# Etiket
#İSLÂM #Tarih

Halim KAYA: Prof. Dr. İHSAN FAZLIOĞLU ve ESERLERİ

İHSAN FAZLIOĞLU’NUN

ESERLERİNDE SERDETTİĞİ 

FİKİRLERİNE

TOPLU BİR BAKIŞ

Halim KAYA

Bu yazımızda İhsan Fazlıoğlu hocanın kitapları üzerinde duracağız: “Kendini Aramak”, “Kendini Bulmak”, “Fuzulî Ne Demek İstedi?”, “Akıllı Türk Makul Tarih”, “Sözün Eşiğinde”, “Soruların Peşinde”, “Kayıp Halka: İslâm-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Anlam Küresi”, “Nazari Ufuk: İslâm-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Zihin Penceresi”, “Derin Yapı: İslâm-Türk Felsefe-Bilim Tarihinin Kavram Çerçevesi” bu kitaplardır.
Yazımızın mahiyeti, bu kitaplardan iktibaslarla, mezkûr kitaplarda serdedilen fikirlere eleştirel bir bakıştan ibaret olacaktır.

Öncelikle söylememiz gerekir ki “Kendini Aramak” ve “Kendini Okumak” kitaplarını birlikte okurken hocanın Türk Tarihi ve Türk Milleti üzerine ifade ettiği görüşlerini Nurettin Topcu gibi  “Anadoluculuk” fikrini esas aldığının tespitini yaptık ve okumalarımızı gerçekleştirdik. Bu tespitimizde İhsan Fazlıoğlu hocanın Türk Tarihi’nden ve Türk Milleti’nden bahsettiği yerlerde 1040 yılına kadar geri gittiğini ve Selçuklu-Osmanlı-Türkiye üzerinden bir millet tarifi yaptığını, bu millet tarifini de Oğuz/Türkmen temeline dayandırdığını müşahede etmemiz etkili olmuştur. İhsan Fazlıoğlu’nun bu Oğuz/Türkmen temelli millet tarifinde, milleti asıl bir arada tutan sebep olarak soya ırka dayalı bir birliktelikten bahsetmediği, birlikteliği ortak töre ve siyasi bağlılığa dayandırdığı açıktır.

İ. Fazlıoğlu’nun “Millet” tarifi üzerinden yaklaşıldığında haklı olarak “Ulusçuluk”a Batı’nın dayatması gözüyle bakılmalıdır. Modern Türkiye’nin kuruluş değerlerini Batı’dan aldığını, ancak bu gün geldiğimiz noktada Türk milletinin 150 yıl öncesinden bırakmaya başladığı ve Cumhuriyetle birlikte terk ettiği eski değerlerine dönmüş olan Batı’nın bu sefer de Türkiye’de yaşanan günümüz değerlerinin (çoğulculuk, çok kültürlülük, üniter yapı, insan hakları vs. yönünden H.K.) yetersiz olduğu yönüyle eleştirildiğini ve değiştirilmesinin istendiğini vurgulamaktadır.  Fazlıoğlu haklı olarak kendi asli değerlerimize dönmemiz gerektiğini ve eğer asli değerlerimizi koruyamazsak bizim biz olmayacağımızı anlatmaya çalışmaktadır.

“Akıllı Türk-Makul Tarih” kitabında “(…) bir millet olarak biz Türkler kendi hikâyelerimizi, masallarımızı, destanlarımızı korumalı ve birbirimize aktarmalıyız; kendimizi ancak böyle koruyabiliriz. Bir milletin hikâyelerini, masallarını, destanlarını taşıyan o milletin dili ve dinidir. Dilinin ve dininin tecessüm ettiği, millete mal olduğu yer o milletin tarihidir. Öyleyse, Türkiye’de yapılan her şeyin atfı (referansı) bu topraklarda vücut bulan Türk tarihi olmalıdır.” diye izah ederken, “bu topraklarda vücut bulan Türk tarihi” ifadesinde bu topraklardan maksadının Anadolu olduğu anlaşılmaktadır.

İhsan Fazlıoğlu’nun aksine Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun “Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar” kitabında yaptığı değerlendirmede Türk Milleti 1040 yılından sonra ve İslami ilimlerin üretildiği Anadolu’da oluşmamış, Wilferd Madelun’un tarif ettiği “Doğu Hanefiliği Geleneği”ne mensup özellikle Anadolu dışında kurulmuş Karahanlılar döneminde 300 yakın Türk Fakih tarafından kaleme alınan 350 eser Türklerin gelecek tarihini etkilemiştir. Ahmet Yesevi’nin halifelerinin Anadolu’ya gelip toplumdaki etkileri de Türk Milletinin coğrafya ve 1040 gibi bir tarih ile ihatasının söz konusu olamayacağının başka bir örneğini oluşturur.

İhsan Fazlıoğlu hoca Osmanlı mütefekkiri Taşköprülüzâde’nin “İlim aklın ibadetidir” dediğini bize aktarıyor. Akıl ve ilmin kadim geleneğimizdeki önemine işaret ediyor. “Fuzuli Ne Demek İstedi?” kitabında “makulü olmayan inançlar hurafeye dönüşür” ifadesiyle Kutsal ve Tanrı’yı akıl ile yorumlamazsak, makule kılmazsak mitolojiye dönüşür tehlikesine ve Sözün Eşiğinde kitabında “Bir dine inanılmakta, ancak piyasaya göre iş görülmektedir.” tespit cümlesiyle günümüz Müslümanlarına en can alıcı ve isabetli bir eleştiriyi yapmaktadır. Müslüman toplum olarak topyekûn İslam’ın mitolojileşmesini önlemek ve inandığımız değerleri günlük hayata tatbik etmenin yollarını düşünmeli ve işlerimizi İslâm’a göre düzenlemenin yolunu mutlak bulmalıyız.

İhsan Fazlıoğlu hoca yine Taşköprülüzâde’den aktararak şöyle ifade ediyor: “İnsan için üç mertebe vardır; birincisi nübüvvet, ikincisi âlim olmak, üçüncüsü şehitliktir.” Nübüvvet Allah görevlendirmesiyle, şehadetin de nasip meselesi olduğunu çalışma ile elde edilemeyeceğini, ancak âlimin ilminin çalışılarak kazanabileceğini, böyle yüce bir mertebenin ve ilim adamının ilim adamlığı vasfını daha aşağı bir devlet görevi için terk ettiğine dair haklı eleştiri yöneltmektedir.

İhsan Fazlıoğlu “Her bilginin bir menzili vardır; o menzile varmadan o bilgi nazil olmaz; çünkü nüzul menzile tabidir.” diyor. Menzile varmak için de yolcunun bir yol mesafe kat etmesi gerekir. Bilgiye erişmek için çalışıp çabalamak gerektir.

İhsan Fazlıoğlu günlük hayatta fıkhî ve itikadî mânâda halk tarafından “Maturidilik ve Hanefilik”in bilinmediğini ama halkın Maturidi ve Hanefi olduğunu söylemeye ananevi bir şekilde devam ettiğini söylüyor.

“Sözün Eşiğinde” kitabının 27. sayfasında şu tesbiti yapar: “Arap milliyetçileri İmam Gazali’yi pek sevmezler; bunun bir nedeni, Gazali’nin, Selçuklunun idari meşruiyetini sağlayan siyasi nazariyeyi geliştirmesidir.” Modern İslam aydınlarının İmam Gazali’ye psikolojik bir yanlış bakışları olduğunu ve her şeye ulaşmak imkânını elde etmişken dünyalık her makamı elinin tersiyle ittiğini, kabul etmediğini, bunu bilen aydınların da O’nu kıskandığı gibi önemli bir tespit yapar.

İnsanların inançlarını şiirleştirerek milli benliklerini ve kimliklerini koruduklarını vurguladıktan sonra İhsan Fazlıoğlu “Mevlide hurafe diyenler, bu milletin dinine, diline ve musikisine zaten savaş açmışlardı; onların saldırıya verdikleri karşılık yani öfke şiddeti doğurur; sevâd-ı azâm ise derin üzüntüsünü, hüznünü doğuma dönüştürür.” diyerek Mevlide yapılan saldırıyı Türk’ün Türk olarak varlığını idame ettirmesine yapılan bir saldırı olarak görüyor. Allah her dilde yapılan duayı anlar ve kabul eder. Zaten aksi durum Allah’a noksanlık izafe etmek olur.

1980 yılından önce 600 yıldır bu ülkede evlerde dinî gün ve gecelerde, doğum ve ölümlerde makam bilen sesi güzel musikişinas hocalar tarafından bir Türk çocuğu olan Süleyman Çelebi’nin 1409’da yazmış olduğu Peygamber efendimize Türkçe salâvat olan mevlit tilavet edilirken, aralarda Yasin’i Şerifler, aşırlar, kasideler ve gazeller okunurdu. 1980’den sonra ise Kelime-yi Tevhit ve Yasin-i Şerif, kaside ve gazel okunması adet edinildi ve dahi makam bilmeyen sesi de güzel olmayan, mecburi görevlerini yerine getiren görevliler tarafından. İhsan Fazlıoğlu “Kişisel gözlemlerime göre, özellikle yurt dışında yaşayan Türklerin ibadet tarzları gittikçe Araplaşmaktadır” sonucuna varıyor.

“İslam-Türk felsefe-bilim tarihi Arap milliyetçilerinin adlandırmasıyla İslam felsefe-bilim tarihinin kayıp halkasıdır. İlginç olan batıcı Arap aydınları ile bizdeki hem-cinslerinin İslam-Türk medeniyetine (Türk Kültürü olacaktı herhalde, eğer alışkanlıktan kaynaklanmıyorsa İslam Medeniyetinin bir parçası Osmanlı tanımını yapan bir anlayış için yanlış bir kullanım olsa gerek. H.K.) bakışlarının, hiçbir konuda anlaşamamalarına rağmen aynı olması çakışmasıdır.”

Selefilik ve Vehhabiliğin Türkiye’de ve Balkanlarda yaygınlaşma tehlikesine değinerek “Fıkıh-Kelam-İrfan terkibi dini tecrübe”yi “Anadolu-Balkanlar’da oluşan Türk kimliğinin de mukavvim” gücü olarak görmüş ve Anadolu ve Balkanlardan “hayat görüşü anlamındaki din çekilmekte buna bağlı olarak Türk kimliği erimektedir. Bu gün, günümüzde Türkiye’de en önemli olaylardan birisi, gizli bir Selefiliğin, giderayak Vehhabiliğin yayılmasıdır; daha da tehlikelisi bunun Ehl el Sünnet ve el Cemaat adına yapılıyor olmasıdır” diye haykırmaktadır. Fakat burada İhsan Fazlıoğlu’nun kastettiği doğrudan din, yani İslâm olmaktadır. İslâm dini Balkanlarda yaşan Müslümanların çeşitli sebepler ile Anadolu’ya göç ettirilmeleri nedeniyle çekilmiş, bugün Balkan ülkelerindeki Müslüman nüfus ve Balkan ülkelerinin engellemesinden kaynaklı eğitim eksikliğinden dolayı İslâmî bilinç azalmıştır.

İhsan Fazlıoğlu hoca günlük siyaset ve Osmanlıca ile ilgili olarak “Siyaset ile ilgilenmemek ile siyaseti önemsememek iki ayrı olgudur. Günlük siyaset ile ilgilenmiyorum çünkü bu siyaseti yürütenlerin çoğunluğunun amacı, dile vurdukları değil sakladıklarıdır. Bu noktada İmam Gazali’ye atıf yapabiliriz: “Günlük siyaseti ayrıntılarıyla takip et, izle; ancak kararını külli siyasete göre ver”, “Osmanlıca” diye bir dil bilmiyorum, böyle bir dil yok. Arap harfleriyle yazılan Türkçe kastediliyorsa, onun adı benim için klasik Türkçedir.” diyerek Osmanlıca Türkçe ayrımına karşı çıkmakta bunların birbirinin devamı olarak Osmanlıların tabiriyle “Lisan-ı Türki” olduğunu vurguluyor. Ayrıca “Türkçe düş görme ve Türkçe düşünme iddiamızı canlı tutmalıyız. İlginçtir ki Türkiye’de üniversitelerde İngilizce eğitim ve öğretimi eleştirirken şimdi de Arapça ve İngilizce ilahiyat fakülteleri açılmaya başlanmıştır. Osmanlı döneminde bile medreselerde ders takrirleri Türkçe ile yapılırken günümüzdeki bu anlayış son derece dikkat çekicidir. Türkiye’de Arapça kültür emperyalizmi söz konusudur ve bunu da özellikle Türk asıllı Arap milliyetçileri yürütmektedir. Cumhuriyetin dil devrimine karşı çıkan milliyetçi ve muhafazakâr çevreler, son yaptıklarıyla eleştirilerinin meşru zeminini kaybetmişlerdir. Uluslararası olma adına, yakın bir zamanda İngilizce ezan ve İngilizce namazın gündeme geleceği söylenebilir” diyerek bir başka dil problemine dikkat çeker ve İngilizce ezan ve İngilizce namazdan bahsederek bir tespit yapmaktadır. İlahiyat fakültelerinin hepsinin öğretim dilinin Arapça olmasına karşı çıkışını da mezun olan her kesin İslam dininin esasların Türk halkına Arapça olarak anlatmayacağı, bir tane Arapça eğitim yapan uluslararası ilahiyat açılabileceği fikriyle desteklemektedir.

Kendisi Türkçe konusunda bu eleştirileri yaparak yerinde bir hassasiyet gösterirken kendi yazı dilinde kadim Türkçe ile irtibatı olmayan 1970 yıllarının Türk Dil Kurumunun ürettiği “izlek, içerik, yeti, sorun, dizgesi, veri, süreç, aşkın, koşul, bağlam, sorun, çıkarsama, doğa, sağın vs.” ve günlük dile ait kelimeleri birlikte kullanmaktan imtina etmemektedir.

İhsan Fazlıoğlu “Ne tür/nasıl bir Türkçe?” sorusunu sorar ve cevap verirken “Ulus devlet sürecinde ortaya çıkmış kavramlarla tarihi okumanın doğru olmadığını” ve “milli olmayan daha doğru bir ifadeyle, ulussal olmayan bir devlet için milli dil ve milli edebiyat kavramlaştırmaları ancak ve ancak mecazi anlamda doğruluk değeri taşırlar” cümlesiyle Osmanlı İmparatorluğunun imparatorluk yapısından dolayı dili ve edebiyatının bu yapıya uygun olduğunu saf bir Türkçe olmadığını dillendirir.

“Türkçe yetersiz ve ebterdir” diyen bir kısım Türkçe yazan Osmanlı aydınlarını, yazdıkları Türkçe eserlere harcamış oldukları emeklerini “Belki de bu emeği biraz mübalağa etmek içindir” diyerek yorumlar ve Türkçenin darlığından yakınanları da “Türkçenin Teknik içeriğinden kaynaklanan yetersizliklerle alakalı değildir; aynı zamanda Türkçe yazan yazarların önünde daha önce yazılmış örnek alınabilecek metinler olmamasıyla ilgilidir” diyerek karşılar.

İhsan Fazlıoğlu’na göre Lale devrindeki Tercüme Hareketi devlet tarafından organize edildiğinden Türkçe Hareketi olarak ortaya çıkmış, XVII. Yüzyılın ikinci yarısında Mehmed Vânî Efendi ve Bursalı İsmail Hakkı gibi bilginlerin elinde gelişen erken dönem Türk Milliyetçiliği etken olmuştur. “Yenileşme sürecinde Avrupa dillerinden hareketle vuku bulan tercüme hareketi, Türkçe açısından başka önemli bir sonuç doğurmuştur: Bu sonuç, İslam Kültür Tarihinde ilk defa Türkçenin bütün bir İslam dünyasına bilgi aktaran ortak bir dil olma özelliğini kazanmasıdır.”

İhsan Fazlıoğlu “Nazari Ufuk” kitabında “dil alanı uzlaşımsal olduğundan milletlere hatta çağlara göre değişebilir” ifadesiyle her milletin dilinin farklı olacağına ve uzlaşmaya bağlı olarak da değişip gelişeceğinin yanında hangi dil olursa olsun gerçekliğin değişmeyeceğini ifade eder. Bir dille hakikati ifade etmenin asıl sebebi o ifade edilenleri anlayacak olan insanların anladığı bildiği dil olmasıdır. İnsanların bildiği dil ile ifade edilen hakikat anlaşılabilir.

Topluma ve kadınlara okuma öğretiminde Batı’nın çıkarcı yaklaşımı tüketim toplumu anlayışının etkisini ele almış ve “Sanayi devrimi etkilerini gösterinceye değin İngilizler, her kesin okumasının gerekli olup olmadığını, kadınların öğretim görüp görmemesinin toplum için bir anlam ifade etmeyeceğini tartışıyorlardı. Sorun, sanayi aletlerinin kullanılmasının öğretilmesi ve üretim mekanizmalarının dönmesi için ürünlerin etiketlerinin okunması ihtiyacına dayanınca kendiliğinden çözüldü.” tespitlerini yaparak Batı’nın insan hakları anlayışını ilmi bir dille yermiştir.

Öyle düşünüyorum ki, henüz şöhret olmamış bir yazar, yazarın kapitalist duygularına alet olmamış bir kitap bulup okumak, hakikati bulmaya yardımcı olur. Gördüm ki İhsan Fazlıoğlu da “Matbaanın kullanımı sonucunda ortaya çıkan basılı kitap, ticari kapitalizmin arzularıyla birleşince, ortaya müthiş bir ticari meta çıkmıştır”, “Muhtelif kurumların basılı metnin gücünden yararlanmaya çalışması gibi etkenlerle dev bir iktisadi sektör halini aldı” ve nihayet “Kitap, bilginin korunması ve aktarımını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticari bir meta oldu” cümleleri ile aynı hususu daha vazıh dile getirmiş, ülkemizin aydınlanmasının önündeki en büyük engellerden birine temas etmiştir.

Muhafazakâr bir aydın diyebileceğimiz İhsan Fazlıoğlu her ne kadar laikliğe tarihten destek aramaya karşı çıksa da yaşadığı ülkenin siyasi rejimi ile Cumhuriyet ve milletinin tarihi ile barışıktır. “Türkler hiçbir zaman ırk ve kan birliğini önemsemiş bir millet değildir; bu halen de böyledir. Cumhuriyeti kuranlar da bunu son derece iyi tespit etmişlerdir. Kan ve ırk birliğine dayanan bir Türk tasavvuru yoktur Modern Cumhuriyet döneminde. Bir töre birliği, siyasal ilkelere mensubiyetin oluşturduğu bir birlik söz konusudur” der. Yine İhsan Fazlıoğlu “Akıllı Türk Makul Tarih” adlı eserinde “Batı, 1071’den bu yana Türklerin geleceğiyle ilgilendi. Türklerin geleceğini yok etmek için siyasi, teknik, iktisadi, vb. birçok araç geliştirdi. Niyetleri, Kurtuluş Savaşıyla kursaklarında kalan Batılılar, hâlâ Türklerin geleceğiyle ilgilenmeye devam ediyorlar”, “içerdekiler ve dışarıdakiler Türkleri tarihleriyle muhatap kılmamak için tüm bilimsel(!) teknikleri kullanıyorlar; Türklerin hem geçmişe ilişkin tarihlerini hem de geleceğe ilişkin niyetlerini tırnak içine almaya çalışıyorlar. Neden?” diye soruyor ve cevabını da “hem içlerinden bir “Gazi” çıkartmayacak şekilde anlam dünyalarından yani tarihlerinden, hem de bir daha “Kurtuluş Savaşı” yapamayacak şekilde ümitlerinden tecrit etmek şart da ondan” diyerek milletimizin maruz kaldığı tehlikeye dikkat çekiyor.

Ziya Gökalp’i ırkçı diye yaftalayanlara muhafazakâr bir ağızdan seslenmektedir: “Ziya Gökalp, ki hep ırkçılığın ideologu olarak bilinir, tam tersine: “Irkçılık bir mikroptur” der ve şunu ekler: “Bizim birliğimiz kan birliği değil can birliğidir” muazzam bir özettir bu aslında. Hem Selçukluları hem Osmanlıları, bu çizgideki Türk tarihini özetleyen bir örnek” diye savunur.

İhsan Fazlıoğlu, Şakir Kocabaş’ın “İslam ve Bilim” ile “İslami Epistemoloji Üzerine” adlı makalesine yaptığı eleştiride İslam Medeniyetinde “İlim” kavramının kavramsal bozulmaya uğramış “İlmu’d-din ve İlmu’d dünya” şeklinde ikiye ayrıldığını, bu ayrılığın XI. Yüzyılda Müslümanlar açısından laikliğin düşünce planında bir doktrin olarak kabul edilmesi anlamına geldiğini ve Müslümanların hukuki bir prensip (Siyasal Planda) olarak laikliği reddetmelerinin çelişik bir durum” olduğunu ifade ettiğini söyleyen Şakir Kocabaş’a katılmamakta ve kelamcıların böyle bir tasnif yapmadığını ifade etmektedir. Şakir Kocabaş’ı bir nevi günümüz insanının tartıştığı problemlerine geçmişten yani tarihten sebep üretmek, dayanak yaratmak ve malumat azlığı ile eleştirerek muhafazakâr kitleye laikliğin kökenleri hususunda aksi yönde bir çözüm önermektedir. Ayrıca  “ilm”in ikiye Ayrılması”nın “İlmu’d dünya” denilen ilimlerin dışlanmasına, âlimlerin tecridine sebep olduğunu, ayrılmanın aslında XI. Yüzyıl da değil daha erken bir dönemde VIII. Yüzyılın sonu ile IX. Yüzyılın başlarında Cabir b. Hayyan ile başladığını ifade etmektedir.

İhsan Fazlıoğlu’nun aksine daha İmam-ı Azam Ebu Hanife zamanında, İmam-ı Azam Ebu Hanife tarafından müftü ve kadılık müesseseleri yarılarak, İmam Maturidi zamanında da İmam Maturidi tarafından halifelikte diyanet-siyaset ayrımına yapılarak diyaneti peygambere, yani nübuvvete, siyaseti de kral ve meliklere tahsis etmiş olması yanında çağdaş yazarlardan, Ziya Gökalp sosyolojik ayrım, Seyyid Bey (Laiklik Mecliste tartışılırken milletvekillerini ikna etmek için konuşan hukukçu) hukuki yani Hakiki Hilafet, Şekli Hilafet ayrımı, Ali Abdurrazık’ın ise teolojik yani Nübüvvet – siyaset ayrım yaprak din ve dünya işlerini ayırdıklarını Prof Dr. Sönmez Kutlu eserlerinde derinlemesine anlatmaktadır.

Bunca yıl 20-30 kadar sosyoloğun okuduğum bütün külliyatlarına ait eserlerde hars, kültür, medeniyet kavramlarını tanımlama ve sistemleştirme çabalarında en başarılı bulduğum Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’dır. Yılmaz Özakpınar medeniyeti inanç sistemine dayandırır ve aynı inanca sahip milletlerin kurduğu bir medeniyetten bahseder. Mesela İslâm dinine mensup farklı kültürlere sahip milletlerin (Türk Kültürü, Arap Kültürü ve Acem Kültürü vd. H.K.) kurduğu ortak medeniyetin adı “İslâm Medeniyeti”dir. Yeryüzünde kaç inanç sistemi varsa, o kadar da bu inançlara dayanan medeniyet mevcuttur. Bu tezi doğrular mahiyette en yakın bir tarif ve sistematik ortaya koyan yazar da İhsan Fazlıoğlu’dur. İhsan Fazlıoğlu “Bu topraklarda yaşayan millet, tarihte, şu an dünya coğrafyasında herhangi bir mekân işgal eden, kolay bir millet değildir. Türk milletidir bu millet”, üzerine konuşurken “tarih yapan bir millet” olduğunu dikkate almamızı ve “Tarih yapmamış, felsefileşememiş, medenileşmemiş” bir millet olarak bakmamamızı, “Toplumun bir kültürü olabilir ama her kültür medenileşemez”, “devletleşemez, mahalli kalabilir” der. İhsan Fazlıoğlu’na göre Osmanlı İslâm Medeniyetinin ana unsurlarından biridir. “Bir milletin hikâyelerini, masallarını, destanlarını taşıyan o milletin dili ve dinidir.” Medeniyetin dine dayalı olduğuna zimmî bir işaret vardır.

“Derin Yapı” kitabında “İslâm medeniyetinde tarihi süreç içerisinde, siyasi iktidarların değişmesine karşın ulemanın yüklendiği bir ilmi süreklilik söz konusudur”, “İslam medeniyetinde –ilmi süreklilik-i büyük orandan XIII. Yüzyıl ve sonrasında yazılan eserler sağlamıştır” derken işaret ettiği gibi XIII. Yüzyıla damgasını vuran Türklerin oluşturduğu hoşgörü ortamında gelişen ilim ile İslam dünyasını inkıtaa uğramaktan kurtarıp hem ilmi hem de siyasi olarak geleceğe taşıyan Türklerdir.

Araplar erişebildikleri en son noktaya Abbasiler döneminde erişmiş ve durağanlaşmışlardı. Nitekim İhsan Fazlıoğlu’nun aktardığı çağdaş araştırmacılardan Muhammed Abid El Cabiri’nin İbn-i Heysem hakkında söylediği şu “İbn-i Heysem’in görüşleri ve bilimsel metodolojisi Arap Kültüründe karşılık görmemiş ve hiçbir ses getirmemiştir. Dolayısıyla Arap Aklı’nın oluşmasında en ufak etkisi söz konusu değildir.” sözü bir gerçeğe, Arapların XIII. yüzyılda İslâm ilim iklimine damgasını vuran İbn-i Heysem’den hiç etkilenmediklerini ve ilmi bakış açısını kaybettiklerini, siyaseten ve ilmi olarak İslâm Medeniyetini temsilde yetersiz kaldıklarını göstermektedir.

“Kayıp Halka” kitabında “İnsan türünün tarihi ortak olmakla beraber insani bir üretim olarak kültürün ortak bir tarihinin olduğu söylenemez. Bu açıdan kültüre çizgisel bir şekilde ortak bir tarih biçmeye çalışanlar daima indirgemeci ve çatışmacı teoriler üretmek zorunda kalırlar. Bu kavramların tek anlamlı kullanımına dayanan bu tür bir zihni kalkış noktası hem tek anlamlı bir tarihte hareket eden tek anlamlı bir aklın tek bir medeniyet ürettiğini varsayar hem de çizgisel tarihin bulunduğu noktayı son nokta kabul ederek geçmişi bu noktaya göre yeniden kurgular. Oysaki çok anlamlı tarihte hareket eden çok anlamlı aklın ürettiği bazen birbirinden kökten ayrık bazen birbirine girgin pek çok medeniyet vardır” yukarıda bahsettiğimiz medeniyetin inançlara dayandığı, dolayısıyla yeryüzündeki inanç adedince medeniyetin olacağını desteklemektedir.

İhsan Fazlıoğlu “Kayıp Halka” kitabında medeniyetin devam eden bir vetire olduğunu anlattıktan sonra “öyle bir sözcük seçilmeli ki, idrakte bir tamlık, bütünlük ve tümlük hissi ortaya çıksın” diyor ve Temeddün-temeddene kelimesini medeniyet kelimesinin yerine öneriyor.

Bilimin efsaneye dönüşmesini önlemek için soru sormak gerektiğinden, soru sormak içinde aklın dindarlığının korunması gerektiğinden bahseden Fazlıoğlu “mensup olduğumuz medeniyette dindar aklın adı ise akl-ı selim’dir” der.

“Kayıp Halka” kitabında bahsettiği bir araştırmada “Medeniyetten ne anlıyorsunuz? İslam medeniyetinden ne anlıyorsunuz? Sorularına verilen cevaplardan çıkardığı sonuçtan, bir medeniyetin olduğu onun da batı medeniyeti olduğunun zihinlerde yerleştiğini, İslam medeniyetinin geçmişte kaldığının düşünüldüğünü” ifade ediyor. Bu küçük araştırma bile günümüz Müslümanlarının kendilerine ve İslam dinine olan inançlarında ki pürmelalini göstermektedir.

İhsan Fazlıoğlu “kişinin kendi tarihiyle uğraşırken dikkat etmesi gereken en önemli nokta hem övgü hem de sövgü mantığından kurtulması için dürüst olmasıdır. İlmi ölçütler neyse, tarihi bilginin tabiatı neyi gerektiriyorsa, hangi yöntemleri kullanıyorsa, kendi tarihini, hesabını vererek, gerekçelendirerek ve denetlemeye açık bırakarak incelemelidir” diyerek tarihimize karşı tarafsız değil dürüst olmalıyız, diyor.

İhsan Fazlıoğlu “Sözün Eşiğinde” kitabında ilginç bir olgudan bahseder: Dönemin doğa filozofları Galileo’yu anlamaz, onun yaptığı teleskop ile ilgili ilmi çalışmalara karşı çıkarlar. Buna karşılık Galileo onları teleskopu kullanmaya “Teleskopu ciddiye alın; çünkü Osmanlı ordusunun gelişini önceden tespit etmemize imkân verir” diyerek ikna ediyor. Yine başka bir batılı olan Kepler de astronomi astroloji çalışmalarına “Eğer biz yeni astronomiyi, dolayısıyla onun üzerine kurulu kuyruklu yıldız astrolojisini kullanırsak Türklerin geleceğini daha iyi belirleyebilir ve buna göre tedbir alabiliriz” diyerek ikna ediyor.

“Ben Türk’üm, Türk bilgini olmaya çalışıyorum”, “milletimin tarihi tecrübesini önemli buluyor ve ciddiye alıyorum” diyen İhsan Fazlıoğlu milleti de bu benim yorumum diyerek şöyle tarif etmektedir: “Türk kabilesinden değil Türk milletinden bahsediyorum. Bizim kabile tarafımız Oğuzluk/Türkmenlik ile İslam sentezlenince ortaya Türklük çıkmıştır” diyerek de başta söylediği “Türk’üm” sözünün kapsam alanını daraltmıştır. Türklüğü; Türk milletini oluşturan çok sayıdaki boylardan arındırmış daha dar ve genel Türk nüfusuna göre daha az nüfusu kapsayan bir boy olan Oğuz/Türkmenliğe indirgemiştir. Seyyid Ahmed Arvasî “Din ve Milliyet zıt değerler değildir. Bu sebepten “sentez”, tez ve antitez arasında söz konusu olacağına göre yıllardan beri kullandığımız “Türk İslam Sentezi” yerine “Türk İslam Ülküsü”nün kullanılmasının uygun olacağı” önerisindeki Sentez yerine Ülkü kullanılması tespitine de aykırıdır.

İhsan Fazlıoğlu, Milleti bir nevi bir devletin vatandaşları olarak görmektedir. O zaman Türklerin bir kısmını İhsan Fazlıoğlu’nun millet tarifinde dışarıda bırakmış oluruz. 1040 yılından bu yana Türkiye’de Anadolu’da yaşayanlar ile Orta Asya’da yaşayan ve hatta Müslüman olan Türkleri nasıl izah edeceğiz? Bir devletin sınırları içinde yaşayan insanlar vatandaş-yurttaş olurlar, ancak vatandaş ve yurttaşların sadece bir kısmı kadim bir milletin mensubudur. Türkiye’de yaşayan herkes vatandaş olmasına rağmen ancak bir kısmı ile Ortaasya’da yaşan Türkiye vatandaşı da olmayan Müslüman da olan Azerbaycan Türkleri, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar, Uygurlar, vs. ilk yazılı Türkçe kayıt olarak dünyada kabul olunan Orhun Abidelerinde geçen “Türk Milleti”ndendir.

İhsan Fazlıoğlu’nun “Kayıp Halka” kitabında Türkiye’deki bilim tarihi çalışmalarında bazı tespitler diye dile getirdiği üç numaralı tespitinde “Türk kelimesinin açıklığa kavuşturulması, Türkiye’deki bilimlerin tarihini yazmada son derece önemlidir. Özellikle Genel Türk Tarihi’nde kullanılan Türk ile Türkiye (Anadolu+Balkanlar) tarihinde kullanılan Türk kelimeleri birbirine karıştırılmamalıdır. Türkiye’de gelişen bilme tarzının tarihinin Oğuzların/Türkmenlerin (Büyük Selçuklu+Anadolu Selçuklu+Osmanlılar+Cumhuriyet) İslam medeniyetine katılmasıyla başladığına ve bu sürecin yenileşme dönemine kadar İslam medeniyetinin doğal bir devamı olduğuna dikkat edilmelidir.” olarak dile getirdiği gibi Türk’ün İslâm öncesi varlığını ve insanlığın ortak ürünü bilime katkılarını dikkate almamakta, görmezlikten gelmektedir. Bunu da “Hem Oğuzlar öncesi Türkistan’daki mevcut Türki kavimlerin hem de İslam medeniyetine daha önce veya daha sonra katılan Türki unsurların yeri, bu bilime katkıları ve etkileri oranında belirlenmelidir.” derken İslam dışı ve Türkiye dışında bir Türk kavminin olduğunu kabullenmek zorunda kalmıştır. Ve daha önce kullandığı “Türk kabilesinden değil Türk milletinden bahsediyorum. Bizim kabile tarafımız Oğuzluk/Türkmenlik ile İslam sentezlenince ortaya Türklük çıkmıştır” ifadesi ile çatışacak şekilde karşı karşıya gelmiştir.

Peygamber efendimizin (s.a.v.) 632 yılında vefatından sonra Hz. Ebubekir 2 yıl halifelik yapmış ve 23 Ağustos 634 tarihinde vefat etmiş yerine Hz. Ömer halife seçilmiştir. Türklerle Müslümanların ilk karşılaşmaları da Hz. Ömer Döneminde olmuştur. Bu dönemde Müslüman olan Türkler daha çok kendi araştırmaları ve incelemeleriyle edindikleri İslam inançlarına yönelik bilgileri sayesinde tek tek ferdi tercihler sonucu İslâm’a giriyorlardı. Tek tek araştırarak Müslüman olanların yeterli bilgi ile donanmış ve tahkiki bilgiyle desteklenmiş imanları daha sağlamdı. İleride Türklerin İslam’ı öğrenmesine vesile olacak kadrolar daha bu zamanda yetişiyordu. Türklerin topyekûn İslam ile müşerref olmaları ise daha sonra 10. Yüzyılda olmuştur. Türklerin topyekûn Müslüman olmaları nicelik bakımından ve nesilleri için iyi olsa da nitelik bakımından çok sağlıklı ve tahkiki bilgiye dayalı bir tercih olduğu söylenemez. İmam-ı Azam Ebû Hanife de 699 yılında Kûfe’de doğdu, Türk veya Fars soyundan olduğu yönünde rivayetler vardır. Türklerin Hanefilik mezhebini seçmesinde aynı coğrafyada yaşamanın ve  Türk kültürüne mensup olmanın yanında, Hanefi mezhebinin Türklerin töresine ve örfüne daha uygun olmasının da etkisi vardır.

İhsan Fazlıoğlu elyazması eserler üzerinde yaptığı ve yapmaya devam ettiği okuma ve incelemeler sonucunda yaptığı tercümeler ve bu tercümeler vasıtasıyla yaptığı aktarımlar, fikri ve ilmi yorumlar, ilmin tarihi bir vetire olduğunu nesilden nesile aktarılarak geliştiğini gösteren bir tutum sergilemektedir. Atalarımızın ilme yapmış olduğu bilgi katkısının kitap sayfaları arasında kütüphanelerde saklı kalmasına gönlü razı gelmemiştir.

İhsan Fazlıoğlu kendisinin özgün eserini vermesi için vaktin henüz erken olduğunu, çünkü ileri sürdüğü fikir ve önerilerin henüz olgunlaşmadığını düşünür, ancak çevresi ve okuyucularının istekleri neticesinde çeşitli dergilerde yazdığı yazıları kitap olarak basılmıştır. Kendisinin bu minval üzere olan ifadesine dayanarak; İhsan Fazlıoğlu’nun Türk Tarihinin başlangıcı ve Türk Milletinin Anadolu coğrafyasıyla ihatasını öngören fikirlerinin daha erken bir evresinde olduğunu daha sonraki incelemeleri ve çalışmalarıyla Hüseyin Nihal Atsız’ın çizgisinde bütün/yekpare bir “Türk Tarihi” ve Durmuş Hocaoğlu’nun “Türk Milleti” tariflerine yaklaşacağını söylemek bir kehanet olmasa gerektir.


Online Edinmek için:
https://www.kitapyurdu.com/yazar/ihsan-fazlioglu/147704.html

Leave a comment