeylerdir. Materyalist bir devrimciyi ve ateisti hayrete düşüren nokta da budur. İnsanlar niçin elle tutulup gözle görülmeyen şeylere inanıyorlar, hatta bu uğurda kan ve can veriyorlar?

Dinin sosyal bakımdan en önemli fonksiyonu ve belki devamlı varlığının en büyük sebebi, matertyalist devrimcinin a>kıl erdiremediği bu noktada bulunmaktadır. İnsanları birarada tutan şey, bazı manevî normlara, yani ahlâk standartlarına ortak olarak inanmalarıdır. Bu manevî inançlar olmadan cemiyet hayatı olmaz. Halbuki ahlâk normları elle tutulup gözle görülmeyen, sadece inanılan şeylerdir. Meselâ tabiatta eşitlik yoktur, eşitlik insanlara ait bir idealdir, bir sosyal ahlâk ölçüsüdür. İşte bütün bu ahlâk ölçülerinin, kaidelerinin en büyük kaynağı dindir. Cemiyette böyle bir nizam olmasaydı o zaman devrimcilerin en vüksek ‘kanun dedikleri «doğa kanunu» hüküm sürerdi, yani kuvvetli olan zayıfı ezip giderdi. Bu hakikat gözönünde tutulunca diktatörlerin dinden ve din-darlardan niçin hoşlanmadıkları daha iyi anlaşılır. Dine inananlar kendilerinin üstünde Tanrı’dan başka kuvvet görmezler; kendini Tanrılaştırmaya kalkanların karşısına ilk çıkacak olan dindir. Nitekim Nazi Almanya’sında üniversite ve basın ağzını açmadığı halde, hak ve hürriyetlerin müdafaasını tek başına kilise yapmıştı. Toplama kamplarında üniversite profesörü veya gazeteciye rastlanmıyordu ama katolik ve protestan din adamları pek çoktu. Sovyetler Birliği’nde halâ dinle mücadele görevi yapmak üzere kurulmuş ateizm cemiyetleri vardır. Bu cemiyet mensupları memleketin her tarafında dinî mahiyette herhangi bir fikir veya hareket (meselâ müslümanların sünnet olması) tesbit ettikleri taktirde derhal hükümete bildirir ve tedbir aldırırlar.

Dinin yerini tutmak üzere şimdiye kadar teklif edilen sistemlerden en kuvvetlisi ve belki de dinin eskiye nisbetle zayıf duruma düşmesinin başlıca sebebi ilim olmuştur. İlim, herşey- den önce dinlerin birçok sahalarda bilgi olarak ileri sürdükleri iddiaların (dünyanın ve canlıların yaradılışı ılh.) hakikate uymadığını göstermiştir. Belki de ilmin bu meydan okuyuşu yüzün- dendir ki artık kutsal kitaplardaki birçok konular tamamen sembolik manâda yorumlanıyor. Dünyada birçok dinler vardır ve bunların, çoğu aynı konularda zıt şeyler söylemektedir; bütün bunların aynı zamanda doğru olmasına imkân yoktur. Fakat dünyada herkes modem üniversitelerde okutulsa, hattâ bunlara devamlı din düşmanlığı aşı- lansa yine de dinden vazgeçileceğini söyleyemeyiz. Tarihte birçok cemiyetlerin ilimsiz yaşadıkları görülmüştür, ama hiçbirinin dinsiz yaşadığı görülmemiştir.

Sovyetler Birliği’nde cemiyetin bütününden tecrid edilerek dinsiz yetiştirilen bir cemaat eski dinini unutmuş, fakat bu defa putlara tapmaya başlamıştır. Son on yıl içinde batı memleketlerinde görülen bazı cereyanlar da insanların tahsil gördükçe dinden uzaklaştığını değil, fakat mevcut bir dinden tatmin olmayarak başka birini aradıklarını gösteriyor. Bilindiği gibi, bugün hippilik dediğimiz hareket başlangıçta cemiyetin materyalist değerlerine ve bu değerlerle artık uzlaşmış bulunan hıristiyanlık kilisesine karşı ciddî bir protesto hareketi olarak ortaya çıkmıştı. Bu hareketi başlatanların hemen hepsi de Amerika’nın tanınmış üniversitelerinde talebe veya hoca olan kimselerdi. Bunlar bir taraftan ilk hıristiyanların hayatlarına yakın ilgi duyarken bir taraftan da doğudaki dinleri tetkik ediyorlar, onlar da kendilerini tatmin edecek birşeyler bulmaya çalışıyorlardı. Bunlardan bir gurup, Kaliforniya’da yeni bir din ve mabet kurdular. Bu din Hristiyanlık, Budizm, Konfüçyanizm ve Müslümanlığa ait birtakım unsurları birleştiriyordu. Şimdi bu mabedin faaliyete devam edip etmediğini bilmiyoruz, devam etse bile pek gelişmiş olacağı düşünülemez. Ama şurası muhakkak ki, insanlar dünyanın değişen kıymetlerine karşı değişmeyen esaslar arıyorlar, bir bitki gibi doğum ile ölüm arasında sıkışıp kalmaktan kurtularak ebedî olmak istiyorlar. Tabiatın kör kuvvetlerine karşı hak ve adalet getiren bir nizam istiyorlar. Bunlar ise dinden başka bir yerde bulunamıyor.

Bazı kimseler ilmin ilerlemesiyle birlikte dinin eski kudretinden bir azalma olduğunu görünce bu hareketin devam edeceğini ve bir gün ilmin açıklayamayacağı hiçbir konu kalınamayacağını sanıyorlar. Onlara göre dinin şimdiki kuvveti ilmin yeteri kadar ilerlemeyişi yüzündendir; ilim henüz bazı konuları aydınlatmış değildir, bu yüzden din o konularda söz sahibi oluyor. Dikkat ederseniz, bu iddialar hep ilmin içinde değil, dışında, adeta bir seyirci durumunda olan kimselerden geliyor. Hiçbir ilim adamı birgün dine ait bütün konuların ilim tarafından izah edileceğini söylemiyor. İlim duyu organlarımızda kavrayabileceğimiz bilgilerin, din ise sezgi veya vahiy yoluyla edinilen bilgilerin kaynağıdır. Şu halde ilim dine ait bilgileri kendisine konu edinirse ilim olmaktan çıkar. Aynı şeyi din için de söyleyebiliriz. Bir dinin yerine başka bir sistem getirmek isteyenlerin yine bir din getirmelerinin asıl sebebi işte budur. Felsefî düşünceleri yüzünden hıristiyanlar tarafından hep hor görülmüş, nihayet bir kitap yazarak niçin hıristiyan olmadığını anlatmış bulunan Bertrand Russell şöyle diyor: «Tanrı, ölümsüzlük, ve hür irade doktrinlerini ilimle isbat etmek de, çürütmek de imkansızdır.»

Dinlerin zamanla ortadan kalkacağına dair inancın bir dayanağı da sosyolojik tarih doktrinleridir. Bu doktrinler tarihin belli bir çizgi (veya devreler) takip ettiğini, insanlığın bundan sonraki hayatının, şimdiden pekala kestirilebileceğini söylerler. Bu doğmatik tarih anlayışının sadece bazı tarihçi mütefekkirler veya doktrinci sosyologlar değil, umumiyetle münevverler arasında da derin tesisleri olmuş bulunuyor. Bilhassa 19. ncu yüzyıl sonunda ilim ve teknolojinin süratle inkişafı karşısında insanlığın devamlı bir «terakki» hali yaşadığım sananlar, Avrupa medeniyetinin belirli bir dönem içindeki manzarasını üniversel bir hadise olarak görmüşlerdir. Onlara göre din devri (Comte’un teolojik ve metafizik devirleri) geçmiş, sıra pozitif ilme gelmiştir. Artık insanlar bütün hayatlarını ilme göre düzenleyeceklerdir. Bu gidişle geriye dönüş bahis konusu olmayacağı için artık eskiden olduğu gibi dine kıymet verilmesi de imkansızdır. Din yeni hayatla uzlaştığı ölçüde devam edecek, fakat sonunda mutlaka silinecektir. İşte ilericilik denen tutumun dayandığı görüş budur.

Yukarıda özetlediğimiz fikirlerin hepsi de yanlıştır. Herşeyden önce, insanlık tarihinin cereyanı hakkında kanunlar bulmaya çalışmak ve bunlara dayanarak geleceğe ait kehanetlerde bulunmak ilimle bağdaşacak bir iş değildir. İnsanlık tarihi, tıpkı canlıların tekâmülü gibi, başlangıçdan bugüne devamlı bir hadise olarak alınırsa, başka bir yer ve zamanda eşine rastlanmayan (unigue) bir hadisedir. Halbuki böyle tek örnekli hadiselerden hiçbir kanun ve dolayısiyle hiçbir tahmin çıkarılamaz. İkincisi, medeniyet dediğimiz şey belli bir mekânda zamanla görülen bir sürekli değişme manasına gelmez. Medeniyet tabiri, çeşitli zaman ve mekânlardan toplanmış ve bizzat araştırıcı tarafından sıraya konmuş farklılaşmalara verilen isimdir. Aksi halde eski Mısır ve Yunan medeniyetleri ile sonraki Mısır ve Yunan cemiyetlerinin durumunu nasıl izah edebiliriz?

Tarihin akış yönü, terakki, dünyanın gidişi gibi tabirlerin hiçbir ilmî  muhtevası yoktur. Mesela ilerlemenin (terakki) manası maddî konforu, ahlâki münasebetlerde herkes için tatminkâr bir gelişmeyi, yahut her ikisini birden ihtiva edebilir. İlerlemenin kıymet hükmü oluşu bir yana, bu saydığımız muhtevalar bakımından zamanın veya ilmin ilerlemesiyle herhangi bir ilerleme olduğunu söylemek pek güçtür. Dünya bugün eskisinden çok büyük felaketlerin tehdidi altındadır, teknolojinin en ileri olduğu yerlerde sadece manevî huzur değil, maddi rahatlık (çevre kirlenmesi, sıhhate elverişsiz meskenler, gürültü ilh. yüzünden) da kaybolmuştur. Eğer ilericilerin yaptığı gibi ilim ile din arasında saçma bir mukayeseye kalksaydık netice hiç de

onların lehinde çıkmazdı. Fakat böyle bir mukayese manâsızdır. İlmin bütün hayatı tehdid eden tehlikeler doğurmuş olması, huzur ve sükûnu ortadan kaldırması, onun mutlaka kötü olduğunu göstermez. İlme borçlu olduğumuz şeyler de sayılamayacak kadar çoktur. Ayni şekilde, dinlerin insanlar arasında ayrılık ve çatışma konusu oluşu da onların zararlı olduklarım göstermez, çünkü çatışma kadar barış ve huzuru da dinlere borçluyuz.

İçi boş kavramlar uydurarak bunlara göre ilmi veya dini mahkum etmek ancak pek sathî düşünceli insanların işi olabilir. Dinin cemiyete uyduğu derecede yaşayacağı iddiasına gelince, bu söz de bize muhtevasız görünüyor. Cemiyet dediğimiz şey nedir ki din, ona uyacaktır? Din dünyadan Merih seyyaresine giden bir insan veya oradan bize gelen bir feza yaratığı mıdır? Cemiyet dinden, milliyetten, maddî kültürden, kısacası sosyal kıymetlerden ve bunlara ait müessese- lerden ayrı bir varlık mıdır? Bu yüzden yukarıdaki iddia, «cemiyet dine uyduğu derecede yaşar» demek kadar manasız olmaktadır. Cemiyet, birbiriyle karşılıklı bağlantı ve intibak halinde bulunan sistemlerin meydana getirdiği bütüne verdiğimiz umumî bir isimdir. Mamafih, yukarıdaki iddianın sahipleri şunu düşünmüş olabilirler: Yaşadığımız hayat birçok değişmelere uğruyor, halbuki din kaideleri değişmez olarak kabul edilen veya pek az değişen şeylerdir. Bu durumda insanlar ya dini maddî hayatın akışına uyduracaklar, yahut dini bırakacaklardır. Neden? Çünkü başka şekilde hayatın devamına imkân yoktur.

Bu son iddiada nebatî (bitkisel) bir hayat görüşü ağır basmakla beraber, yine de ciddiye alınacak bir taraf bulunuyor. Batı dünyasında insanlar geçen yüzyıldanberi elinin manevî değerlerini maddî değerlere feda eder görünüyorlar. Bazı memleketlerde -mesela Amerika’da- inanan insan sayısı ve kiliseye devam miktarında hiçbir azalma görülmemekle beraber”, dinin dünya görüşü üzerindeki tesiri hayli azalmıştır. Fakat bu vakıaya bakarak hemen bir gelişme kanunu çıkarmak abes olur. Batı memleketlerinde insanların daha dindar olmayacaklarını nasıl isbat edebiliriz? Kaldı ki böyle bir iddia, manevî değerlerin ancak maddî münasebetler çerçevesinde doğup geliştiğini söyleyen yanlış bir doktrine, yani Marksizm’e inanmak manasına gelir. Sosyal ilimlerin henüz gelişmemiş olduğu bir devirde de, buna benzer bir şekilde, kültür değişmelerinin hep teknolojik değerlerden manevî kıymetlere doğru bir istikamet takip ettiği sanılırdı. Halbuki mesela Habeşistan hıristiyan Avrupa ile ayni dinde olduğu halde teknolojik bakımdan iptidai bir seviyededir. Vaktiyle bazı Afrikalı kabileler müslümanlığı kabul ettikleri halde islâmın, o devirde en ileri olan teknolojik kıymetlerine tamamen yabancı kalmışlardı. Nitekim bugünkü Türk münevverleri arasında da Batının teknik kıymetlerini daha çok muhafazakârlar, hayat tarzını ise ilerici veya devrimciler benimsemiş bulunuyorlar.

Din ile umumî hayat arasında hiç ihtilaf olmaz mı? Elbette olur. Cemiyetin diğer sektörleri arasında zr-man zaman nasıl ihtilaflar çıkıyorsa, bunlardan biri olan din de diğer sektörlerle ihtilafa girebilir. Dinde de, diğer sosyal organizasyonlarda olduğu gibi, kendini yenileme ve geliştirme husu-siyeti vardır. Din bu uyuşmazlıklarda intibakı daima karşı taraftan beklemez, veya kendisi uymak zorunda kalabilir. Zaten sosyal ihtilaflarda çözüm genellikle uyuşma tarzında olmaktadır. Mesela Türkiye’de sınaî kalkınma arzusu çok yaygın ve kuvvetli olduğu halde cemiyetin siyasî organizasyonu (tek partili ve devletçi bir idare) buna müsait değildi. Neticede siyasi organizasyon değişmekle beraber eski siyasi ve idarî kadrolar da kendi sistemlerinin bir kısmını yeni kadrolara kabul ettirdiler. Bazan dinî bir kıymet dolayısiyle iktisadî organizasyonda ayarlama olabilir: iftar vakti paydos yapılması, hıristiyanların pazar günü çalışmamaları, dinî bayramların resmi tatil sayılması gibi. Bazan da dinin yeni durumlara intibak etmek üzere farklı bir yorum getirdiği haller oluyor. Askerin kış günü abdest alırken ayaklarını yıkayıp hasta olmasını önlemek üzere mest giyme usulünün (Şeyhülİslâm Ebussuud Efendi tarafından) konması buna örnektir. Son zamanlarda iktisadî kalkınmanın zarureti olarak görülen, banka kredisi ve faiz karşısında da eskiye nisbetle daha yumuşak bir tavır görülmektedir. Bu misalleri daha çoğaltabiliriz.

Yukarıdaki iddia ve ona bağlı olarak verdiğimiz örnekler bizi yeni ve Türkiye bakımından pek önemli bir meseleye götürüyor. Dinin umumî hayat içindeki yeri kimler tarafından ve nasıl tayin edilebilir? Bir kelime ile, laiklik denilen prensibin manası nedir ve bu prensip Türkiye’de nasıl işlemektedir? Gelecek makalemizde bu konuyu ele alacağız.

TÖRE, EKİM-KASIM 1973, 29-30:11-16

ÖNCESİ

DİN MESELESİ -I-
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-din-meselesi/

 

SONRASI

DİN MESELESİ -III-
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-din-meselesi-iii/

 

Leave a comment