# Etiket
#Kültür/Sanat

Ülkücüler Ülkücüydü / Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ

Ülkücüler Ülkücüydü

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ

İkbal Vurucu’nun yazdığı[1] her cümle yanlış bile olsa, sırf tahrikinden ötürü yaptığı hizmete baha biçilmez, diyecektim ki Afşin Selim’in yazısını[2] gördüm. O İkbal’in katkılarına “tahrip gücü yüksek bomba” demiş. Afşin müsaade ederse biraz değiştireceğim: Tahrik gücü yüksek bomba. Bu arada “tahrik”in hareket demek olduğunu hatırlayalım.

İkbal olmasaydı, benim Türk Yurdu için yazdığım ve tenkit içerdiği için yayınlanmayan yazım yayınlanmadığıyla kalırdı. Çok sayıda kıymetli kalem konuya eğildi ama ilk muharrik, “Ülkümüzü (metafiziğimizi) kaybettik” ile İkbal’dir.

Son yazısı, “Ülkümüz var mıydı ki kaybolsun?” epey tepki çekti. Vurucu’yu tenkit edenler arasında Öztoprak, Beyceoğlu, Alnıaçık[3] ve Selim gibi güçlü kafa ve kalemler var. Kavgayı başlatan da, İkbal’e “yürü arkandayım” diyen de ben olduğum için kendimi sorumlu hissediyorum.

Vurucu: İmalat hatası

İkbal’e yönelen tenkitleri üç kategoriye ayırabilirim: 1) Makalenin diline yönelen tenkitler; 2) “Ülkümüz hiç olmadı ki” diye özetleyebileceğimiz tespite yönelen tenkitler ve 3) Ülkümüzün niçin hiç olmadığını izah için öne sürdüğü sebeplere yönelen tenkitler.

Dille başlayalım. Vurucu dil konusunda kendini hepimizden fazla tenkit ediyor. Birinci elden biliyorum. Bana teselli etmek düşer: Erol Güngör rahmetli, ilk zamanlar o kadar eziyet çekerek yazardı ki… Erol’un güzel üslubuna kavuşması önce Töre sonra da Hergün’deki günlük yazılarıyla mümkün olmuştur. Mümtaz Turhan Hoca’nın kaleminin de öyle şakır şakır çağladığını söyleyemeyiz. Fakat gerek Turhan, gerekse Güngör, Türkçeyi bilen çevrelerden geliyorlar. Vurucu’nun öyle bir şansı olmadı. Son yirmi yılın Türkiye’sindeki sosyoloji eğitiminden geçti. Kim olsa Türkçesini sapıtırdı. İngilizce eğitim görmüş Marksistlerin ağırlıkta olduğu bu dünyada insan Marksist olamazsa olsa olsa post-modernist olur. Bu bakımdan Vurucu, imalât hatası sayılır. Tıpkı benim gibi, tıpkı bizim gibi.

Fakat, gayretini takdir etmekle birlikte üslupta biraz daha gayret tavsiye edeceğim. Meselâ, yazıdaki“Dışsal etkenlere bağlı bu durum tespitinin yanında içsel olarak ülkünün varlığı sistematik bir biçimde ortaya konulmamış bu eksende bir siyasi, sosyal, kültürel bir hazırlık yapılmamıştır.” cümlesi, hâşâ hadis meali olsa bizim camiada tepki yaratır ki o tepki haklıdır. Hani biz “penceresel cam”, “kapısal tokmak”a alışık olmadığımız gibi “dışsal etken”e de aşina değiliz. Aslında şunu söylüyor: “Bu anlattıklarım dış etkilerin sonuçlarıydı. Fakat biz kendi içimizde de ülkümüzü sistemli bir tarzda ele almadık; ülkümüz yolunda siyaset, toplum ve kültür cephelerinde bir hazırlık yapmadık.” Nasıl? Şu haliyle yazdıkları bütün bütün yanlıştır diyebilir misiniz?

“Alalım düşmandan eski yerleri”

Hemen burada “ülkü” dendiğinde Vurucu’nun, ağırlıklı olarak Turancılığı anladığını söylemeliyim. Ona göre Ziya Gökalp’te Osmanlı devrinde ülkü millî devlet; Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ise ülkü Turan’dır. Burada iki düşüncemin teyidini görüyorum. Birincisi sosyologlarla tarihçilerin hiç ama hiç anlaşamayacakları. İkincisi de bilimin en büyük düşmanının mantık olduğu!

Gerçek hiç de Vurucu’nun dediği gibi değil. Harbi Umumî’ye, “alalım düşmandan eski yerleri” diye girdik. Gerçi “eski yerler” daha dün kaybedilen mübarek Rumeli’dir ama Turandır da… İttihadü Terakkî, Türkiye tarihindeki ilk ve tek açık Turancı iktidardır. (Mustafa Kemal iktidarı gizli Turancıdır diyebiliriz.) Bu arada 1911’de kurulan Türk Ocağı’nın marşını size ezberden tekrarlayayım:

Türküz ederiz daim iftihar
Hilkatle başlar tarihimiz var
Kalplerde Türklük aşk ile çarpar
Yok bize başka yar

Önde sancak, elde süngü, kalpte Tanrı biz
Dünyaya hâkim olmak isteriz
Mabedimiz Türk Ocağı
Kâbemiz de yüce parlak Turan’dır hep ancak[4]

Bu harpte, Türk illerini sömüren imparatorluk Rusya düşmanımızdır ve bizim Turancı olmamız son derece tabiîdir. Millî mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde durum bunun tam tersidir. Yeni Rus Sovyet iktidarı dünyadaki ender müttefiklerimizden biridir ve genç Cumhuriyet’in açıktan Turancılık yapması düşünülemez.

Tarihçi Alnıaçık bu teze bir de gizli anlaşma ekliyor3

Bu bapta, Vurucu’nun “olmuştur” dediği şeyler olmamıştır. Fakat mantık doğrudur. Kızıl Elma, her ülküye varıldığında yeniden tarif edilir. Önce İstanbul iken 1453’ten sonra Roma’dır… O halde millî devletten sonra da Turan olması makuldür. İşte mantıklı ve makul ile gerçeğin farkı.

Ülkücülük nereden çıktı?

Peki, “ülkücü” sıfatı? “Ülkücü”, Ülkü Ocakları ile birlikte, 1968’den itibaren ve gençlik için kullanılmaya başlandı. Türk Milliyetçileri bu tarihe kadar kendilerine tam da olduklarını söylüyorlardı: Türk Milliyetçisi. Türkçü, Türk Milliyetçisi demekti. Türk Ocağı, Milliyetçiler Derneği, Türkçüler Derneği… Bu dönemlerde “ülkücü” tabiri yoktur. “Ülkü”, Atsız Bey tarafından şiirde ve makalelerinde sık kullanılan bir kelimedir. Atsız Bey’in, ders kitabı gibi okuduğumuz eserinin adı “Türk Ülküsü[5]”dür. Türk Ülküsü’nden kastedilen de şüphesiz Vurucu’nun kastettiği ile aynıdır: Turan.

Ve bizler, yani Türk Milliyetçileri, yani Türkçüler, 1968’de kurduğumuz gençlik teşkilâtına “Ülkü Ocağı” adını verdik.

Fakat 1968’de bizim SSCB’ye karşı Turan iddiasında bulunacak halimiz yoktu. Tam tersine, SSCB, üniversitelerimizi, mahallelerimizi, ilçelerimizi, illerimizi işgal ediyor; işgal ettiği noktalarda kuş uçurmuyor ve kendi fikrinden başka fikrin, kendi silahlı disiplini dışında bir gücün- devlet gücü dâhil- işgal ettiği yerlerde yaşamasına izin vermiyordu. Tıpkı bugünkü PKK gibi. O tarihte Kızıl Elma şüphe yok ki, bu işgalin defedilmesinden ibaretti.  Bütün bunlara rağmen “dış Türkler” gündemimizden hiç düşmedi. Alnıaçık, yazısında bu devamlı gündemdelik halini kuş bakışı delillendirivermiş3. Fakat Vurucu o delillerin hiç birine şahit olmadı ki. 12 Eylül 1980 tarihinde İkbal,  iki yaşındaydı. Biz de anlatmadık. Anlatmamamız, tamamen bizim kabahatimiz. Otuz yıl geçti! Bir buçuk nesil eder! Birim kabahatimiz!

Ülkü, Türk Milleti’nin bekasıdır

Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni yazarken arkadaşlarım ve büyüklerimle devamlı istişare halinde idim. Türk Milliyetçiliği’nin gayesini üzerinde çok durduk. Üzerinde fikir birliğine vardığımız ifade, “Türk milletinin bekası” idi. Bizim gayelerimizin gayesi, temel ülkü budur: Türk Milleti’nin bekası. İsterseniz Türklüğün bekası deyiniz… Gaye böyle konduktan sonra önce bunun, Türk’ü tarif eden değerlerle birlikte bekası anlamına geldiğini, sonra dünyadaki bütün Türklüğü kapsadığını, daha sonra da, milletlerarası mücadele ve rekabetin kıyasıya sürdüğü bu dünyada bekanın ancak güçlü olmakla sağlanabileceğini kavrarız. Temeli böyle kurarsak, Turancılık tabiî ve mecburîdir.

Yazının normal yatağından saptım… Vurucu’nun üslubunu tenkit ettik, izahlarını tenkit ettik, peki asıl iddiası: “Ülkümüz hiç olmadı ki…” Buna ne cevap vereceğiz? İfadeyi böyle kurmayıp bunun yerine Vurucu gibi ülkü eşittir Turancılık varsaysak ve sonra desek ki: “Şöyle göğsümüzü gere gere Turancı olamadık ki… “

Ne dersiniz? İfadeyi bu hale getirirsek Vurucu’nun tamamen haksız olduğunu söyleyebilir misiniz?

————————————–

[1]http://www.haberiniz.com/yazilar/koseyazisi35242-Ulkumuz_Var_miydi_ki_Kaybolsun.html
[2]http://www.haberiniz.com/yazilar/koseyazisi35546-Kim_icin_kime_gore_kim_tarafindan.html
[3]http://www.haberiniz.com/yazilar/koseyazisi35401-Ulku_Denen_Nazli_Gelin_Erde_San_Ister.html
[4] Bestekârı İzmir İttihat ve Terakki Mektebi Vokal Hocası İsmail Zühtü Bey’dir.
[5] “Türk Ülküsü” ilk baskısında küçük boy, kalınca bir kitaptır. Daha sonra “Türk Ülküsü” ve “Türk Tarihinde Meseleler” adlı iki kitaba bölünmüştür.

Leave a comment