# Etiket
##GENEL

Nevzat KÖSOĞLU: Millî Kültür-Mozaik-Etnik Grup

Millî Kültür-Mozaik-Etnik Grup

Nevzat KÖSOĞLU

 

1-Mâhûtlar ve Gafîller([1])

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Anadolu halkını ve kültürünü bu top­rakların eski yerlerine bağlamak isteyen görüşler ileri sürülmüştü. Ata­türk’ün de katkılarıyla, Etiler ve Sümerler’in Türk oldukları ispat edil­meye çalışılmış ve tarihimiz, Anadolu’nun derinliklerine bağlanmak istenmişti. Gerçi, Sümerlerin Türklüğü iddiası halen ciddiyetini ko­rumakta ve özellikle dil çalışmaları, dikkatleri yeniden bu noktaya çek­mektedir. Ama, iddianın bütünü, erken zamanda terk edilmiş ve “Etibank”dan başka izi de kalmamıştır.

Aynı tür bir görüş, Sabahattin Eyüboğlu ve Halikarnas Balıkçısı gibi yazarlar tarafından savunulmuştu. Bugünkü Türk halkının, Tür­kistan’dan gelen az sayıda Türk ile çok sayıda yerli halkın ka­rışmasından doğduğunu ve kültürümüzün, İyon kültürünün bir devamı olduğunu ileri sürüyorlardı. Onlara göre, bizim devamı olduğumuz İyon uygarlığı Ege sahillerinde doğmuştur ve tamamen bize aittir; kadim Yu­nanla bir ilgisi yoktur.

Böylece, Homer ve Herodot gibi hemşehrilerimize sahip çıkıldı; İyon kalıntıları öne çıkartılmaya, Anadolu mitolojisi araştırılıp, işlenmeye baş­landı; Aspendoslu kızlara şarkılar yazıldı.

Ege uygarlıkçıları, bu kaynaklara dayalı bir hümanizma can­landırmak ve Batı’ya, dolaylı yollardan ulaşmak yerine, kısa yoldan ve kökten bağlanmayı umuyorlardı. Ancak, meraklıları dışında, bu ça­lışmaların bir yankısı olmadı; hele halkımız hiç ilgilenmedi ve meselâ ço­cuklarının adını Homeros yahut Elena koyan kimse görülmedi.

Fakat, yakın yıllarda Türk siyaset adamları, bu anlayışlara da gön­dermelerde bulunarak, Türk kültür ve toplumunun bir mozaik ol­duğunu söylediklerinden, Türkiye’nin ruhsal ve toplumsal yapışma bir fitne bombası atmış oldular. En iyimser bakışla, sözün ucunun nereye varacağından habersiz bu devlet adamları Türk dünyasındaki ge­lişmeleri, bu gelişmeler karşısında batılı devletlerin tutumlarını, 1980 öncesinden itibaren bünyemizde yönlendirilmeye çalışılan oluşumları kavrayamadılar. Hepsi kadar önemli; fitne ile görevli bir kitle iletişim ağının varlığını hesaba katmadılar. Hızla gelişen bu kesimin sorumluluk duygusu, gücü oranında gelişmemişti; genellikle ahlâkî kişiliği şüpheli ve bilgi fukarası idi.

Sabahattin Eyüboğlu, “Fetheden de biziz, fethedilen de” derken, daha, oluşumunda Anadolu halkının ve kültürünün bütünlüğünü vur­guluyordu. Günümüzün habersizleri ise, halen mozaik olduğumuzu ve bu duruma alışarak yaşamamız gerektiğini söylüyorlar.

Mozaik kavramı çevresinde “mahutlar ve gafiller” kol kol ve kol kola ilerlemeye başladılar. Yıllardır Türk milliyetçilerini “ırkçılıkla kirletmeye çalışan “mahutlar ve gafiller” soy şuurunu canlandırmak için harekete geçtiler; edepsizce ve soysuzca tahrik ettiler. Türk milliyetçilerinin Türk bildiği ve kendilerini Türk bilen insanlar, zaten Boşnak yahut . Çerkeş veya Kürt olduklarını söylemeye başladılar. Türkiye’deki etnik ,grup ve kimlik sayısı açık arttırmaya çıttı; Türk nüfus büyük zayiata uğradı. Türk kültürü üslupsuz bir yamalı bohçaya döndürüldü; yamalar da zaten şurdan burdan alınmıştı. Türküler Türkün mü, diye sorulmaya başlandı. Farklı soy merakına kapılıp, sonra da kompleksine düşenler Mimar Sinan’ın da, Osmanlıyı yönetenlerin de zaten Türk olmadığını söylemeye başladılar. Bir yandan da, Türklüğün bir kültür ve şuur me­selesi olduğunu savunmaya çalışan, Sokullu Mehmed Paşa’yı kendileri kadar Türk sayan Türk milliyetçilerine yine ırkçılık çamuru atmaktan geri durmadılar.

“Mahutlar” rayları döşemiş, bilgi ve milli onur yoksunu “gafiller” va­gonlara bindirmişlerdi. Aydın olmak için, önce kendi milletinin mu­kaddeslerine bağlanmak gerektiğini, kendi gözleri ile görebilmenin buna bağlı olduğunu anlayamıyorlardı. Düşünce özgürlüğünden önce, dü­şünce istiklaline sahip olmak, kendi ölçülerine bağlanmak gerektiğini göremiyorlardı; kendi başına ve kendisi için düşünmesini, kendi göz­leriyle görmesini öğrenmemişlerdi.

İsimlerinin başında akademik ünvanları olan yahut olmayan bir kısım hak bilirler(!) mozaik gerçeklerini teslim etmekte hiçbir sakınca olmadığını, kırk dokuz değilse bile kırk sekiz etnik grubun elbette var ol­duğunu, hatta, sosyal ve siyasî yapılanmamızın bu gerçeklere göre ye­niden düzenlenmesi gerektiğini, bunun demokratik ve Avrupa! bir zorunluk olduğunu, kimisi bol dipnotlarıyla, kimisi şarkılı üsluplarla yazmaya başladılar. “Mahutlarla gafiller” televizyon ekranlarında bu­luştular; millî/dinî kavramlar üzerine ilgisiz ve insanı yaralayacak öl­çüde seviyesiz görüntüler sergilediler. Her düzeyden ve her kesimden in­sanlar, Türkiye’nin keşfedilen bu mozaikliği üstüne, hiçbir zaman birbiri ile buluşamayan söylevler verdiler; herbirinin kıblesi farklı idi.

Mâhûtlara kapılmak için, hiç değilse, iki yüz yıllık senaryodan biraz farklısı olmak gerekmez miydi? Bu kadar kaba bir tekrara yenilmekten, aydınlarımız utanmazlar mı? Yüz yıl önceki “Heyet-i tahkikiye üyeleri”, yine aynı sözler aynı tavırlarla ülkemize geliyorlar. O gün ateşe sür­dükleri Ermenilerdi, bugün Kürtler. O gün, azınlık haklarını tahrik edi­yorlardı, bugün insan hak ve özgürlüklerini… Yüz bin Kürt bir hamlede yok olsa, mâhûtların canı mı sıkılır sanıyorsunuz? Beş yüz bini per-pe­rişan hudutlarımızdan girdiği zaman, insanlık namına kaç kişiyi ül­kelerine kabul ettiler?

Yüz elli yıl önceki Osmanlı yöneticileri, İmparatorluğun ‘Tamamiyet-i mülkiye”sini koruyabilmenin, ancak Avrupalı devletler arasında kabul edilmekle mümkün olabileceğine inanıyor ve Batı kaynaklı senaryolara boyun eğiyorlardı. Onlar büyük ölçüde mâzûr idiler. Bilmiyor değil, mecbur idiler. Bugün çocuklarımızın itham ettiği ve 1856 Fermanını ha­zırladığı için, cenazesinde helallik istemişken, cemaatinin sustuğu M. Ali Paşa cahil değildi. İngiliz sefirinin baskılarına karşı; “Kazan pat­layacak” diyerek yaptığı sosyal tahliller, günümüzdeki “gafiller”e ders diye okutulsa yeridir.

Bugün, Avrupa Birliği’ne girebilmek için aynı senaryolara boyun eği­yorlar. Avrupa bizi kendi arasına almak için, yüksek insani değerleri yö­nünde adımlar atmamızı, kırk küsur etnik gruptan oluşan, bir güzel memleket haline gelmemizi istemekte, kime ne vereceğimizi de be­lirtmektedir. Gafillerimiz insan hakları tiradlarıyla coşmakta, dünyanın her yanındaki Kürtler alçakça ateşe sürülmektedirler. Oysa, Paris Ant­laşmasında yazılanlar ne Ermenileri ne de Osmanlı’nın “tamamiyeti mül­kiye “sini kurtarabildi. Kağıda yazılanları unutmak çok kolaydır ve hep unutulmuştur. .

Kırım Savaşı başladığında, Müşir Ömer Paşa’nın kara hareketi tek­liflerini sürekli reddeden batılı müttefikler, Tuna’dan geçilip, Orkapı tu­tulursa, Kırım’ın Rusların elinden çıkacağım ve ister istemez yeniden Osmanlı olacağını biliyorlardı. Onun için, denizden yürüyüp, Sivastopol önünde top atmayı tercih etmiş, Osmanlı ordularının Balkanlarda Rus­ları perişan etmesi karşısında tedbir almayı da ihmal etmemişlerdi. So­nunda Osmanlının Kırım rüyası yine bir başka bahara kalmıştı. Paris Antlaşması’nda Osmanlı, Avrupalı devletlerden sayılmakla taltif edil­mişti: “Taraflar Osmanlı Hükümetinin Avrupa devletleri haklarından ve Avrupa devletleri konseyinden faydalanmasını kabul ettiklerini ilân eder­ler. ” Savaş boyunca Balkanlarda, Kafkaslarda Karadeniz’de toprağa düşen nice canlar, yakılan o türküler, bu madde için değildi. Ama, sonuç bu idi.

2. Millî Kültür ve Mozaik

Kültür olma haysiyetine kavuşmuş hiçbir sosyal olgu, mozaik olarak nitelenemez. Kültürlerin mozayiğinden söz edilebilir. Bu ifade, herbiri kendi başına var olan ve oluşumunu sürdüren kültürlerden yan yana, ortak mekanlarda bulunmaları anlamına gelebilir. Osmanlı im­paratorluğu bir kültürler mozayiği idi; Türk, Rum, Bulgar, Arap v.s. kültürleri, aynı siyasî egemenliğin coğrafyası içinde ve yan yana ya­şıyorlardı. Fakat, bu mozayiği oluşturan Türk yahut Yunan kültürleri mozaik değildi; olması da mümkün değildi.

Sosyal, doğal veya İnsanî herhangi bir şey, belli bir kültürün ona be­lirli anlam kazandırmasından önce nötr bir unsurdur; hiçbir topluma/ kültüre aidiyeti yoktur. Bir kültür onun kendi iman sistemi içinde kav­rayıp, yorumlayıp, kendine göre bir anlam ve işlev yüklediği zaman, o şey, toplumun hayatına ait kültürel bir olgu haline gelir. Bir başka kül­tür de aynı şeyi alabilir. Ama, o da kendi gözü ile görüp, kendi idraki ile değerlendirdiği, kendi iman ve ihtiyaçlarına göre bir anlam ve işlev ka­zandırdığı için, o kültüre ait bir olgu olur. Olgunun maddesi her iki kül­türde de aynıdır; ama, kazandığı anlam, yüklendiği işlev ve değer sı­ralamasındaki yeri farklıdır. O şeyi kültürel olgu ve zaruri olarak milli yapan da, bu farklardır.

Bir salonun yarısını İngiliz leydi ve centilmenleri ile, öbür yarısını da bizim insanlarımızla doldurun. Neşet Ertaş’dan rica edin, “Aman heeey….” diye başlayan bir bozlak okumaya başlasın. Salondakilerin durumunu tahmin etmek zor değildir; İngiliz leydiler kulaklarını ka­pamış, muhtemelen sahnedeki adama bir şeyler olduğunu dü­şünüyorlardır. Centilmenler de benzeri durumdadır; çünkü, bu ses, katılmadıkları, rahatsız edici bir bağırtıdan, çevreyi kirleten bir gürültüden başka bir anlam taşımamaktadır. Aynı ses bizimkiler için müziktir; ka­tıldıkları sestir, bozlaktır, Türkistan içlerinden Toros Dağlarına, Tuna boylarına uzayan coşkun bir maceranın ses yankısıdır. Güzeldir, bi­zimdir, derinliği vardır, efkarlandırır v.s. Maddesi aynı olan bu ses di­zini, bizim için sosyal arketiplerimizi de taşıyan bir kültürel olgu, İngilizler için sadece gürültüdür.

Yağmur, dünyanın her yanında aynı olan bir tabiat olayıdır. Bütün ümidini gökten inecek suya bağlamış, onun için duaya çıkan tarımcı, Müslüman Anadolu insanı ona “rahmet” adını verir. Ve, sıradan bir ta­biat olayı, birden, metafizik bir boyut kazanır ve bir başına bütün bir kültürün anlam sistemim ifade edebilecek bir güç kazanır; milli kültür olgusu olur. Sürekli sel felâketine uğrayan bir toplumda yahut Nas­rettin Hoca’nın çömlekçi oğlunda da yağmur kültürel bir olgu olabilir ama, bu anlamı kazanamaz.

Hiçbir toplumun, hayatının maddesi ve inanç yapısı bir diğerinin ay­nısı olamayacağından, bu kişinin buluşmasından doğan kültürler de birbirinin aynı olamaz. Bu yüzden, her kültür zaruri olarak millîdir; anlam sistemleri, değer sıralamaları diğerlerinden az-çok farklıdır.

Canlı olan her kültür, problem alanları genişledikçe, ihtiyaç duyduğu kültürel unsurları tecrübeyle, ilmi bilgi ile icat eder, tabiattan yahut ta­nıdığı başka kültürlerden alır. Ona, kendi inanç yapısı ve ihtiyacına göre anlam ve işlev yükler, kendi değerler sistemi içindeki yerini belirleyerek benimsemiş olur. O zaman, bu kültürel unsur, o kültürün yüklediği anlam ve işlevi yüklenmiş bir kültürel olgu haline gelmiş olur. Buna, kültürel özümseme de diyebilir.

Burada, şu hususa da dikkat etmek gerekir; Milli kültür, yabancı kültürden bir unsur alırken, o unsur nötr/çıplak değildir; içinde bu­lunduğu kültürün ona yüklediği anlam ve işlevi ile yabancı kültürün bir olgusudur. Yaratıcı kültür bu olguyu alırken, kendi iman ölçüleri ve ih­tiyaçları içinde kavrar, değerlendirir, ona, kendi kültürüne göre bir değer ve anlam biçerek ve işlev yükleyerek alır ve kendi içindeki değer sırasını da belirlemiş olur. Ancak, o zaman, yabancı kültürün bir ol­gusu, çıplak bir unsur olarak alındıktan sonra millî kültürün bir olgusu haline gelmiş olur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Sanki gümrüklerden giren her şey Müslümanlaşıyordu” derken kastettiği oluş budur. Silah zoruyla giydirilmeye çalışılan şapkanın, kısa süre içinde köylülerimizin simgesi haline gelmesi ve ters çevrilerek namaza durulması, Müslümanlaştırmanın harika bir örneğidir. Artık hiç kimse şapkaya “gâvur serpuşu” diyemez, Türk olmuştur. Unsurda milliyet aramak bil­mezlikten değilse, bir art niyete dayalıdır.

Tekrar ettiğimiz bir örneği de mimariden verebiliriz: Kubbeyi, kemeri, belki Horasan harcını da biz icat etmedik. Edirne’ye varıncaya kadar nice yerlerde bu mimari unsurları gördük. Bilinen evrelerinden geçerek, Selimiye Camii’ni yaptığımız zaman, yüzde yüz bir Türk kültürü şa­heserini gerçekleştirmiş olduk. Hayalen de olsa, ona mozaik diyen çık­mamıştır.

Aruz, Türk vezni değildir; ama, yüz yıllar içinde bir Türk aruzu ve buna dayalı bir Türk zevki oluşmuştur. Ne Şeyh Galib’in, ne Yahya Kemal’in ve ne de Mehmet Akif’in şiiri mozaik değildir; Türk’tür. Şiş ke­bapla, börek de mozaik değildir. Birisi Türkistan’dan, öbürü muh­temelen Anadolu’nun eski uygarlıklarından bize intikal etmiş ve Türk mutfağında bugünkü nefasetini almıştır; Türk’tür. Baharatı Hint’den geldi diye kebaplarımızı mozaikleştirmek isteyenlerin akıllarını ka­rışlamak gerekir. Kahvenin maddesi Yemen’den gelir; ama, adı Türk’tür, tadı Türk’tür, kahve çevresinde oluşan bütün kültürel olgular Türk’tür; mozaik değildir. Bu örnekleri hayatın/kültürün her alanına yayabiliriz.

Ancak, açıklığa kavuşturulması gereken noktalar vardır: Kültürler, oluşumlarının bütün devrelerinde aynı güç ve yaratıcılıkta değildir. Bu yüzden, unsurların kültürel olgulara dönüştürülmesi, yani millileştirilmesi, -Fransız yahut Türkleşmesi- kültürün her döneminde aynı hızda, üslupta ve başarıda olamaz. İmanın kavi, kültürün kendine güvenini sağlam olduğu kuruluş ve gelişme dönemlerinde, kavrama, yorum, değerlendirme gücü, yani yaratıcılık yüksektir. Milli kültür, ya­bancı kültürlerine açık ve atılgandır. Karşılaştığı hayat sorunlarını sü­ratle çözüme kavuştururken, yabancı kültürlerden, kendinden önceki çözümlerden korkusuzca yararlanır ve daha önce açıkladığımız gibi, kül­türel unsuru yahut yabancı kültüre ait olguyu, süratle kendi kültürel olgusu haline getirir; yani özümser, millileştirir. O kültürel olgu, artık millî hayat içindeki anlam ve işlevine kavuşmuş, millî üslûba ka­tılmıştır. Çin’den gelen ipekliden, üç etek entarisini yapan Anadolu ka­dınının, giysisi de kendisi kadar Türk’tür. Trablus kuşağım kuşanıp, araya kamasını soktuğu andan itibaren, kuşak Türk’tür; mozaik de­ğildir.

Kültürel soğuma dönemlerinde, yani iman zaafı başlayıp, kendine güven azalmaya, kendi idraki ile kavrama, yorumlama gücü zayıflamaya başladığında, kültür, unsurları millileştirme işini aynı sürat ve başarı ile gerçekleştiremez. Aldığı unsur yahut olguyu değerlendirmekte, kendi hayatında alacağı yeri belirlemekte, değer sıralaması içindeki ko­numunda sıkıntı çeker; anlam sapmaları, işlev bozuklukları olur. Alman olgu, alındığı yabancı kültürdeki anlam ve işlevi ile kalabilir. Aslında, bu da, tam olmaz; çünkü, alıcı kültür yaratıcılığını kaybetmekte ol­duğundan, aldığı olgunun yabancı kültürdeki yer, anlam ve işlevinin de yeterince kavrayıp, değerlendiremez. Bu tür alış-verişler devam ederse, kültürün üslûbu alacalaşır, bütünlüğü bozulur, anlam kaymaları, işlev bozuklukları ve kültürel olgular arasındaki işlevsel ilişkiler bozulur, olumsuz bir yönde gelişmeye başlar.

Sözün kısası, kültür, taklit seviyesinde çabalar durur ve bazan, may­mun misali, Ağustos sıcağında soba yaktığı olur. Özümsenmemiş kül­türel unsurların yan yana bulunması gibi patolojik bir görüntünün, “mo­zaik olarak isimlendirilmesi mümkündür. Türk kültürünün iki yüzyıllık macerası da bu açıdan değerlendirilebilir. Ve, meselâ, klasik batı mü­ziğini Türk kültürüne sokma gayretleri, bunun ilginç bir örneği olabilir. Sözün burasında, daha önce, işaret ettiğim Neşet Ertaş konserini hatırlatarak, “Sivas Zulmü”nü anlatmamak mümkün değil.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası, klasik batı müziğini halka sevdirmek ve yaymak üzere Anadolu şe­hirlerinde konserler vermektedir. Sivas’ta halk, galiba biraz da hükümet zoru ile sinema salonuna doldurulur. Birkaç saat süren gayet başarılı bir konserden sonra, şef, sokakta rastladığı Sivaslıya, konseri nasıl bul­duğunu sorar. Cevap alır: “Vallahi beğ, Sivas, Sivas olalı Topal Timur dan bu yana böyle zulüm görmemişti. ”

Ancak, bizim mozaikçilerimizin bu tür bir bakış açısı yahut yorumla ilgileri yoktur.

Sonuç olarak, canlı her kültür, oluşum zaruretleriyle millî olmak zo­rundadır; mozaik olması mümkün değildir.

Siyasî bir Osmanlı tasavvufu ile mozaik kültürden söz açanlar varsa, en azından kavrama zorluğu çektiklerini bilmelidirler.

Osmanlı bizim bir dönem siyasi kimliğimizin adıdır. Tarihi olan ve ol­makta devam eden kültürel kimliğimizin adı Türk’tür. Kültür, maddesi ve üslûbu ile hayatın kendisi olduğu için, hiç bir tarihi dönemde, bir evvel yahut sonrakinin aynı olamaz. Bir ağacın büyümesi gibi, kendisi olarak gelişir, değişir; beş yüz yıl önceki de, bugünkü de Türk kül­türüdür ve daha önce işaret edildiği gibi, zaruri olarak millîdir. Bu kül­tür, yayıldığı muazzam tarihi coğrafya üstündeki canlı kültürlerden ve Anadolu’da kendisinden önce yaşamış bütün kültürlerden bir şeyler – kültürel unsurlar- almıştır. Çünkü, yaratıcı, fetihçi dönemler ya­şamıştır; ama, yaptığı şey Türk kültürüdür. Bu bakımdan, meselâ Osmanlıca ifadesi yanlıştır; orta zamanlar Türkçesi denilebilir. Kelimelerin hatta bazı kuralların Arapça ve Farsça’dan alınması onu bir başka dil yapmaz. Nitekim yapamamıştır da; o dil, bugünkü dil olmuştur; o gün de, bugün de Türkçe idi ve Türkler tarafından konuşuluyordu.

Meraklıları için söyleyelim ki, bu kültürel oluşuma kaülan ve Türk soyundan olmayan çok sayıda insan olabilir; musikimizde, mimarimizde, ev düzenimiz yahut günlük hayatımızın herhangi bir ala­nında, olmuştur da. Fakat, kültürü yaratan şey, soy değil, iman ve imkânlar olduğu için, Türk kültür çevresinde yaşadıkları sürece, yap­tıkları Türk kültürüne katkı olacaktır ve öyle de olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu, Türk kültürüne sahip bir Türk boyu ta­rafından kurulmuştur. İmparatorlukta hakim kültür de daima ve doğal olarak Türk kültürü olmuştur. Ancak, İmparatorluk genişledikçe, yani başka kültürlere sahip halkları da kendi egemenlik sahasına aldıkça, İmparatorluk coğrafyası kültürel bir mozaik görünümü kazanmıştır; Türk kültürü mozaik olmamıştır. Türk kültürü ile yan yana, diğer halk­ların kültürleri de varlıklarım ve oluşum süreçlerini devam et­tirebildikleri için, İmparatorluk cemiyeti kültürel bir mozaik görünümü kazanmıştır.

Bazı batılı tarihçiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu da, çe­şitli etnik grupların ortak bir başarısı olarak takdim etmeye ça­lışmışlarsa da, bu tür iddialar ciddiye alınmamıştır. Demek ki, Osmanlı İmparatorluğu, daha kuruluşundan, Türklerin kurduğu ve Türk kül­türünün hâkim olduğu bir devlettir. İmparatorluk haline geldikçe, siyasî şemsiyesi altına başka kültürleri de almıştır. Osmanlı sahası, Türk kül­türü kendisi kalmak üzere mozaik bir görünüm almıştır.

Osmanlı tasavvuru taşıyanlar bu gerçeği iyi kavramak, sebeple so­nucu, eserle müessiri karıştırmamalıdırlar; Osmanlı, mozaik olduğu için imparatorluk olmadı, imparatorluk olduğu için mozaik görünüm ka­zandı. Eğer Cumhuriyetimiz de bir gün imparatorluk olursa, Türk kül­türü, kendisi kalarak, diğer kültürleri de siyasî şemsiyesi altına ala­caktır.

Milli kültürün bütünlüğünü parçalanarak, millî bünyeyi olur olmaz bölünmelere uğratarak, bundan bir imparatorluk hayali çıkarmak, ruh sağlığında adı olan bir tutum olsa gerektir.

3. Mozaik ve etnik gruplar

Türkiye’yi bir mozaik olarak takdim etmek isteyenler, mozayiğin her parçasının doğal olarak bir etnik grubu işaret ve ifade ettiğini söylemiş olmaktadırlar. Bu takdimler İlmî bir hassasiyetle ve ciddî araştırmalara dayanmadığından -mâhûtların bir fitnesi olarak ortaya çıktığından- mozayiğin sayısı da, konuşan yahut yazanın insafına kalmış olmaktadır.

Bu kavramları açıklamadan önce, yine tarihe bir gönderme ve ha­tırlatma yapalım: Osmanlı İmparatorluğu’nun, siyasî yapısı, Türkün ku­rucu güç olduğu ve çekirdeğini teşkil ettiği bir millet-i hâkimenin ka­bulü ile biçimlenmiştir. Egemenlik Hanedan-ı âl-i Osman’ındır. Âl-i Osman egemenliği, şeriatin yani İslâm hukukunun üstün ilkeleri ile sı­nırlıdır. Bu egemenliğin kullanılmasında, yani devletin her türlü teş­kilatlanmasında , sadece millet-i hakimeden olan insanlar yani Müs- lümanlar görev alabilirler. Gayrimüslim teba, şeriatin ve ona aykırı olmayarak gelişen Sultanî hukukun çizdiği sınırlar içinde hak ve öz­gürlüklerine, hatta kendi cemaat yönetimlerinde özerkliğe sahip, zımnî statüsünde reayadır. Bunlar idari ve siyasi haklara sahip değillerdir. Yüzyıllar boyunca, en az Müslüman teba kadar mutlu yahut mutsuz olarak yaşadılar ama, İmparatorluk yönetiminde söz sahibi olmayı akıl­larına getirmediler. Müslüman olanlar ise, hiçbir kayıt altında ol­maksızın millet-i hakimeden oluyor da. İmparatorluğun kuruluş ilkesi bu idi.

Yabancı devletler, Viyana dönüşünden epey zaman sonra, Viyana önünde Osmanlıyı yenmiş, ama daha uzun süre, onun yenilebileceğini kabullenememişlerdi. Osmanlı’yı Avrupa’da geriletebileceklerine, nihayet Avrupa’dan atabileceklerine inanmaya başladıktan sonra -Şark me­selesi- bunun siyasî yöntemi olarak, İmparatorluk içindeki azınlıklara el atmışlardı. O dönemlerde geçerli bağlılıklar olarak mezhepler/kiliseler kanalı ile, herbiri kendi mezhebindeki azınlıkları himaye ve örgütlemeye koyuldu. Ermeni, Rum ve diğerleri yabancı devletlerden bir veya birkaçı tarafından korunmaya alındı. Tanzimat’tan sonra Osmanlı ülkesinde ki­lise yapımı hızla artmaya başladı.

Diplomatik mücadelede savaş, ilk yöntem değildi; ayrıca, her zaman ve istenildiği gibi yapılamıyordu. Devlet-i âliye’nin kuruluş ilkesini, si­yasi anlayış ve yapısını bozmadan dışardan yapılan kaba siyasi mü­dahalelerle Osmanlı yönetimine yön vermek de kolay olmuyordu. Kendi aralarında da ciddi rekabetler vardı ve Osmanlı yönetimi de bunları kul­lanmaya çalışıyordu.

Hem İmparatorluğu zaafa uğratmanın, hem de siyasî gidişini etkileyebilmenin en emin yolu, himayeleri altındaki gayrimüslimleri İdarî ve siyasî haklar alanında Müslümanlarla aynı duruma getirmekti. Böy­lece Tanzimat zorlamasıyla kabul edilen “gâvur-Müslüman eşitliği” ile, Devlet-i Aliye’nin kuruluş ilkesinden sapılmış, gayrimüslimler de devlete sahip hale getirilmişlerdir. Cevdet Paşa bu durumu, “Devletin esasına halel geldi” diye ifade etmiştir. Onların, adalet istemek hakları var iken, yönetime katılma hakkına kavuşmuşlardı. Bu yoldan, herbir yabancı devlet, kendi güdümündeki Osmanlı mozayiğini kullanarak, Şark Meselesi’ni kendi menfaatleri yönünde sonuca ulaştırmaya çalışacaktı.

Bugün de bazı yabancı devletler, Türkiye Cumhuriyeti’ni et­kileyebilmek için değişik yollar kullanmaktadırlar. Türk dünyasındaki gelişmelerin farkındadırlar. Bu oluşumlar, pek öyle, pişmiş armut de­ğilse de, uzun dönemde ve bedeli ödendiğinde büyük imkânlardır. İlla düşmanlık olarak nitelenmesi gerekmeyebilir, ama, Türkiye’nin bu bü­yüklüğe yönelişinin biraz daha yavaş olması, onlara göre fena da ol­mayacaktır.

Bunun için kullanılabilecek malzemeler biraz değişmiştir. Bugün Cumhuriyet vatandaşı olan herkes millet-i hakimedendir; siyasî ve sair bütün hukukî ve sosyal haklarında eşittir. Cumhuriyetin kurucu ilkesi budur. Türkiye’de yaşayan toplum “millî bir bütün” olarak kabul edil­miştir. Bu durumda, Türkiye’nin kuruluş ilkesini zaafa uğratmak, “millî bütünlük” anlayışını parçalamak, onu zora sokmanın en uygun yolu ola­caktır. Yani devletin esasına halel getirmek.

Her kurum, -devlet dahil- belli bir gaye ve ilkeler üzerine kurulur. Hayatiyet ve işlevinin devamı, bu gaye ve ilkelere bağlılığı ile müm­kündür. Aksi halde, çelişkiler ve işlev kayıpları ile kurum çöküntüye girer.

Bizim devletimiz, millet ilkesi üzerine kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşunda Kürt halkı da vardır. Olanlar, bütün dünyanın gözleri önünde olmuş ve adı da birlikte konulmuştu. Bizimle birlikte veya biz­den önce milli devlete -yani ümmet yahut bir başka ölçüye değil de mil­let ilkesine göre örgütlenen egemenlik- geçen bütün Avrupalı devletler, hemen aynı süreci yaşamışlardır. Ama, ne dün ne bugün, devletlerinin ilkesini tartışan bir Avrupalı devlet görülmemiştir. Tartışanı Yugoslavya olmuştur; bu hale gelmiştir. Ama, bize kuruluş ilkemizi tartışmayı tel­kin eder, hatta beşinci koldan tahrik eder ve milletlerarası kuruluşlarda alkışlamaktan geri durmazlar.

Eğer bütün bu gördüklerimiz yanlış ise, fitne değil ise ve siyasi Kürt­çüler dahil herkes, yüreği büyümüş halde yeni bir Osmanlı ilkesine bağlanarak, yeniden kurulmak ve Osmanlı olmak istiyorlarsa, benim gi­biler buna heyecanla hazırdır.

Ancak, milletimizi ve devletimizi bir takdim-tehirin kurbanı etmemek için, bu yeni ilke ve kuruluşa giderken, önce Osmanlı olmak gerekir.

Osmanlı gibi Osmanlı; imanı ile, ameli ile büyük sorumluluklar yük­lenecek bir ruh kudretine sahip olmak gerektir. Türk dünyasının ge­leceğine olan bütün inancıma rağmen, bu ruh gerilimine bugün sahip olduğumuzdan emin değilim. Esasen, Osmanlı, tarihin belli zaman ve şartlarının tarafımızdan değerlendirilerek şekillendirilmesidir. Bugünkü yönelişler, -hep iyi niyetlilerden söz ediyoruz- dünyamızın bugünkü ger­çeklerine biçim vermek irade ve cehdinden çok, gerçeklerden ürken, iç ve dış zorlamalar altında teorik tartışmalara kaçış arayan bir temayül gibi gözükmektedir.

Mâhutların trenine binmemiş aydınlar için -siyasîler dahil- kaçış yoktur. Dünya üstünüze geliyorsa, siz daha büyük bir hızla onun üs­tüne yürümek zorundasınız. Kuranlar böyle kurdular, çökenler de yo­rumlarla, bu tür kaçışlarla çöktüler.

Mâhutlar, oluşturulacak etnik gruplara göre, sosyal ve siyasi yapının da yeniden düzenlenmesi gerektiğini söylemekte, gafiller, niçin olmasın bu zaten demokrasinin gereğidir diyerek koroya katılmaktadırlar. Bu sosyal ve siyasî yeniden yapılanmanın nasıl olacağı üzerine ciddî dü­şünceler elbette ki olmadı; çünkü, kurt bulanık havayı sever. Kesin olan, devletin bir kuruluş ilkesi olan üniter yapısının değiştirilmek is­tendiğidir. Zaman zaman tedbirsizce mozaik bölüğünden sesi duyulan sayın Cumhurbaşkanımız, bütün bu gayretlerin arkasında Sevr zihniyet ve hevesinin yattığım söylemek zorunda kalmıştır.

Ancak, yine herkes farkındadır ki, bu, pek kolay olmayacaktır. Tür­kiye’nin dünkü devlet olmadığını ve hangi badirelerden bugüne geldiğini düşünmek yeterlidir. Ama, fazlaları da var; Etnik grup haline getirmek istedikleri vatandaşlarımıza vaad edebilecekleri şeyler, hiçbir zaman bugün sahip olduklarından fazlası olamamaktadır. Ayrıca, biraz aklı ba­şında olanlar, bu ayrılıkçılığın içerdiği korkunç tehlikeyi hemen farkedebilmektedirler. Bölünmek istenenler, ilk tahrik heyecanının ar­dından, bunun bir anlam ifade etmediğini ve zaten var olan bir isimlendirmenin ötesinde varacağı bir yer olmadığını kolaylıkla gö­rebilmektedirler. Daha sonra işaret edeceğimiz, sosyal ve demografik se­beplerle, esasen bu bela ağı sadece Kürtlerin başına örülmektedir. Ve yazık ki, Yugoslavya örneğinden ibret almayan, tehlikeyi göremeyip bu ağa düşenler olmaktadır.

Kürtlerin başına örülmek istenen bela ağının temeline, her etnik gru­bun bir ulus olduğu ve her ulusun, siyasî bağımsızlığı olması gerektiği fikri yerleştirilmektedir. Yani, etnisite, siyasî oluşumu belirleyen ve hak eden sosyal birimin özelliği olmaktadır.

Ondokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren görülmeye başlayan bu kabul, mantığını sosyal ve siyasî gerçeklerden alır. Etnisitenin milliyeti, etnik grubun ulus kavramını -teorik alanda ve fiilen- karşılayıp kar­şılamadığını hiç tartışmadan, sadece şu noktanın altını çizelim: Bu kabul, sosyal gerçeğe tekabül etmediği halde, propaganda gücü ile devam ettiriliyorsa, felaket kaçınılmazdır. Mâhûtlar, bu pek de ince ol­mayan noktayı sürekli sisli tutmaya, irdeleyici gözlerden uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

Türkiye’de, sayılan az ve yerleşimleri dağınık olan bazı Osmanlı ya­digarı gruplar da, bu anlamda siyasî bir iddiaya götürülemediği için, Kürtlerin üstüne salman felaketin örtme birliği gibi kullanılmaya ça­lışılmaktadır.

Hangi ve ne ölçüdeki farklılıklardan bir etnisite oluşturacağının açık seçik tesbitinden sonra, bu tesbitlerin sosyal gerçeğe uygulaması ya­pılmalıdır. Bir kültür çevresinde, çok çeşitli sebeplerle oluşan farklı gö­rünümler birer etnisite oluştururlar mı? Aynı kültür çevresine dahil alt kültürlerin etnisiteden farkları nelerdir?

Çeşitli sebepler altında -meslek, eğitim, bölge, geçim farklılıkları gibi- oluşan alt kültürleri, etnisite olarak değerlendiren, Türkiye’ye yönelik propaganda yayınlan hariç olmamıştır. Etnisite, önce farklı bir soya mensubiyet şuurunu gerektirir. Doğru veya yanlış, içinde yaşadığı kül­tür çevresinde, ancak, farklı bir soydan geldiklerine inanan bir topluluk için etnisite sözkonusu olabilir. Ancak, farklı bir soy şuuruna sahip top­luluk, içinde yaşadığı kültür çevresinden farklı bir kültürü temsil et­miyorsa, bir etnik gruptan söz edilemeyecektir. Ayrıca, farklı bir kültürü de temsil ettikleri farzedilen kaç kişi, kaç aile, hangi yerleşim dü- zenindekiler bir etnik grup olarak kabul edilebilecektir?

Soruları çoğaltıp, uzatmadan, şöyle bir tarife gelmek zorunda ol­duğumuz anlaşılabilir. Etnik grup, farklı bir soya mensubiyet şuuruna dayanan ve içinde yaşadığı kültür çevresinden farklı bir kültürü taşıyıp, üretebilmekte olan bir topluluktur. Bu tarif ile doğal olarak, bir etnik gurup demek, bir kimlik demektir; nesnel bir kimlik. Yani, içinde ya­şanan kültür çevresine göre, hayatın bütününde yansıyan farklılıklara sahip olmak. Birkaç kültürel olgunun farklılığı fazla bir şey ifade et­meyeceği gibi, bu farklılıkların topluma egemen ve kültürel yaratıcılığın devam ediyor olması gerekir. Folklorik malzeme farklılıkları kültürün ta­rihi oluşumu hakkında açıklayıcı olur ama, yaşayan toplumu kimliklendirme bir başına yeterli değildir.

Dünyanın daraldığı, kültürel etkileşimlerin hızlandığı günümüzde, et­nisiteden söz açabilmek için farklı soy şuurunun yanında en az bir din yahut bir kültür dili farklılığına dayanabilmelidir. Mezhep yahut çarşı- pazar düzeyinde bir dil bu kimliği kazandırmaya yetmez. Siyasi kürt­çülerin bu konudaki gayretlerinin nasıl, bir arpa boyu yol almadığını görmekteyiz. Nevruz’u milli bir gün haline getirmeye çalıştılar; bütün Türk dünyasının ortak bir şenliği olduğu görüldü; adından, tören bi­çimlerine kadar. Son olarak, milli renk olarak kullandıkları san-yeşil- kırmızının Selçuklu bayraklarının rengi olduğu anlaşıldı. 19 ve daha ön­ceki yüzyıllarda, basit de olsa bir dil çevresinde başlatılacak büyük kül­türel hamlelerle, bir etnik grup, bir milliyet yaratmak mümkün ola­bilirdi. Ama bizimle bin yıl aynı coğrafyayı, aynı egemenliği ve aynı acılan, hüzünleri, bayramları paylaşmış Kürtler için değil; hele bugün, hiç değil. Sırf propagandaya dayalı kimlik arayışlarının da, bir belâ ağı olduğunu söylüyorum.

Türkiye’de birçok alt kültürler vardır, ama farklı etnik gruplar yoktur. Kürtler, bu alt kültürlerde Türklerle birlikte aynı hayat biçimini pay­laşmaktadırlar; dinî iman ve musikileri dahil.

Bir topluluk, bütün bu şartlara sahip bir etnik grup olduktan sonra sıra, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anadolu’da Birleşmiş Milletler kararı ile kurulmadığını düşünmeye gelecektir.

Türkiye’de fitne uyandırmaya çalışan mâhûtlar, etnik grup nitelemesi yaparken, soy şuuru uyandırmaya çalışarak, sadece ve alçakça ırkçılık yapmaktadırlar. Farklı bir soy şuurunu, hayatın her alanında, imanda, iradede, beklentilerde farklılığa dönüştürmeye uğraşmaktadırlar. Böylece, insanlarımızı, günümüzün ortak siyâsî ve toplumsal değerlerinden koparmaya, ortak gelecek şuur ve imanını yıkmaya çalışmaktadırlar.

Tahrik edilen, ancak, sayıları ve yurt içindeki dağılımları, etnik grup iddialarının devam ettirmelerine imkan vermeyen toplulukların tutumu, bir hemşehrilik psikolojisinden öteye geçmemektedir ve tabii olanı da budur. Daha önce de dokunulduğu gibi, bu topluluklar, gerçeği kısa sü­rede kavramaktadırlar, ama yine de üzerlerinden bir fitne rüzgarı esmiş olmaktadır.

İçinde yaşadığı toplumdan farklı bir benlik ve farklı bir mensubiyet duygusu, insanlara bugün, sırf propaganda yoluyla kazandırılabilir. Bunun imkanları görüldü, deneyleri yaşandı. Esasen, başarısız, ada­letsiz modernleşme çabalan, dengesiz iktisadi gelişmeler, insanları grup kimliklerine doğru itmektedir. Yeni zamanlarımızın kent varoşlarında iktisadî güçten ve buna katlanabilecek imandan yoksun, yalnızlığından ürken fert, kurtuluşu, herhangi bir grupla özdeşleşerek, o grubun kim­liği içinde kendisini gerçekleştirerek bulmaya çalışmaktadır. Bu bağ­lanışlarda, etnisite ile hiç ilgisi olmayan, fakirlik, eğitim yetersizliği ve benzeri sebeplerle kendisini toplumdan dışlanmış hissetmenin etkisi büyük olmaktadır. Mâhûtlar, yürüttükleri propagandalarla, bu in­sanların dinî yahut meslekî, fikrî gruplara katılmalarını, sivil toplum ör­gütlenmelerine girmelerini engelleyerek, etnik grup oluşumuna yön­lendirmektedirler. Büyük kentlerin objektifleşen, soğuk ilişkilerinden rahatsız olan insanlar, grup içi sıcak, yakın ilişkilerin doyuruculuğunu ararken, mâhûtların propagandalarına takılabilmektedirler.

Ama, önemli olan, bu duyguların toplumsal ve tutarlı bir temele da­yanmasıdır. Aksi halde, propagandanın gücü azaldığında yahut karşı propaganda halinde farklı mensubiyet duygusu kaybolabilecektir. El­bette, buradaki temelden kasıt, yukarıda anlatılan etnisiteyi oluşturan sosyal temellerdir.

Sonuç olarak, Kürtlerin Türk soyundan gelme ihtimallerini, Ana­dolu’nun ilk ve en yoğun Türkleşen yerlerinin güney-doğu bölgesi ol­duğunu, buralardaki birçok Türk aşiretinin Türkçe’yi unutarak Kürtçe konuşmaya başladıklarını hiç hesaba katmadan, diyebiliriz ki, bugün Türkiye’de, kendisini Türk sayan ve inançla Türk milliyetçiliği yapan Kürt aydınlan, bu açıdan, çok daha gerçekçi ve güçlü bir tarihî ve top­lumsal temele dayanmaktadırlar.

(1) Bkz. Nuri Bilgin, Sosyal Bilimlerin Kavşağında Kimlik Sorunu, İzmir, 1994, s. 66-72 ve sosyal hareketleri bu açıdan inceleyen, Erich Horrera, Kesin İnançlar, İstanbul 1978.

[*] Bu ifade rahmetli Peyami Safa’ya aittir, komünistlerle, devrimcilik ve ilericilik adına on­lara arka çıkanları anlatmak için kullanılmıştır. Şimdi Türk düşmanları ile, değişim, insan haklan gibi kavramlara takılarak, onların dümen suyunda gidenleri belirtmek üzere, bu ifadeyi yenilemek gereğini duyuyorum.