Necmeddin Hacıeminoğlu : Kerkük Türklerinin Kara Bahtı
Kerkük Türklerinin
Kara Bahtı
Necmettin Hacıeminoğlu
“Balam Kerkük yeller düşmüş bağrına
Boz baharda tozar tozar gidersin.
Yel neme ne eller düşmüş bağrına:
Lokmalanır azar azar gidersin.
Yiğidin yarası kan üzerine;
Tasalanma şandır şan üzerine.
Gün olur kuruyan kan üzerine;
Sınırını çizer çizer gidersin.” (1)
YETİK OZAN
Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk‘ün Irak’a yaptıkları seyahat dolayısiyle, Türk basınının bir kısmında Kerkük Türkleriyle ilgili haber ve yorumlar yayınlandı. Heyete katılmış olanlardan kanı kurumamış gazeteciler, hepimizin tüylerini ürperten hazin sahneleri tasvir etmeğe çalıştılar. Burçlarında dokuz asır Türk sancağının dalgalandığı Irak’ta, bir milyondan fazla Türk’ün, nasıl kara ile kızılın karışımından meydana gelen Baas faşizmi altında inlediğini sert çizgilerle belirttiler. Böylece, çok kısa ve geçici bir zaman için de olsa, hür Türkiye’nin talihli insanları, bize Selçuklulardan, bize Fuzuli’den, bize Kanunî, Dördüncü Murat ve binlerce Şehidden emanet kalmış öz kardeşlerinin zincire vurulmuş feci hallerini öğrenmiş oldular. İdrak ve sağduyu sahipleri şerefli bir bayrağın altında hür yaşamanın gerçek değerini anladılar. İnsafı ve vicdanı olanlar henüz yarım asır önce kaybettiğimiz Musul, Kerkük ve Bağdat’taki Türkleri, bunca zamandır düşman eline bırakıp, isimlerini bile anmayan, varlıklarından bile bahsetmeyen zihniyeti öfkeyle lanetlediler. Mü’min Müslümanlar ise, kendi vatandaşları olan Kerkük Türk’üne karşı Bulgar’dan da Moskoftan da daha zalim davranan Arap ırkçısı Irak hükümetine Allah’tan ceza dilediler… Bizim gibi, yıllardır bütün esir Türklerin dertleriyle dertlenen ve onların özlemiyle yananlara gelince… Evet, bizler de yeniden eskisinin kaç katı üzüldük. İçimiz burkuldu. Eyvah dedik. Çünkü biliyorduk ki, Türk kamuoyunu bir Nisan yağmuru gibi yakalayan esir Türkler meselesi ancak üç gün sürecektir. Heyecanlı nutuklar bantlarda, ferahlatıcı sözler kâğıtlarda ve düşünülen tedbirler de gene hayallerde kalacaktır. Yâdellerde değil, kan ve can pahasına alıp vatan edindikleri öz yurtlarında zindan hayatı yaşayan soydaşlarımızı görünce gözyaşlarını tutamayan yumuşak yürekli ilgililer, bir müddet sonra gene “Yurtta sulh, cihanda sulh” tekerlemesini en yanlış şekliyle uygulamaya devam edeceklerdir.
Dışişleri Bakanlığı gene “Kerkük” adını Irak’a gittikten üç ay sonra duyan geri zekâlılarla, “elifi görse mertek sanan” Anglo-Sakson züppelerini diplomat diye Bağdat’a gönderecektir. Millî Eğitim Bakanlığı, gene, bir mız-mız umum müdür yüzünden Bağdat ve Kerkük kültür merkezlerine iki yılda bir tek öğretmen bile tayin edemeyecektir. Şimdi içli ve duygulu makaleler yazan kalem sahipleri bir müddet sonra tekrar eski aldırmazlıklarına dönüp “insancıl ve gerçekçi” tavırlarını takınacaklardır. TRT gene, -Şaban Karataş’a, Hami Tezkan’a ve Ahmet Güner’e rağmen- haber bültenlerini baş haber olarak Portekiz’le açacak ve radyolarımızın kültür programları Batı dünyasının tezgâhtarlığını yapmağa devam edecektir. Bütün resmî kuruluşlar, eskisi gibi, dış Türklerle ilgili neşriyatı kapıdan içeriye sokmayacak ve bu konulara alâka duyanları -Turancı, faşist diye- cezalandıracaklardır.
Tabii bizi üzecek olan bunlar değildir; çünkü alışığız. Biz şu sırada Kerkük Türklerinin akıbetini merak ediyoruz. Zira, ne zaman yüksek seviyede Türk – Irak münasebeti olmuşsa, aynı anda, sosyalist ve şeriatçı Baas idaresinin Kerkük Türkleri üzerindeki baskısı şiddetle artmıştır. Meselâ, Türk Dışişleri Bakanının Bağdat’a gittiği gün sosyalist ve şeriatçı Baas cuntası hemen onbeş yirmi kişilik Türk aydınını tevkif eder. Gençleri karakollara çekip falakaya yatırır. Bu davranışın üç mânâsı vardır: 1. Irak’taki Türkler Türkiye Dışişleri Bakanı geliyor diye şımarmasınlar. 2. Baas idaresi o kadar güçlüdür ki, Çağlayangil ile karşılıklı dostluk nutukları söylenirken bile hürriyet isteyen esir Türklerin kafasını kırabilmektedir. 3. Irak Türkleri, Türkiye Cumhuriyetinin kendilerini koruyacak niyette ve güçte olmadığını anlasınlar ve iyice ümitlerini kessinler.
İşte bu yüzdendir ki, Türkiye’den Irak’a bir devlet adamının gitmesi, bir bakıma oradaki soydaşlarımızı mutlu ediyor, coşturuyor ve ümitlendiriyor ama, öte yandan da koyu Arap ırkçısı ve pembe faşist Baas idaresinin azgınlığını arttırıyor. Şimdi, sayın Korutürk’ü karşılayan soydaşlarımız isim isim tesbit edilmiştir. Ve, Ahmet Hasan El-Bekr, Türkiye Cumhurbaşkanını ziyaret sofrasında ağırlarken, onu alkışlayan Türkler de birer birer karakollara çekilip dövülmeğe başlanmıştır. Bu dayak, işkence ve baskı aylarca devam edecektir. Halbuki bizim devlet erkânı oradaki soydaşlarımıza faydalı hizmetlerde bulunduklarını sanmaktadırlar…
Sayın yetkililer, resmî nezaket ziyaretleriyle meseleler halledilebilseydi, yeryüzünde dert ve dâva kalmazdı. Yıllardır Bağdat’a, Tahran’a, Bulgaristan’a, Afganistan’a, Moskova’ya ve Atina’ya gidip gelmektesiniz. Şimdiye kadar bu ülkelerdeki milyonlarca esir Türkün hak, hukuk ve hürriyetleri hakkında neler elde ettiniz? Bir milyonluk Irak Türk’üne onüç milyonluk İran Türk’üne, yedi milyonluk Afganistan Türk’üne, altmış milyonluk Rusya Türk’üne, onbeş milyonluk Kızıl Çin Türküne, üç milyonluk Bulgaristan Türk’üne, yarım milyonluk Yugoslavya Türk’üne, üçyüzbin Suriye Türk’üne ve ikiyüzbin Batı Trakya Türk’üne ana dilleriyle, yani Türkçe öğretim yapma hakkını tanıtabildiniz mi? Onlara yapılan insanlık dışı zulmü hafifletebildiniz mi?
Bunlardan vazgeçtik; komünist ve faşist devletlerin işgali altındaki Türklere karşı uygulanan eritme, sindirme ve öldürme hareketlerini Türk milletine duyurdunuz mu? Birleşmiş Milletlere şikâyet ettiniz mi? İslâm ülkeleri toplantısında ele aldınız mı? Dünya kamuoyunu, kilise teşkilâtlarını ve çeşitli “insancıl” kuruluşları yardıma çağırdınız mı? Esir Türk illerinden kaçıp bayrağımızın gölgesine sığınan Türk mücahidlerine devlet olarak sahip çıktınız mı? Onları, Türk dünyasını temsil etsinler diye senatoya seçtiniz mi? Çeşitli loca ve çevrelerin ileri gelenleri ince kulislerle senatoya sokulurken, seksen milyonluk esir Türkler adına sekiz tane mücadeleci gaziye kontenjan ayırdınız mı? Binbir çileye katlanarak Türkiye’ye gelen esir Türk gençlerine üniversitelerin kapısını açtınız mı? Fakültelerinizde Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Latin, Yunan, Rus, Arap, Fars ve Hitit dillerine, edebiyatlarına ve kültürlerine dair kürsüler olduğu gibi, bugünkü dış Türklerin san’at ve edebiyatlarını araştıracak bir tanecik kürsü yahut enstitü kurdunuz mu? TRT’nizde Türk dünyasına dair herhangi bir haber, film, yorum veya müzik, edebiyat, san’at programı yayınladınız mı? Yılda bir defa olsun, gazetenizin yarım sayfasını bir Türk ülkesine ayırdınız mı? Roman, hikâye veya sinemanızda -ülkücü san’atkârlar dışında- herhangi biriniz esir Türklerin derdini dile getirdiniz mi? Bunları ne diye yapacaksınız? Önemli işleriniz var.
(1) Yetik Ozan, Atmaca Uçurumu, Töre – Devlet yayınları, 1973 Ankara.
KAYNAK: Necmettin Hacıeminoğlu, MİLLİYETÇİLİK-ÜLKÜCÜLÜK-AYDINLAR, Töre-Devlet Yay. ; 1976; s. 211-215.