Erol GÜNGÖR: Halkçılığın Sosyal Temelleri Üzerine
Halkçılığın Sosyal Temelleri Üzerine Düşünceler
Erol GÜNGÖR
Bütün milliyetçilik hareketlerinin ortak özelliklerinden biri ve belki en çok belirgin olanı halkçılıktır. Milliyetçiliğin dayandığı temel prensipler ve bu cereyanın tarih içinde geçirdiği macera gözönünde tutulursa, halkçılık ve milliyetçiliğin niçin birbirinden ayrılamayacağı açıkça görülür. Hakikatte, milliyetçiliğin asıl hedefi geniş kitlenin iradesine dayanan bağımsız bir siyasî idare (self-government) ve bu siyasî birlik içinde millî bir kültür meydana getirmek olmuştur. Tarihî gelişme vetiresi içinde millî kültürün teşekkülünden sonra millî devlete geçildiği haller de görülmekle beraber, siyasî birlik ve kültür birliği yoluyla modern bir cemiyet haline gelme çabası, bütün milliyetçi hareketlerin değişmez programı olmuştur. Dikkat edilirse, böyle bir programın siyasî rejimle ilgili tarafı kadar millî kültürle ilgili hedefleri de ona tamamen halka dayanan bir modernleşme cereyanı karakteri vermektedir. Milliyetçiliği bu yüzden halkçılıktan ayrı olarak düşünemiyoruz.
Bütün milliyetçilik hareketleri zorunlu olarak halkçı olmakla beraber, programında halkçılık bulunan bütün siyasî cereyanlar milliyetçi değildir. Nitekim son yıllarda Türkiye’de de görüldüğü gibi, marksist sosyalizm hareketi milliyetçiliği reddetmek mecburiyetinde olduğu halde sloganlarının büyük bir kısmını halkçılık teması etrafında tertiplemektedir. “Halkların uyanışı”, “halk savaşı”, “halk kurtuluş” ordusu gibi ifadelerde millî terimi yerine ısrarla “halk” kelimesinin kullanılışı, marksistlerin de halkı esas alan bir cereyanı temsil ettikleri kanaatini uyandırıyor. Türkiye’de Marksist-Leninist (Komünist) hareketin meşru bir siyasî organizasyonu bulunmadığı için, bu cereyana mensup kimselerin halkçılık anlayışını ancak duvarlara yazdıkları yazılardan ve gece karanlığında dağıttıkları beyannamelerden çıkarıyoruz. Sosyalist hareketin meşru görünen kanadına (Türkiye İşçi Partisi) ait siyasî programda da halkçı bir tutumun benimsendiğine ait iddialara rastlanmaktadır. Milliyetçilerin halkçılık fikirleri ise “Halk Fırkasının Umdeleri” halinde ortaya atılan ve daha sonra “Atatürk ilkeleri” adını alan altı prensipten biri olarak başlamak üzere, bugüne kadar birbirinden farklı anlamlarda çeşitli siyasî kuruluşların programlarına aksetmiş bulunmaktadır.
Türkiye’de politikanın değişmez bir unsuru haline gelen ve daima bir siyasî tutum meselesi olarak kalan halkçılığın hakikî bir sosyal değişme programı mı, yoksa bir siyasî taktik olarak mı, kullanıldığı hakkında şüpheye düşmek için pek çok sebep mevcuttur. Nitekim çok partili demokraside hiç değilse halkın menfaatlerini gözetmek gibi çok muğlak bir manâda da olsa, her partinin halkçı görünmek mecburiyeti bu şüpheyi kuvvetlendirmektedir. Bizim buradaki maksadımız siyasî partilerin tenkidini yapmak olmadığı için bu konudaki kararı okuyucuya bırakıyoruz. Mamafih, Türkiye’deki siyasî kuruluşların halkçılık konusundaki tavırlarını sağlam bir zemin üzerinde değerlendirebilmek için, bu konuyu sosyolojik bir tahlile tabi tutmakta fayda görüyoruz, işte bu makalede bir taraftan bazı terimleri vuzuha kavuşturmak, bir taraftan da Türkiye’nin sosyo-kültürel bünyesini halkçılık prensibi bakımından gözden geçirmek suretiyle okuyucuya sağlam bir dayanak noktası vermeye çalışacağız.
Her şeyden önce halk teriminin anlamı üzerinde durmak gerekiyor. Halkın bir insan topluluğu olduğunu herkes bilir; ama onu başka topluluklardan ayıran özellikler nelerdir? Halk iradesi, halkın selâmeti, halka göre ilh.. sözlerle konu edilen topluluk nedir?
Halk bir İktisadî sınıf değildir, yani marksistlerin “sınıf kavgası” dedikleri menfaat çatışmalarında kendi başına bir taraf teşkil etmez. Halk bir sosyolojik kategori değildir; sosyal tekâmülün aile, klan, aşiret ilh… şeklinde tesbit edilen safhalarından herhangi birine tekabül etmez. Halk bir sosyal tabaka da değildir; meselâ bir memleketin ailelerini bir takım standartlara göre -İktisadî, siyasî, kültürel vs.- ayırdedecek bir tabakalaşma meydana getirsek, bunların herhangi birinde halk diye bir gruba rastlayanlayız. Sosyal ilim mensupları “halk” terimini bir memleketin bütün insanlarını ifade edecek şekilde, “millî” terimiyle eşdeğerli olarak kullanırlar. Çok seyrek olarak, bir memleket nüfusunun siyasî hayattaki tesir gücüne -sosyo-politik kriter- göre sınıflamasını yaptığımız zaman halktan bahsediyoruz. Nitekim halk terimi modem milletlerin teşekkülünden önceki devirlerde idareci tabakanın dışındaki geniş kitleyi, yani idare edilenleri gösteriyordu. Osmanlı devrindeki reaya veya ahali (bazan her ikisi birden) bu anlamda halk demekti. Batı demokrasileri dışında kalan memleketlerde, bilhassa geri kalmış denilen ülkelerde politik bir kategori olarak halk hâlâ mevcuttur. Batıda modern demokrasi ile birlikte millet bünyesinin de teşekkülünden sonra idare edilenler manâsına halk terimi eski muhtevasını büyük ölçüde kaybetmişti; zira siyasî kuruluşların açık bir bünyeye kavuşmaları ve idarenin rey esasına dayandırılması sonunda, halk ve idareciler artık iki ayrı sosyal grup olmaktan çıkmıştır.
Türkiye’nin sosyal ve siyasî bünyesine bakacak olursak, halk dediğimiz kitlenin eski karakterini bir bakıma kaybettiğini, bir bakıma da hâlâ muhafaza ettiğini görüyoruz. Bizde çok partili demokratik hayata geçilinceye kadar idare edilen kitleye halk deniyordu. Bu kitle siyasî hayatta söz sahibi olduktan sonra da ayrı bir grup olarak kaldı, imparatorlukta Kapıkulu ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Halk Fırkasının karşısında ayrı bir grup teşkil eden halk, bugün de münevver tabakanın karşısında bu ayrılığını devam ettiriyor. Hakikatte idare edenlerin yerine münevver tabakanın geçmesi bir isim değişikliğinden ibarettir. Geniş kitlenin siyasî hayata katılmasından önceki devirlerde idareci ve münevver aynı insandı. Son kırk yıl içinde tahsilin yaygınlaşmasıyla birlikte cemiyet de daha karmaşık bir bünyeye kavuştuktan sonra, münevver tabaka idarecilik sıfatını devam ettirmekle beraber cemiyetin diğer katlarına da yayılmış bulunuyor. Politikanın münevver inhisarından kurtulmasından sonra, halk- münevver ayrılığı yine devam ettiğine göre, bu iki sosyal grubu birbirinden ayıran asıl özelliğin siyasî veya meslekî statüden ziyade bir kültür farkı olması gerekir. Nitekim bugün Türkiye’de halk ve münevver derken iki ayrı kıymet sistemini ve iki ayrı hayat tarzını temsil eden insanları kasdediyoruz. Bu iki sosyo-kültürel grup arasında ikinci dereceden bazı farklara da rastlayabiliriz, fakat asıl ayırıcı kriter temel kültür kıymetleri bakımından mevcut bulunan farktır. Şu halde halkçılık denince de bu iki gruptan birinin (münevver) diğeri (halk) ile olan münasebetlerine ait bir tavır ve davranış sistemi anlaşılmalıdır.
Kültür farkları hiç şüphesiz geniş manâda bir eğitim farkını gösterir. Eğitim farklarının kültür ayrılığına yol açması sadece Türkiye’ye mahsus olmadığı gibi, olağanüstü biri hâdise de değildir. Eğitimin gayesi insanlara muayyen kıymetleri ve bu kıymetlere bağlı bilgi ve tecrübeleri benimsetmek olduğuna göre, eğitim görenlerle görmeyenler veya, daha doğrusu, farklı eğitim görenler arasında elbette ayrılıklar olacaktır. Bu anlamda münevver dediğimiz tabaka ile geniş kitle arasındaki ayrılığa bütün cemiyetlerde rastlanır. Millî kültürdeki farklılaşmalar bakımından cemiyetleri birbirinden ayıran asıl hususiyet, münevver ve halk kültürleri arasındaki farkın bazı cemiyetlerde bir derece farkı, bazılarında ise mahiyet farkı haline gelmiş olmasıdır. Çok belirgin bir misâl verecek olursak, bir şoförün motor karşısındaki tavrı ile bir makine mühendisinin tavrı arasında derece farkı vardır; buna karşılık materyalist bir filozof ile mistik dervişin dünya görüşleri bir mahiyet farkını aksettirir. İşte bizim genellikle zihniyet farkı dediğimiz şey bu ikinci tip farktır. Halk ve münevver kültürlerinin mütecanis bir millî kültür bütünü içinde kaynaşması bu türlü farkların kaldırılması demek olduğuna göre, halkçı politikanın hedefi de bu olmak gerekir. Şimdi bu istikametteki bir programın başarı şansını doğru bir şekilde tesbit edebilmek için, önce iki kültür arasındaki ayrılığın kaynaklarını, sonra da bu ayrılıkların gruplar-arası münasebetlere yaptığı tesiri gözden geçirelim.
Modern medeniyetin gelişmesinden önceki klâsik cemiyetlerde kültür değişmeleri çok yavaş bir seyir takip ediyordu ve cemiyetler arasındaki kültür alışverişleri bunların mevcut bünyelerinde sarsıntıya meydan vermeyecek cinsten unsurlar etrafında cereyan ediyordu. Klâsik cemiyette bu durgunluğa paralel olarak, eğitimin gayesi de geleneksel kültür kıymetlerini yaşlılardan gençlere aktarmaktan ibaret kalıyordu. Bizim Osmanlı Cemiyeti böyle statik bir âhengin en güzel örneğini teşkil eder. Tahsil ve tecrübe sonunda idareci-münevver tabakasına geçen insanları halktan ayırdeden husûsiyet, bilgi ve kabiliyet farkıdır; üst tabakayı meydana getirenler, padişah da dahil olmak üzere, bir ve aynı kültürün en ince ve en işlenmiş tarafını temsil ederler. Dünyaya, tarihe, kendi kültürlerine ve yabancı kültürlere karşı tavırları halkın tavrından pek farklı değildir. Halkın hocaları ile yüksek tahsil gören gençlerin hocaları aynı kimselerdir; Süleymaniye medresesinde ders okutan bir müderris (profesör) aynı zamanda Süleymaniye camiinde halka vaaz eder, yine aynı insan sarayda şehzâdelerin eğitimi ile meşgul olur.
Halk ve münevver kültürlerinin ayrı daireler teşkil edecek yerde birbirinin uzantısı halinde bulunmasının sebepleri üzerinde fazla durmayacağız. Burada hiç şüphesiz Osmanlı Cemiyetindeki sosyal gruplar arasında geniş transfer imkânının bulunmasının, yani bu cemiyetin “açık” cemiyet olma-sının da büyük rolü olmuştur. İdareci tabaka kapalı bir elit meydana getirmediği için, bir ferdin hayat boyunca işgal edebileceği çeşitli sosyal statüler -çocuk, delikanlı, çiftçi, zenaatkâr, asker, idareci, ilh.- onu hep bütün memleketi kaplayan ortak bir kültürün tesiriyle karşılaştırıyordu, yani sosyalleşmenin çeşitli safhalarında, birbirinden farklı kültürlerin şahsiyete tesir etmesi bahis konusu değildi. Fakat “açık cemiyet” yapısının bu kültür birliğinde yegâne faktör olduğu da söylenemez. Türk cemiyeti bugün de kalın duvarlarla çevrili sınıflar halinde değildir, hattâ sosyal ve İktisadî geliş-menin hızlanması neticesinde, halk içinden çıkan insanların meslekî ve idari üst tabakalara katılma nisbeti daha çok artmıştır. Buna rağmen Türkiye’de münevver ve halkın genel, ortak bir kültür nizamı içinde kaynaşma imkânları gitgide azalmış ve neticede aynı coğrafya içinde yanyana yaşayan iki ayrı sosyal ve kültürel grup meydana gelmiş bulunuyor. Cemiyetin demokratikleşmesi nisbetinde böyle bir zümreleşmenin doğuşu ilk bakışta çok şaşırtıcı görünebilir. Türkiye’de bu ayrılık her sahada kendini belirtecek kadar kuvvetli bir sosyal gerçeği aksettirmektedir. Ve çok defa iki tarafın birbirini ağır şekilde suçlamasına yol açan ferdî ve hissî motiflere göre izah edilmektedir. Halka göre münevver kibirli, maddî menfaat düşkünü, yabancı taklitçisi, maneviyat düşmanı, saygısız ve köksüzdür… Münevvere göre ise halk cahil, hurafeci, kıt ve dar görüşlü, herşeye kolayca kanan (!) bir kitledir, iki tarafın bu karşılıklı menfi tavırları onların davranışlarına da aksederek, zihniyet farklarını fiilî bir husumet haline getirmekte gecikmemiştir. Halk münevverle temaslarını asgariye indirmeye ve böylece ondan gelecek huzursuzluğu mümkün olduğu kadar bertaraf etmeye çalışıyor, münevver de kendisini halktan ayırdığı nisbette kendini yakıştırdığı grup içinde daha çok itibar kazanacağına ve nefsine daha çok itimad edeceğine inanıyor.
Bu manzara Türkiye’deki çeşitli siyasî gruplar içinde en çok milliyetçileri düşündürmelidir. Zira daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, milliyetçiliğin ana hedefi Türkiye’de millî kültür bütünlüğünü ve onunla birlikte siyasî bütünlüğü kurmaktır. Hakikatte münevver kültürü ile halk kültürü arasındaki köklü farklar siyasî bütünlüğü de sarsacak mahiyettedir. Münevvere göre halk Türkiye’nin siyasî kaderini tayin edecek olgunluğa erişmemiştir; ona münevverin kıymet sistemini -hangi yoldan olursa olsun- aşılamadıkça demokrasiden sadece zarar gelebilir. İşte politikacıların kendi aralarında konuştukları ile halk karşısında söylediklerinin birbirini tutmayışı, her iktidar denemesinin halk için yeni bir hayal kırıklığı yaratması bilhassa bu yüzdendir. İnsanlararası münasebetleri maddî menfaat çatışması halinde gören marksistler, her yerde olduğu gibi burada da bir İktisadî sömürme münasebeti buluyorlar. Onlara göre politikacıların memlekette sermayedar sınıfın temsilcisi veya esiri oldukları için halkın menfaatlarına sırt çevirmeleri, onu her fırsatta aldatarak bu sömürmeyi devam ettirmeleri çok tabiidir. Mamafih bu izah tarzı marksizmin verdiği şemaya çok iyi uymakla beraber gerçeğe hiç uymadığı için, şimdilik üzerinde durmayacağız. Şu noktayı belirtelim ki, halka yapılan zararlar kötü niyetten daha çok iyi niyetle cehâletin bir arada bulunmasından doğmaktadır. Nitekim bizdeki marksistlerin bütün iyi niyet iddialarına rağmen cinayet ve hırsızlık yoluyla halkın huzurunu bozmaktan öteye gidemeyişleri de kendi iddialarını çürütecek bir başka delil sayılabilir.
Geleneksel cemiyetin sarsılması ve aynı memleket içinde iki ayrı kültür grubunun teşekkülü hiç şüphesiz modern batı medeniyetinin yayılmasıyla ilgili bir hâdisedir ve bu bakımdan dünyanın her tarafında -az çok farklarla- aynı hâdiseye rastlanabilir. Yeni medeniyetin temsilcileri ile eski kültürü devam ettirenler arasındaki çatışma, bizzat batı memleketlerinde de görülmüş ve oldukça acı hatıralar bırakmıştır. Kültür değişmesi kısa bir zaman içinde bütün cemiyete nüfuz edecek kadar süratli bir hâdise olmadığı için bir intikal devresinin geçirilmesi zorunludur. Bu devrenin ne kadar süreceğini, yâni mütecanis bir kültüre ne zaman kavuşulacağını tâyin eden faktörlerin önceden kestirilmesi veya kontrol altında tutulması çok güçtür. Şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, değişmenin bir kültürün kendi içinden mi yoksa tamamiyle dışarıdan mı geldiği hususu, bütün bu faktörlerin işleyiş tarzını büyük ölçüde etkilemektedir. Bu bakımdan Batı memleketleri ile Batı medeniyetine sonradan katılma gayreti içinde bulunan memleketlerde, münevver kültürü ile geleneksel halk kültürü arasındaki farklılaşmalar oldukça değişik bir manzara arzeder. Bu değişikliğin kaynağı daha ziyâde kültürün fonksiyonu ile ilgilidir. Bilindiği gibi kültür bir cemiyetin kendi problemlerini çözmenin bir tarzı olarak benimsenmiş olup kullandığı her türlü davranış sistemleri ve maddî vasıtaların bir terkibidir. Bütün bu davranışların gerisinde çok defa açıkça görülmeyen birtakım inançlar, normlar ve kıymetler vardır ki manevî kültür dediğimiz bu zihnî unsurlar kültürün temel yapısını teşkil eder. Kültürde meydana gelen değişmeler işte eski çözüm tarzlarının veya eski tatmin vasıtalarının yeni durumlara intibak etmediği, yani ihtiyaçları karşılayamadığı hallerde yeni yolların benimsenmesi demektir. Cemiyetin kendi bünyesi içinden gelen değişmeler, başka kültürleri adapte etme yoluna kıyasla daha sağlam, devamlı ve hakikî çözüm tarzları getirebilmektedir, çünkü bu birinci halde değişmenin ajanı olan şahıs veya zümreler, kendi kültürlerinin problemlerini daha vâzıh bir şekilde görme ve bunlara uygun yolları deneme imkânına sahiptirler. Dışarıdan kültür adapte etmek yoluyla bir değişme yaratmak durumunda bulunanlar ise, çok defa benimseyecekleri kültürün yapısını ve işleyiş tarzını sathî bir şekilde görmekte ve yabancı kültürde müşahade ettikleri üstünlüğe ait sebep-netice münasebetlerini de ekseriya yanlış anlamaktadırlar. En başarılı değişmeyi yapan Japon cemiyetinde bile münevverler uzun zaman batının prestij değeri olan unsurlarını taklid etmekten -satın aldığı dolma kalemin iç kısmını atıp dışardaki kapağı göğüs cebine takmak gibi gülünç gösteriler de dahil olmaz üzere- kurtulamamışlardır. Böylece, gerçek problemlere sahte çözüm yolları bulmak kültür değişmesini geciktirmekte, mukavemeti arttırmakta ve değişen zümrelerle değişmeyenler arasında şiddetli güvensizliklere yol açmaktadır. Şimdi bu kültür parçalanmasının ve gruplar arası güvensizliğin mekanizmasını biraz daha yakından görmeye çalışalım.
Türkiye’nin Batı medeniyetine girme çabaları iki yüz yıl kadar uzun bir zaman sürmüştür ve daha ne kadar süreceği de belli değildir. Sebep ne olursa olsun, bütün bu çabaların başarısız kaldığı inkâr edilemez. Şu halde modernleşme adına getirilen teklifler ve yapılan uygulamalar, Türkiye’nin problemlerine hakiki birer cevap teşkil etmemiştir. Mevcut problemlere yeni yollarla çözüm bulunmadığı hallerde eski alışılagelmiş usûllerin terkedilmesi elbette beklenemezdi. işte Batı ile temas ederek onu benimsemeye çalışan münevverlerin eski kültürü reddetmelerine karşılık, büyük kitlenin de münevverlere itibar etmeyerek geleneği devam ettirmesi ve böylece iki ayrı kültürün yanyana yaşayıp gitmesi bilhassa bu yüzdendir. Hiç şüphesiz, münevverlerin gerek batı kültürüne, gerekse kendi kültürlerine karşı takındığı tavır bakımından halktan niçin ve nasıl ayrıldığı başlıbaşına bir konu olarak işlenebilir. Ne olursa olsun, iki taraf arasında köklü bir ayrılık mevcuttur; üstelik bu ayrılık kültürün maddî olmaktan ziyade manevî unsurlarına dayandığı için de kolay kolay ortadan kalkacağa benzemiyor. Zihniyet farklarının karşılıklı güvensizlik yaratması da işte bu farkların iki tarafı yanlış sosyal idraklere sevketmesi yüzündendir. İçinde yaşanılan cemiyetin kültürüne intibak edememek veya o cemiyet bütünü içinde bir parça olmamak, sosyologların anomi dedikleri sosyal hastalığa delâlet eder. Türk cemiyetinde sosyal ve kültürel bir bütünlüğe erişilemediği ve çatışma halinde iki ayrı kıymet sisteminin mevcudiyeti dolayısiyle, iki taraf da kendisini yabancı kuvvetlerle sarılmış bir durumda görmektedir. Bu sosyal izolasyonun yarattığı emniyetsizlik duygusu çok defa aşırı tavır ve hareketlere yol aç-maktadır, çünkü ancak bu sayede iki taraf da kendi şahsiyetini daha iyi muhafaza edeceği, inandığı şeyleri daha kuvvetli birer hakikat haline getirebileceği kanaatındadır. Sosyolog Parsons’a göre geleneksel kültüre isyan edenlerde müsbet ve menfî olmaz üzere iki tip reaksiyon görülür; bir taraftan içinden çıkmış oldukları veya kendilerini kurtardıklarına inandıkları kültürü dar kafalılıkla, cehaletle, ilh.. itham ederken, bir taraftan da kendi inanç ve prensiplerinden bir ütopya yaratırlar. Meselâ herkesin okuma yazma bildiği, yahut sosyalist bir iktidarın kurulduğu, yahut şu veya bu grubun bertaraf edildiği bir cemiyet onlar için yeryüzünde kurulmuş bir cennet demektir. Geleneksel kültür içinde kalanlar ise aynı aşırı reaksiyonu daha fazla içe kapanmak ve yenilik diye getirilen şeyleri geleneğe karşı bir tehdit şeklinde görmek suretiyle belirtirler. Geleneğe yapılan itiraz topluluğun hayatına yönelmiş bir tehlike demektir. Nitekim geleneksel cemiyet hayatının kendini duyurmak imkânını bulduğu haller de münevverler tarafından bir tehlike olarak idrak edilmektedir. Bu karşılıklı korunma gayretinin en güzel örneklerinden biri Türk siyasî hayatında görülebilir.
Halk kendini koruma vasıtası olarak çok partili demokrasiyi benimsemiş, münevver ise kendi zümresindeki ideolojik parçalanmalar yüzünden plüralist demokrasiyi yıkamadığı için demokratik kalıplar içinde bir otokrasi kurma yolunu tutmuştur. Modernizmin öncüsü olması beklenen münevverin baskı ve zorlama rejimlerine heves etmesine karşılık, gelenekçi halk kitlesinin modem bir siyasî rejimi savunması ilk bakışta çok garip görünecektir. Mamafih, Türkiye’deki halk ve münevver kültürlerinin yapısı ve muhtevası bilindiği takdirde, bu neticenin normal karşılanması gerekir. Bu zahirî paradoks bize geleneksel kültürün modernizm diye ileri sürülen programlardan daha büyük bir canlılık ve devamlılık gücüne sahip bulunduğunu göstermektedir.
Yukarıda söylediklerimize bakılarak bizim burada modernleşmeye karşı gelenekçiliği savunduğumuz zannedilebilir. Hakikatte halk ve münevver arasındaki ayrılıkları önemli ve tehlikeli bir durum olarak göstermeye çalışmamız, bunun aksini düşündüğümüz içindir. Türkiye’nin süratle modernleşme zorunda olduğunu kimse inkâr edemez. Modernleşmede asıl yaratıcı faaliyetin ancak münevver zümre tarafından yürütülebileceğini inkâr eden de çıkmamıştır. Asıl problem, Türk münevverinin memlekette hakiki ve modem bir kültür birliği yaratabilmesi için önce bu işi yapacak ehliyete ulaşabilmesidir. Bundan sonraki yazımızda iki kültür arasındaki temel kıymet farklarını belirtmek suretiyle Türk münevverinin bugün halka benimsetmek istediği kültürün nasıl yanlış ve sahte bir kıymet sistemi teşkil ettiğini göstermeye çalışacağız.
*Burada münevver terimi Türkiye’deki eğitim sisteminin yetiştirdiği standart münevveri belirtmek üzere kullanılmıştır. Maksadımız münevverlere suç isnad etmek değil, memleketimizdeki eğitim sisteminin hatalarını göstermektir.
TÖRE, 1: 4-8