Muhammed SALİH: Taşkent’te Türkler (1986)
Taşkent’te Türkler (1986)
Muhammed SALİH
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun tarafından yazılan “Muhammed Salih ile Taşkent’te Karşılaşma” anısının Muhammed Salih’in kaleminden anlatımı:
TÜRKLER
1986’nın Ekim ayında, Taşkent’te dünya Türkologlarının konferansı gerçekleştirildi. Konferansa Avrupa ve Asya ülkelerinden uzman alimler katıldılar. Türkiye’den gelen heyet epey kalabalıktı. Daha önce Türkiye’den, Orta Asya’ya hiç bu kadar kalabalık “heyet” gelmemişti.
Konferans “Vıcokovoltnıy” bölgesinde bulunan Özbekistan İlimler Akademisi’nin toplantı salonunda yapıldı ve birkaç gün devam etti. Romantik bir Türkolog vardı. İştvan Mandoki. Kumral Macaristanlı Kıpçaklardan, o bizi Türk heyeti ile tanıştırmıştı. Türklerden sormayı ve duymayı istediğimiz bir çok şey vardı ama bizim Oğuzcamız, onların Özbekçesi derin mevzulara girecek derecede mükemmel değildi. Türklerle sohbetleşmek isteyen Özbeklerin hepsi yazarlardı. Bize yakın dostlarımız, daha önce sözünü ettiğim “idealistler” idi. Türkleri, çay içmeye davet ettik. Önce şair Miraziz A’zam’ın evinde, sonra benim evimde sofra serdik. Bizim dostların, Türklere “Buyur, içkiden, niye içmiyorsun?” diyerek hayrete düştükleri hâlâ aklımdadır. Bizi, bu insanların içkiye karşı olan lakaytlıkları çok şaşırtmıştı. Sovyet insanları için sofraya içki konulmayınca, kimsenin ona saygı göstermeyeceğini Türkler bilmiyorlardı. “İç, iç” diye misafire üstelememenin, misafir ağırlamaya darbe olduğunu da avam Türkler bilmiyorlardı.
O zaman misafirlerden biri olan Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’dan, “Türkçülüğün esasları” kitabını bize göndermesini rica etmiştim. İki ay sonra başka bir Türk alimi Dursun Yıldırım vasıtasıyla bu kitabı yollamıştı. O zamanlar bu tip kitaplar yasaklıydı ve bu sebeple bu kitabın Taşkent’e gelmesi dahi bir macera olmuştu. Daha sonra kitabı tercüme ettik. Tercümeyi çabuk bitirmek için onu üçe bölerek bir kısmını Miraziz A’zam’a, diğer kısmını Abdukadir adlı tarihçi bir gence teslim etmiştim. Kitap basılmak için değil, yakın dostlarımız olan beş altı kişi arasında okumak için planlanmıştı.
Türkleri, metal üzerine resim yapan Aman Aziz’in oğlunun sünnet düğününe götürdüğümüzü hatırlıyorum. Türkler epey eğlenmişlerdi. Onlar, ata yurt kabul ettikleri Türkistan’da bir düğünde bulunmaktan gayet memnundular. Hepsi samimi, sade, tatlı dilli kısacası Türklerdi. Onların içinde Nazım Hikmet ve Aziz Nesin gibi yazarları sevenler yokmuş. Bize başka yazarların isimlerini söylediler. En büyük Türk şair ve yazarları bunlar dediler. Biz bu hususta sohbetleşemedik çünkü Türk edebiyatını iyi tanımıyorduk. Konuklarımız ise Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’nde Türk olarak yaşadığını bilmiyorlardı. Rus şairi Andrey Voznesenskiy “Literaturnaya Gazeta”da yayınlanan hatırasında şunları anlatıyordu: Kıştı, Nazım Hikmet göğsünü üşütmemek için gömleğinin içinden göğsüne gazete sarardı… biz yolda giderken arabayı polisler durdurdu ve uzun süre bırakmadı. O zaman şoför, polise bakarak “Niçego ne ponimayet, on huje Turka” (“Bu adam Türkten de beter, hiç bir şey anlamak istemiyor!”) deyince şoförün yanında oturan Nazım Hikmet çok öfkelenmişti. Bu olayı misafirlere anlatmak mümkündü ancak onların yıllar boyunca oluşan idealist görüşlerini küçük bir hikayeyle değiştirmek mümkün değildi. Bunun ev sahipliği yapan Miraziz A’zam da, Rauf Parfi de, İbrahim Hakkul da farkındaydı.
Türkler, bizim üzerimizde çok yakın kardeşlik duygusu izlenimi bıraktı. Yeniden yapılanma başlayıp da alâkalarımız arttığında bu dostları daha da yakından tanıdık.
KAYNAK: Muhammed Salih, Yolname, Ötüken Yay., İstanbul-2002, s. 97-98.