# Etiket
#GÜNCEL #VEFA DEFTERİ #Yazar Okulu

Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU: Devlet Siyasetimizde Milliyetçilik

Devlet Siyasetimizde Milliyetçilik

Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU

Siyaset kısaca «İdare etmek sanatıdır» diye tarif edilir. Bu sanat üzerin­de incelemeler yapılmış, nazariyeler ileri sürülmüş, usuller tesbitine çalışıl­mış ve gerek millî siyasette, gerek hükümet, gerek devlet siyasetinde muvaf­fakiyet şansının, prensiplerle milletin arzu ve gayeleri arasında uygunluk ol­ması, idare edilenlerin idare edenlerle görüş ve anlayış birliği içinde bulun­ması şartına bağlı olduğu neticesine varılmıştır. Gerçekten halkın temayül­lerine göre ayarlanan ve toplumun maddî – manevî durumlariyle uzlaştırıla- bilen siyasetlerdir ki, tam başarıya ulaşabilir ve huzur sağlayıcı, makbul bir idare ancak icra mevkiinde olanlarla kütle arasındaki his ortaklığı ve ahenk sayesinde mümkün olabilir. Bu itibarla, hükümetlere direktif verici mahiyet arz eden devlet siyasetinde de milletin arzu, temayül, ihtiyaç ve gayelerinin prensipler halinde ifadesini bulması ve iktidarların bu prensipleri sadakatle takip ve tatbik etmeleri lâzımdır. İşte idare etme sanatının sihirli anahtarı budur. Bu sihirli anahtarın sırrına erilemediği zamanlarda halka karşı alâka­sızlıktan doğan bir duygu körlüğü içinde anlayış birliğini zedeleyici ve umu­mî telâkkilere aykırı istikametlerdeki zorlamaların memlekette hoşnutsuzluğa sebep olacağı, disiplinsizliği teşvik edeceği ve cemiyeti tedricen anarşiye sürükliyeceği unutulmamalıdır. Tarihte «ihtilâl» denilen büyük İçtimaî karışık­lıklar ve halk hareketleri, doğrudan doğruya, milletin tabiî temayül ve mâ­nevi değerler telâkkisi ile devlet siyaseti arasındaki uygunsuzluğun eseridir. Kurulu nizamı bozmak ve devleti çöktürmek için iç ve dış düşmanların bütün faaliyetlerini, birlik şuurunu sarsarak toplumda ayrılıklar yaratmak ve âhenksizliği keskinleştirmek etrafında teksif etmeleri bundan ileri gelir.

Basiretli bir devlet siyasetinin korumağa ve tam bir uzlaşma halinde ya­şatmağa mecbur olduğu sosyal değerler iki noktada toplanır. Biri ziraat, tica­ret, sanayi vb. gibi günlük ihtiyaçların karşılanmasına yarayan meşgaleler­den mürekkep maddî imkânlar, diğeri de ahlâk, din, edebiyat, dil, güzel sa­natlar vb. gibi, her toplumun kendi tarihî seyri içinde orijinal hüviyet kazanmış olan ve «millî kültür» diye adlandırdığımız manevî varlıklardır. Bu iki değerler manzumesi arasında muvazene kurarken devlet siyasetinin asla gözden uzak tutamıyacağı husus, maddî imkânları manevî varlığı besle­yecek, kuvvetlendirecek tarzda, yani İktisadî alandaki çalışmaları manevî değerlerin ruhuna ve gelişme istikametine uygun olarak tanzim etmektir. Çünkü aslolan manevî varlık olup, maddî imkânlar onun emrinde birer va­sıtadan ibarettir. Nitekim haysiyetli bir insan maddî menfaat temininde dinini, ahlâkını, âile namusunu karşılık gösteremez ve şerefli bir millet kendini ihti­ram ve itibarla yaşatan hürriyeti ve millî istiklâli zararına hiç bir pazarlığa girişemez. İçtimaî olsun, ferdî olsun beşer hayatının normal yolu odur ki, hay­siyetli millet bütün varlığını hürriyet ve istiklâlin korunmasında başlıca temi­nat olan millî kültür unsurlarını zenginleştirmeğe ve kendini medenî vasıflar­la tezyin etmeğe yöneltir ve şerefli insan kutsal değerleri uğruna bütün im­kânlarını seferber eder.

Bununla beraber, milletler ayn birer kültür birliği ve birbirinden farklı İçtimaî değerler bütünü olduğundan devlet siyaseti, maddeci – mâneviyatçı olmak bakımından, milletlere göre az çok değişiklikler gösterir. Bazılarında mânevi değerlerden bir kısmına ehemmiyet verilerek bir kısmı ihmâl edilir, bazılarında da yalnız maddî imkânlara üstünlük tanınır. Bu seçmede her top­lumun mazisinde vukua gelen sosyal ve siyasî hâdiselerin şuuraltı tesirleri rol oynar. Uzun devirler başkalarının iradesi altında esaret ve kölelik haya­tını sürüklemiş olan toplumlarla, tarih boyunca hür yaşamış, hâkim olma­nın engin zevki ile mâneviyatını bezemiş, efendilik vasfını yüzyıllarca devam ettirmiş milletlerin çocukları arasında İçtimaî değerlere kıymet biçme bakı­mından ayrılıklar bulunması normaldir.

Türk milleti hem tarihte, hem bugün dikkate şâyan bir açıklıkla mânevi varlığa ehemmiyet veren bir millet olarak görünmektedir. 3500-4000 yıllık mazisi olan büyük milletimizin tarihî vesikalarla aydınlanan son iki bin se­nelik safhası göstermektedir ki, Türk izzeti nefsine düşkün, kendine güveni fazla, baba ocağı ve âile rabıtası kuvvetli, diline, ahlâkına bağlı, gururlu ve şahsiyetli bir insan; Türk toplumu da millî birliğini muhafaza etmek için hiç bir fedakârlığı esirgemeyen, yurdunu, devletini ebediyen korumağı şiar edi­nen yüksek bir cemiyettir. Bu hususiyetler Türk milletini bir yandan millî kül­türüne, diğer yandan siyasî istiklâline kıskançlıkla sarılmağa sevketmiştir. Millî kültür ve istiklâlimizin tehlikeye düştüğü buhranlı anlardaki harikulâde mücadele kabiliyetimiz ve destanlaşan savaşlarımızla bu tarihî vasıflarımız bir arada düşünülürse Türkün ne kadar kudretli bir millî duyguya sahip ol­duğu anlaşılır. Aynı millî duygu Türk toplumunu, kendisi için iyi olan her şeyi başkaları için de kalpten arzulayan yüksek seciyesinden dolayı, hürri­yet melekesiyle teçhiz etmiştir. Tarihen sabittir ki, Kore’den Karadeniz’e, Ural dağlarından Manş sahillerine kadar uzanan Hun imparatorlukları, Çin Seddi’nden İstanbul’a ve Yemen’e kadar hüküm süren Selçuklu imparatorluğu ve nihayet dünyanın üç kıt’ası üzerine yayılan muazzam Osmanlı impara­torluğu çağlarında haksızlıktan doğan hiç bir şikâyete rastlanmamış, zulüm, tazyik ve istismarın sebep olduğu hiç bir isyan hareketine şahit olunmamış­tır. Bu vakıayı tamamlayan diğer bir gerçek de asırlarca idaremizde yaşamış olan çeşitli din ve çeşitli düden sayılamıyacak kadar çok yabana kavmin temel haklarına ve kültürlerine saygı gösterildiği hususudur. Öyle ki, büyük müsamahamız ve insana gösterdiğimiz itibar sayesinde mevcudiyetlerini yüz­yıllarca devam ettiren bu kavimler, hâkimiyetimizin sona erdiği tarihlerden itibaren birer millet halinde ortaya çıkmışlardır. Bununla beraber, zengin tarihî şehadetlerle hürriyetçi millî ruhu ortaya konan Türk milletinin impara­torluk devrinde kendi millî kültür değerleri üzerine fazla eğilmemiş görünme­sini, yani çeşitli zümrelerin meydana getirdiği kavimler halitasında karışık ve güç idare mekanizmasını isabetle kullanma sanatının gerektirdiği, aynı zamanda Türk milletinin hürriyetçi seciyesinin emrettiği geniş toleransı bir hatâ olarak tefsir etmek doğru değildir. Meselâ, Osmanlı imparatorluğunda devlet ve ülkenin sahibi sıfatiyle tebaasını babaca şefkat hisleri içinde ida­re etmekle vazifeli Türkün, asaleti ve üstünlüğü sebebiyle, gurura kapılarak bir nevi bencillik yoluna girmesi onun beşer tarihindeki seçkin idarecilik mevkii ile uzlaşmaz bir tutum teşkil ederdi. Bundan dolayı da yine o devirde, hem de çağın icabı olarak, İslâm dini çerçevesinde toplayıcı ümmetçilik te­lâkkisinin esas alınması normal karşılanmalı, fakat bu haller Türk toplumun- da ikinci tabiat vasfında bulunan milliyetçiliğe sırt çevrildiği mânasına alın­mamalıdır. Çünkü mâlûm dış tesirlerle imparatorluğumuzun çözülmeğe baş­ladığı yıllarda Türk milletinin de aslî hüviyeti milliyetçiliğe dönmekte artık bir mahzur görmediği meydandadır ki, milliyetçi ve lâik Türkiye bu tarihî ge­lişmenin şükrana değer meyvesinden başka bir şey değildir.

Millî benliğe dönüş, siyasî hâdiselerle müvazi olarak, bilhassa İkinci Meşrutiyet sıralarında canlanmış bulunuyor ve «Türkçülük» cereyanı bu dö­nüşün mihrakını teşkil ediyordu. Ancak, her şeyden evvel, bir kültür hareke­ti olduğu için siyasî ve hukukî cepheleri eksik bulunan Türkçülük, mâhiyet bakımından, milliyetçi aksiyona doğru bir fikrî ve ilmî gerekçe mesabesinde idi. Bu hareket tarafından şiddetle desteklendiği bilinen Kurtuluş savaşımızı, Ziya Gökalp mektebinin müstesna şahsiyeti Mustafa Kemâl, destanî bir kah­ramanlıkla nihayete erdirdikten sonra, millî hudutlar içine çekilmiş ve alev­lenen millî benlik şuurunun zaferiyle kurulmuş yeni Türk devleti karşısında eski devrin artık mâna ve değerini kaybeden iki müessesesini ilga ederek Türk milliyetçiliğine gerçek hüviyetini kazandırdı. Bu iki müesseseden biri, çeşitli yabancı unsurları idare etmek maksadına göre teşkilâtlanmış impara­torluk sisteminin temsilcisi saltanat, diğeri de aynı sistemin yaşaması için bir zamanlar terviç olunmuş ümmetçilik zihniyetinin sembolü hilâfet idi ve gayet tabiî olarak millî ruh, beynelmilelci vasıftaki ümmetçiliği, millî irade ise, kendi isteği dışında mevcut olabilen bir iktidar telâkkisini reddediyordu. Milletin tabiî temayülleri yolunda yürümeği kutsal vazife sayan ve onun ma­nevî iştiyaklarına tercüman olan Atatürk, bu müesseseler yerine «Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir» düsturunu koymak suretiyle yeni Türk devletini Anayasa, teşriî ve icraî kuvvetler bakımından tamamiyle milliyetçi temellere istinat ettirdi ve böylece, tarih boyunca millî ruhun taşıyıcısı ve koruyucusu olan Türk toplumunu siyasî ve hukukî yönlerden de hakikî milliyetçiliğe ka­vuşturmuş oldu. Yine bilindiği üzere, Atatürk devrinin İlmî ve fikrî çalışmaları da hep milliyetçilik gayesine yönelmiş bulunuyordu.

İşte tarihte Türk milletinin ve bugün Türkiye Cumhuriyetinin kültürel, siyasî ve hukukî oluş’u bundan ibârettir ve bilhassa açıkça belirtilmiştir ki, Türk’ün hürriyet esasındaki milliyetçi vasfı, başka milletlerde olduğu gibi ha­ricî telkinlerden doğma, sonradan kazanılmış, spekülâtif bir değer değil, fa­kat Türklükten ayrı mütalâası imkânsız bir bünyevî karakterdir.
Eğer siyaset­te başarıya ulaşmak için toplumun arzu ve gayeleriyle prensipler arasında uygunluk mevcut olması, idare edilenlerle idare edenlerin görüş ve anlayış birliği içinde bulunması şart ise, Türkiye devlet siyasetinin de doğrudan doğ­ruya Türk milliyetçiliği prensiplerine bağlanması ve Türk hükümetlerinin dil, din, millî ahlâk, millî edebiyat, millî güzel sanatlar, millî iktisattan kurulu Türk kültürünü zenginleştirmek ve yüceltmek hususunda gayret sarfetmesi lâzımdır.
Ancak bu suretle memlekette otorite sarsılmıyacak, disiplinsizlik baş göstermeyecek, millet anarşiye kaymayacak ve çağdaş medeniyet se­viyesine çıkmak hızı içinde daima ilerlemek mümkün olacaktır. Tabiatiyle söylemeğe hacet yoktur ki, Türkiye devlet prensipi hürriyeti tahdide, insan haklarını kayıt altına almağa, millî idareyi zedelemeğe yönelen her türlü gayri millî siyaseti esastan reddeder.

TÜRK KÜLTÜRÜ, SAYI 39, OCAK 1966