# Etiket
##GENEL

“Turan Teşkilatı” / Cihangir Muhammed’le Mülâkat

Arslan TEKİN
arslantekin53@yahoo.com

Orta Asya’ya kapı tam aralanmalı

3 Kasım 2017 Cuma

Türk ülkeleri, kendiliklerinden, biri hariç, vuruşmasız bağımsızlarını kazanınca Türkiye’yi heyecan dalgası sarmıştı. (Azerbaycan vuruşarak bağımsızlığını alabildi. Halk Cephesi iktidarı geldi ama rahat bırakmadılar. Ermenistan saldırıları, arkasında Rusya ve Batı devletlerinin olması… 1993’te Elçibey‘in indirilmesi… Yakın tarihin ayrıntılarını bilmeliyiz ve bilerek yoruma gitmeliyiz. Türk dünyasının neden kendi başlarına bırakılmadığını, neden “emperyal güçler”in ipleri elde tutmak istediğini Azerbaycan’ın Sovyet sonrası ilk dönemleri incelendiğinde idrâk edilebilir. Tahlil için meselâ; Millî Düşünce Merkezi’nde, 4 Eylül 2011’de yayınlanan “Azerbaycan Felâketinin Başlangıcı-Ebulfez Elçibey” makalesini okuyabiliriz.)

Orta Asya nasıl ki, bizim doğudaki uzantımızsa, Balkanlar da Batıdaki uzantımızdır. Her iki yönü ayırt etmiyoruz. İki tarafa sık gittim. İki tarafı da ayrıntılı inceledim. Balkanlardaki Müslüman unsurlar, hatta birbirlerine girseler bile Hristiyan unsurlar, el uzattığında sana geliyorlar. “Müslüman unsurlar” dediğime bakmayın, Onlar Osmanlı bakiyesi “Türkler”… “Türk” diye adlandırırsanız, içinde fesatçılık olmayanların dışındakiler size ayrı bir muhabbet duyarlar.

Özbekistan’da, İslâm Kerimov sonrası yeni bir döneme girildi. Kerimov‘un yerine geçen Şavkat Mirziyoyev, geçen ay sonunda Türkiye’deydi. Daha önce, ay içerisinde Mirziyoyev (soyadındaki “o” a okunur.), Kazakistan’da R. T. Erdoğan‘la görüşmüştü. Yine ay içinde Yeni Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, Taşkent’e gitmişti.

En son, Kars-Tiflis-Bakü Demiryolu’nun açılış törenine, Özbekistan Başbakanı Abdulla Aripov (Abdullah Arifov) da katıldı. Çünkü bu demiryolu bütün Orta Asya’yı Batı’ya bağlıyor ve Rusya ve Ukrayna ister istemez devrenden çıkıyor.

Şunu bilmeliyiz… Geçmişte, hususiyetle milliyetçi çevreler de büyük hatalar işlendi. Orta Asya ülkelerinin iç işlerine yön vermeye kalkışıldı. Muhalifler ön plana çıkarıldı. Bizim de zamanında yazılarımız, röportajlarımız olduğunu itiraf etmeliyim. Bir başka devletin iç işlerine karışamayız, Kendi meselelerini kendileri hallederler. Geçmişte, Kerimov, muhaliflerin gönderilmemesine kızdığı için ilişkileri en alt seviyeye indirdi. Öğrenci gelmesinin önünü kesti. Öyle an geldi ki, Türk şirketlerinin bile kapılarına kilit vuruldu.

Bunlar geçecek inşallah… İlk elde şu vize meselesine bir çare bulunmalı, kapıda vize uygulamasına geçilmelidir.

Prof. Dr. Ali Erbaş‘ın Özbekistan’a gitmesini anlamlı buluyorum. “Doğru İslâm” için Türkiye’ye ihtiyaç var. Vahhabîler, Orta Asya’da epey kök salmıştı. Türkiye’den de değişik grupların yapılanmaları oldu. Öyle yapılanma ki, kendi giyim kuşamlarını bile Orta Asya’ya taşıdılar. Sarıklar, şalvarlar… Neredeyse gözü kapatan giyimler… Hiç alışılmayan, yadırganan şekil Müslümanlığı…

Aşırılıkların önüne geçilebilmesi için Türkiye Diyanet’iyle işbirliği akıllı bir yoldur.

(90’lı yıllarda, bir süre Türkiye kalan ve sonra ABD’ye giden eski milletvekili o zamanki muhalif Cihangir Muhammed‘le ayrıntılı görüşmüştüm. O artık kendi dünyasında. Muhalif çalışması yok.  Sovyetler ve hemen sonra dönem için bu röportajımız tarihî vesika niteliğinde… İnternette bu yazımın altında okuyabilirsiniz.)  

***

Cihangir Muhammed’le Mülâkat

Röportaj: Arslan Tekin

 

Cihangir Muhammed, Özbekistan’ın tanınmış gazetecisidir. Milletvekilliği yaptı.  1990’lı yılların başında Özbekistan’dan Türkiye’ye gelmişti. “Muhalif” tanıyordu. Bir ara aynı gazetede de çalıştık. Türkiye’de “Turancı” çevreler, Cihangir Muhammed’e sahip çıktılar ve kolladılar. Fazla kalmadı; zamanında ailesi aynı ülkeden göçmüş bir “bakan”ın desteğiyle, ABD’ye gitti. Sonra ne olduğunu bilmiyorum. Görüşmedik. Muhalifliği bırakmıştı. Hiçbir yerde adı geçmiyordu. Bu röportaj, 1996’da, Türkiye’de, Turan Kültür Vakfı’nın yayınladığı “Şehitler Hıyabanı” adlı kendi kitabının başında “Bir Turan Yolcusu” başlığıyla yer almıştır. Yaşadıkları, hissettikleri yakın tarihi aydınlatacak nitelikte… Belge niteliği taşıdığı için, araştırıcılara bir yararı olur, meraklıları okur diye yayınlıyorum. Yukarıdaki yazımda da belirtiğim ve sık vurguladığım bir hususu yine tekrarlayacağım. Her ülkenin muhalifi kendisine… Bizim ilişkilerimiz mevcut yönetimle olmalıdır… Muhatabımız mevcut yönetimlerdir.

***

– Cihangir Muhammed kim? Kendi ağzından dinleyelim…

– 1955 senesinde Semerkand’da doğdum. Babam komünist yönetimde “Halk Denetimi Kurulu”nda memur olarak çalışıyordu. Yolsuzlukların üzerine gittiği için 1977 yılında öldürüldü. Babamı öldürenler, suçlarını örtbas etmek için katili de hapishanede öldürdüler. Annem, anemi (kan kanseri) hastalığından kırk iki yaşında vefat etti. Bu hastalık, o dönemde Özbekistan’da çok yaygın idi. Çünkü, ülkemizde çok yetiştirilen pamuk için B-58 adlı kimyasal bir madde kullanılıyordu Bu madde, İkinci Dünya Harbi’nde Almanlar tarafından toplama kamplarında insanları yok etmek için üretilmişti. Aynı maddeyi Ruslar da üreterek Alman esirlerini topluca yok etmek için kullandılar. Sonra da bunu, pamuk bitkisinin yapraklarını döktürmek ve dalda kalan pamuklan topla­yabilmek için kullandılar. Bu ise, Türk insanının sağlığı­nı tehdit etti. O dönemde bünyeleri zayıf olduğu için kadınların yüzde sekseni, anemi hastalığına yakaland­ılar. Çocukların ölümü ise, Afrika’da açlıktan ölen insanlardan kat be kat fazla idi. Benim sonradan siyasete atıl­mamın sebebi, halkımın maruz bırakıldığı bu tür “katli­amlar” ve hürriyetlerin kısıtlanması, ülkemin işgal altın­da bulunması idi.

Bizde ilkokul, birden onuncu sınıfa kadardır. Okula Semerkand’da başladım. Bir Yahudi öğretmenimiz vardı. İkinci sınıfta idim. Bize “Lenin dedemdir” şiirini ezberletiyordu. Ben “Lenin benim dedem değil” dedi­ğim için sekiz yaşında hapse girdim. Okulun bir odasında gece saat 10:00’a kadar karanlıkta kilitli bıraktılar. Sonra annem gelip beni aldı. Bu olay benim Lenin‘e ve ideolojisine karşı düşmanlık duymama yol açtı.

10 yıllık okulu bitirirken birinci olanlara altın madalya verilirdi. Ben de birincilikle bitirmiş ve altın madalyayı almaya hak kazanmıştım. Madalyayı alabilmem için okul müdürü evimize gelip annemden 300 ruble (o dönemde 200 dolar karşılığı) rüşvet istedi. Müdür beni çok seviyordu. Annem parayı denkleştiremeyeceklerini söyleyince müdür ağladı. Dedi ki. “Bu rüşveti yukarıdakiler istiyor. Vermezseniz madalya başkasına geçe­cek.” Ben hakkım olan madalyayı rüşvet vermediğim için alamadım.

Bu okulu bitirdikten sonra Taşkent Üniversitesi Jurnalistike (Gazetecilik ve televizyon-radyoculuk) Fakül­tesi’ne girdim. Daha bilinci sınıfta iken annem vefat etti. Ben gündüz gazetelerde çalışıp gece okumak zorunda kaldım. Mezun olduktan sonra gazeteciliğe devam et­tim. Gazetelerde yolsuzlukların üzerine gidiyordum. Ülkede tanınmaya başlamıştım. Ezilen kesim beni çok seviyor, yöneticiler ise benden çekiniyordu. Yolsuzluk­ların üzerine gitmem pek çok insanı bana düşman etmiş­ti. 1 Aralık 1985 tarihinde evimizi ateşe verdiler. İki çocuğum, karım ve ben mutlak ölümden döndük.

– Sovyet yasakları altında Türklük duyguları nasıl uyandı?

– Üniversitede bazı hocalarımız kimliğimizi, Türklü­ğümüzü tanıtıcı bazı kitapları gizlice veriyor, biz o kitap­tan gece sabaha kadar evimizde okuyor, sonra hocalarımıza geri veriyorduk. Gizli okuduğumuz kitaplarımız Gaspıralı İsmail Bey’in, Prof. Dr. Ahmet Zeki Velidi Togan‘ın, büyük şairimiz Abdülhamid Çolpan‘ın, Ziya Gökalp‘in kitapları idi. Hatta TimurBabür Şah gibilerin hayatları hakkında kitaplar da yasaktı. Bunlarla ilgili kitaplan da hocalarımızdan gizlice alıyorduk.

-Bu kitaplar Özbekistan’a nasıl girmişti?

-Hocalarımız milletlerarası toplantılar için yurt dışına çıkarlardı. “İlmî araştırmalara lâzım, onların nasıl şöven oldukları, nasıl halk düşmanı olduklarını ortaya koya­cağız.” diyerek rahatça ülkeye sokabiliyorlardı. Hoca­larımız el yazması eserlerin bulunduğu kütüphanelerde çalışma yapabiliyorlardı. Tarihî şahsiyetler ve Ruslara karşı yüz elli yıl sürmüş mücadelelerle ilgili bilgileri top­larlar, onları el yazısıyla broşür hâline getirirler ve millî konularda hassas olduklarına inandıkları talebelere giz­lice verip okuturlardı. Bazı hocalarımız bu notları basma­ya teşebbüs ettiler. Ancak KGB tarafından yakalanarak üniversiteden kovuldular.

-Türkiye hakkında bilgi edinir miydiniz?

-Moskova’da yazarların “Literatürneye Gazeta” (Edebiyat Gazetesi) isimli çok sayfalı haftalık araştırma yayını vardı. Her sayısında Türkiye aleyhine en az bir makale çıkardı. Biz bunu okur, olayın tersinin doğru olduğu sonucunu çıkarır, Türkiye hakkında da böyle bilgi edinirdik. En çok Ülkücüler ve Bozkurtlar hakkın­da yazı çıkardı. Ülkücüleri “Turancı” oldukları için dünyanın en tehlikeli teşkilâtı gösterirlerdi. Ruslar Ülkücü­leri böyle tanıttıkça, biz onların Türk menfaatleri ve birliği taraftarı olduklarını anlardık. Ve Ülkücülere bü­yük sempati duyar, ülkemizde de böyle teşkilâtlanmanın hayalini kurardık. İleride anlatmak istiyordum, yeri geldi söyleyeyim… Gorbaçov döneminde, Taşkent’te “Turan Teşkilatı”nı kurmam ve başkanı olmamda ‘Edebiyat Ga­zetesi”nde Ülkücülerin aleyhindeki yazıları, tersinden yorumlayarak doğru bilgiye ulaşmamızın büyük etkisi vardır.

-Üniversiteden ne zaman mezun oldunuz?

-Üniversiteden 1980 yılında mezun oldum. Üniver­sitede sekiz yılım geçti. Bunun içinde iki senesi askerlik hizmetidir. Askerliğimi Moğolistan’da yaptım.

-Niçin Moğolistan’a gittiniz?

-Moğolistan 1921 yılından itibaren Rusların hâkimi­yetinde idi. Moğolistan’ da Orkun Abideleri yakınında askerlik yapıyordum. Abidelerle nasıl karşılaştığımı anlatmam ilgi çekici olacak. Ben Generalin özel kalem müdürü idim. Birkaç askeri, tatbikata götürüyordum. Yolda karşımıza kocaman dikili taşlar çıktı. Etrafı da telle çevrilmiş ama telleri tutan direkler yıkılmıştı. Bakımsız bir alan içinde bir sürü dikili taş. Bir kısmı da yıkık ve parçalanmış. Filşin adındaki bir Rus Kalaşnikofunu çı­kardı, bana dönerek “Komutanım, bu taşlar çok güzel hedef olur. Tatbikatı burada yapalım” dedi ve hemen ateş etmeye hazırlandı. İçgüdüyle Filşin’in eline yapış­tım, ateş etmesini engelledim. Dedim ki: “Ne yapıyor­sun, dur… Belki burada dedem yatıyor, beki bunlar dedeme ait taşlardır.” Aynen böyle olmuştur. Bunları bana Allah söyletiyordu. Taşların ne olduğunu anlamak için alanı gezdik ama bir sonuç çıkaramadık. Tatbikatı­mızı başka yerde yaptık.

Çayır (Moğolca Cehennem demek) adlı köyde kalı­yorduk. Bu taşların ne olduğunu öğrenmek merakı için­deydim. Etrafımda kimse bir şey bilmiyordu. Üç dört ay sonra askeri birliğe siyasi ders vermeye Moskova’dan bir öğretim üyesi gelmişti. Hemen ona sordum, taşların ne olduğunu… Orkun Abideleri deyince, son derece duygulandım, içimden ağlamak geliyordu. Bundan sonra hep o bölgeye giderek Orkun Abideleri’ne bakıp bakıp tarihimi düşündüm, milletimin esaretten kurtul­ması için hep dua ettim. Çoğu zaman gözlerim yaşlı birliğe dönerdim.

– Hangi gazetelerde çalıştınız?

– Çalıştığım gazeteler Özbek Türkçesinde yayınlanan “Özbekistan Avazı”“Taşkent Hakikatı” ve “Zerefşan” idi. Özbekistan Avazı‘nın adı komünist yönetim sırası­nda “Sovyet Özbekistanı” idi. 1987 yılında bu gazete adına Afganistan’a gittim. Sınır kapısı Hayratan’dan girip başşehir Kabil’e kadar gittim. Sovyetler Afganistan’ı işgal etmişti, Afgan mücahitleri ülkelerini işgalden kur­tarmak için savaşıyorlardı. Bağlan bölgesinin Pulihumri şehrinde, o sırada hükümete bağlı Afgan komutanı, Özbek Türk’ü Abdülreşit Dostum ile görüştüm. Dostum, Sovyet taraftarı hükümete bağlı olmakla beraber, Rus işgaline karşı idi. Bana Rusların üç hatasını saydı: “1. Ruslar bu ülkenin halkını çok zayıf gördü. 2. Ruslar önce bizim medeniyetimize ve kültürümüze saldırdı. 3. Rus­lar Afganistan’da ebedî kalmak istedi. Bu üç sebep Rusları Afganistan’dan geri döndürecektir.”

Taşkent’e döndükten sonra bu röportajlarımı gaze­temde seri olarak yayınlamak istedim. Röportajlarım Rusların aleyhinde idi. Gazete yöneticileri yayınlamaya korktular. “Kışlak Hakikati” adlı gazetenin Ahmet Can Muhtarov adlı cesur bir yöneticisi vardı. O, tereddüt etmeden yayınladı. Hakkımızda Özbekistan Komünist Partisi Merkez Komitesi ve KGB soruşturma başlattı. İkimizi “vatan hainliği” suçu ile yargılamaya başladılar. Bu arada Gorbaçov‘un komünistlere hitaben yazdığı gizli mektubu gelmiş, mektup komünist yöneticilerin hepsine imza karşılığında okutulmuştu. Gorbaçov Sov­yet ordusunun Afganistan’a girmesinin hata olduğunu yazmıştı. Bu sebepten hakkımızdaki soruşturma da düştü. Sovyetler, 1988’de Afganistan’dan çekilmeye başladıktan sonra bu röportajımla “Sovyetler Birliği Gazeteciler Cemiyeti” tarafından “yılın gazetecisi” se­çildim. Ve Türkiye ziyareti ile ödüllendirildim.

– Ne zaman geldiniz Türkiye’ye?

– 1988’in kasım ayında. Sovyetler Birliği’nden 36 gazeteci bir ay Türkiye’yi gezdik. Türkistan’dan tek ben­dim. Türkiye’den döndükten sonra “Yapıg Eşiğin Açılışı” (Kapalı Kapının Açılışı) başlığı ile seri röportaj yazdım. Bu röportajımın kaderi de aynı Afganistan rö­portajımın kaderine benzedi. Çalıştığım “Sovyet Özbekistanı”nda değil, “Kışlak Hakikati”nde yayınlayabil­dim. Bu röportajlardan birinin başlığı Atatürk‘ün “Hâki­miyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözü idi. Bu yüzden hakkımda soruşturma açıldı. “Milliyetçi” olmakla suçlandım.

– Siz nasıl milletvekili seçildiniz?

– Hem gazeteci hem de hak peşinde olduğum için çok soruşturmaya uğramamdan dolayı ülkemde meşhur olmuştum. Gorbaçov, 1989’da cumhuriyetlerde hür seçim yapılması emrini verdi. Özbekistan Komünist Partisi yönetimi bu emre uymadı. Kendi hazırladığı listeyle seçime girdi. Halk da komünistler karşısında bağımsız adaylar çıkardı. Böylece 1990 seçimlerinde Özbekistan’ın 500 kişilik tek partili parlamentosuna 75 bağımsız milletvekili de girdi. Bunların da birçoğu Komünist Parti listesinden seçildi. Komünist Partisi de halkın tavrı karşısında bağımsız adaylar göstermek zo­runda kalmıştı. Partiye bağlı olmayan benim gibi aday­ların çekilmesi için baskı uygulamaya kalktılar. Komü­nist Parti ikinci Başkanı Rus asıllı Anişçev başkanlığında bizi soruşturmak için bir komisyon kuruldu. Komisyon benim gibi beş milliyetçinin meclise girmemesi için açı­ğımızı araştıracaktı. Hakkımızda yolsuzluk bulamadılar. Ama dedem Murtaza “Basmacı” idi. Dedemin babası Hacı Beg de basmacıların komutanı idi. Basmacı, Rus işgaline karşı savaşan Türk milliyetçilerine denir. Gazetelerde “Vatan haininin torunu milletvekili olamaz” diye haberler çıkmaya başladı. Benim milletvekili adaylığımı kabul etmediler. Araya Sovyet Gazeteciler Cemiyeti’ne üye milletvekilleri girdiler. Onlar durumu Gorbaçov’a anlattılar. Gorbaçov “Torunlar dedelerinin yaptıkları­ndan mesul değiller.” diyerek benim aday olmamı sağ­ladı.

Ben de Semerkand bölgesinden Özbekistan parla­mentosuna milletvekili seçilir seçilmez, yazdığım ilk makaleye ‘Torunlar dedelerinin yaptıklarından mesul­dür!” diye başlık attım ve dedemin bağımsızlık mücade­lesinin haklılığını yazdım, kendimin de bu yolda olduğu­nu belirttim.

– Millî teşkilâtlanmayı nasıl gerçekleştirdiniz?

– Gorbaçov‘un Peresroyka ve Glastnost politikası döneminde bütün Sovyet cumhuriyetlerinde bağımsız­lık hareketleri başladı. Bu dönemde Özbekistan’da “Birlik Halk Hareketi” ortaya çıktı. Ben de Semerkand ‘da bu hareketin içerisindeydim. Sonradan “Birlik Hareketi”nden “Erk Partisi” ayrıldı. Ben milletvekili iken muhalefetteki bu partiye bağımsız milletvekili arkadaş­larımla üye oldum. Ben bu partinin başkan yardımcılığını ve “Erk” gazetesi başyazarlığını yaptım.

Parlamentoda da, bağımsızlık taraftan milletvekille­rini “Teşebbüs” adıyla gizlice teşkilatlandırdım. Teşkila­ta 41 milletvekili katılmıştı. Özbekistan’ın bağımsızlığını ilân etmek için bir bildiri hazırladık. 20 Haziran 1990’da meclis kürsüsünden bildiriyi okuduk ve bağımsızlığı­mızı ilân ettik. Parlamentoda bağımsızlık kararı kabul edildi.

Şimdiki Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov, o sırada Özbekistan Komünist Partisi Başkanı idi. Mecliste Kerimov“Sovyetler Birliği’nden ayrılmak Özbe­kistan’ı mahvetmek demektir. Özbekistan bağımsız devlet olarak yaşayamaz. Siz Özbekistan’ın arkasından bıçak vuruyorsunuz. Hainlik ediyorsunuz.” dedi. Ve bağımsızlık kararının ilân edilmesini yasakladı. Biz ise sokakta halkı toplamaya başladık. Bundan sonra mecbu­ren ilân etti. Ancak bağımsızlık bildirisinin Sovyetler’e karşı olan bölümlerini değiştirmişti. Bunun karşısında biz de bildirinin aslını elle çoğaltarak halka dağıttık.

Komünist Partisi’nin olağanüstü toplantısında “Biz Sovyetler Birliği’nden ayrılmayacağız” kararı alındı ve Parlamento Başkanı bağımsızlık deklarasyonunu gün­deme soktuğu için başkanlıktan indirildi. Aradan bir sene geçtikten sonra Sovyetler Birliği dağıldı… Özbek­istan ister istemez bağımsız kaldı. Kerimov da “bağım­sızlığı sağlayan kahraman” oluverdi!

– Turan Teşkilâtı’nı kurdum demiştiniz…

– Milletvekili seçildikten sonra Türkistan Turan ülkü­sü taraftarı aydınları, milletvekillerini birleştirmek amacıyla “Turan Teşkilatı”nı kurduk. Birinci gayemiz Türkistan ve Turan’ın tarihini millete anlatmaktı. Çünkü yetmiş yıl Rus işgalinde kalan halkımıza kendi tarihi unutturulmuştu ve onlara sahte bir tarih öğretilmişti. Satkınlar (satılmışlar) kahraman olarak tanıtılmıştı. Kah­ramanlar ise, milletin düşmanı ilân edilmiş veya onlar sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi, adları tamamen silinmişti. Bütün bunları halkımıza öğretecektik. Bunun için kitap yayınlamaya ve belgesel araştırmalara giriş­miştik.

İkinci gayemiz, Orta Asya’da Türk boylarının arasını açan kışkırtmaları araştırıp ortaya çıkarmaktı. Üçüncü gayemiz, “Türkistan Birliği” kurmaktı.

– Türk boylarının arasını açan kışkırtmalar… Nedir bunlar?

– Vahit (birleşik) Türkistan’ı parçalayan Ruslar Türkleri ayrı ayrı millet olarak gösteriyorlardı. Her biri için ayrı alfabe, ayrı tarih ve ayrı edebiyat icat edilmişti! Türk âlimlerini de ayırmışlardı. Mesela İbn-i Sina‘yı Tacik, Farabî‘yi Kazak, Ali Şir Nevaî‘yi Özbek göstermişlerdi. Ruslar bu kadarla kalmayıp Kazak, Azeri, Özbek, Kırgız… gibi bütün Türk boylarını da birbirlerine düşman edecek bir ideoloji ortaya koymuşlardı. Sonunda Özbekistan’da yaşayan Ahıska Türkleri ile Özbek Türklerini birbirine düşürdüler. Arkasından Özbek ile Kırgız Türk­lerini karşı karşıya getirdiler. Çok kan aktı. Ben milletve­kili seçildikten sonra parlamentoda bu kışkırtmaları araştırma komisyonu kurulmasını istedim ve kendim de bu komisyonda yer aldım. Biz meseleleri araştırdık. Türklerin KGB tarafından birbirine düşürüldüğünü bel­gelerle ortaya çıkardık. Bu dönemde ben parlamento­nun Glastnost (Aşkaralik-Açıklık) Komisyonu başkan vekili idim. KGB dosyasını hazırlayıp parlamento gün­demine getireceğimiz günün bir gün öncesi akşamında hükûmet bütün raporlara el koydu. Parlamentoda otur­duğum odanın kilidini kırarak raporları zorla aldılar.

Ancak ben tedbirimi almıştım. Başıma böyle bir iş geleceğini tahmin ettiğim için belgelerin kopyasını çı­karmış ve başka yere saklamıştım. Bu belgelere dayana­rak “Dönmeyen Kan” adlı kitabımı yazdım. 1991 yılının Ekim ayında biz bağımsız milletvekilleri olarak parla­mentoda Cumhurbaşkanına güvensizlik talebini günde­me getirdik. İslam Kerimov, bizimle anlaşma yoluna gitti. Biz, Türkleri birbirine düşüren belgeleri açıklamak, söz ve basın özgürlüğü, özgür seçimler istedik. Bunun yanında Türkistan Cumhuriyetleri Konfederasyonu kurma zamanı geldiğini ve bunu yapma zaruretini gün­deme getirdik. İslam Kerimov, bu isteklerimizi kabul etti ve bizimle anlaşmaya vardı. Bu anlaşmadan sonra ben kendisinin ve bağımsız milletvekillerinin isteği ile Kerimov’un danışmanlığına getirildim. Ancak Kerimov sö­zünde durmadı.

– Nasıl sözünde durmadı?

– Biz verilen söze güvenerek, Türkleri birbirine düşü­ren Rus kışkırtmaları hakkında on altı belgesel hazır­ladık. Ancak, belgesellerin televizyonda yayınlanması engellendi. Kerimov dedi ki: “Televizyon içinde bir mafya var. Benim gücüm yetmiyor. Sen televizyon kurumunun başına geç, bunların hepsini kendin yayınla.” Ben de razı olup Özbekistan Televizyon Kurumu’nun başkanlığına geçtim.

– Hem milletvekili hem de Televizyon Kuru­mu başkanı olabiliyor muydunuz?

– Bizim kanunlar buna müsait. Ben Televizyon Kuru­mu başkanlığına geçtiğim günlerde, 16 Ocak 1992’de Taşkent’te üniversite talebeleri hükümete karşı ayak­landılar. Hükûmet talebelere ateş açma emrini verdi.

– Ölenler oldu mu?

– Resmî açıklamalara göre 4 talebe öldü, 63 talebe de yaralandı. Ama, bu rakamlar gerçek değildir. Ölü ve yaralı sayısı daha fazladır. Hükümet sert tedbirler aldı; gösteriye katılıp da yakalanan birkaç bin öğrencinin hepsini okuldan atarak, yahut vilayet enstitülerine yolla­yarak evlerine, köylerine gönderdi. Hiçbiri okullarına dönemediler. Ben Televizyon Kurumu başkanı olarak eylemler hakkında da belgesel hazırlattım.

Bu belgeselleri yayınlamaya başlayacağımızı tele­vizyondan duyurduk Yayınlamaya 15 dakika kala Baş­bakan yardımcısı Erkin Samandarov başkanlığında bir grup Televizyon Kurumu’na gelip Cumhurbaşkanı adına bütün belgelere el koyduklarını, TVde sansür (sansürü KGB uyguluyor) uygulanmaya başlandığını açıkladılar. Ben de budurum karşısında istifamı verdim. Bu olaylar hakkında da yine belgelere dayanarak “Saray Oyunları” adlı kitabımı yazdım. Bu kitap muhalefetin yurt dışında basılan “Erk” gazetesinde günlerce yayınlandı.

– Kurumdan ayrıldıktan sonra ne yaptınız? Sadece milletvekili olarak mı kaldınız?

– Turan Teşkilâtı’ndaki çalışmamı devam ettirdim. Sonra muhalefetteki Erk Partisi’nin ideoloji masası baş­kan yardımcısı seçildim ve Erk gazetesinin başyazarı oldum. Ancak hükümet, Erk gazetesini hiçbir sebep göstermeden 7 Şubat 1993 tarihinde kapattı. Ben aynı zamanda milletvekili olduğum hâlde, Taşkent’teki evimden polis gücüyle alınarak Semerkand’a sürgün edildim. Bu arada hükümet Turan Teşkilâtı’nı da bir saat içinde kapatıp her şeyine el koydu.

Türkiye’de Antalya şehrinde 21 Mart 1993 günü toplanan Türk Dünyası Kurultayı’na davet edilmiştim. Semerkand’da sürgündeyken kurultaya katılmak için Türkiye’ye geldim. Döndükten sonra 17 Haziran’da hapse atıldım. O gece sabaha kadar benim öldürülmem için emir verilmiş. Bunu üç general biliyordu. Bunlar­dan biri, beni hapisten kaçırtarak Semerkand dışına götürdü. Kaçışımdan sonra on sekiz akrabam gözaltına alındı. Hatta kızkardeşimi altı yaşındaki çocuğuyla bir­likte hapse atalar.

– Semerkand dışına götürüldükten sonra nere­ye gittiniz?

-Kırgızistan sınırına doğru yürümeye başladım. Köylerden geçiyordum. Meşhur olduğum için halk beni tanıyordu. Beni hiçbiri hükûmete bildirmedi. Sınıra yakın köye geldiğimde beni traktörle gizlice Kırgızistan ‘a geçirip Oş şehrine getirdiler. Azerbaycan’a geçmek istiyordum. Onun için önce Kazakistan’a, oradan Rusya’ya, ardından da Bakü’ye gitmem gerekiyordu. Beni traktörle gizlice Oş’a getiren soydaşlarım, Bakü’ye kadar uçak biletimi temin etmişlerdi.

– Niye Azerbaycan’a gitmek istiyordunuz?

– 20 Ocak 1990 tarihinde Rusya Bakü’de katliam yaparken, Semerkand Emniyet Müdürü Ermeni asıllı Geyren, Bakü’den kaçan 200 Ermeni’yi bir akşam gizli olarak Semerkand’a getirtti. Ben buna karşı bir hareket başlattım… “Bu bizim Azerbaycan’a hıyanetimizdir. Göçmenler Ermenistan’a gitmeli, Geyren görevinden alınmalıdır.” dedim Sonunda bu 200 kişiyi Ermenistan’a gönderttik. Geyren de görevinden alındı. 1992 yılında Bakü’de Turan Teşkilatları Kurultayı yapılmış, beni de davet etmişlerdi. Orada Ebulfez Elçibey ile tanıştım. Daha sonra Halk Cephesi ile devamlı irtibat hâlinde oldum. Biz Özbekistan’da Karabağ’a Yardım Komitesi’ni kurmuştuk. Ancak bu da kapatıldı. Benden önce Azerbaycan’a büyük şairimiz Yadigar Abid de hapisten kaçarak gelmişti. Elçibey onu da bağrına basmıştı. Azerbaycan’da bizim fikrimizdeki Türk Birliği’ne inanan insanlar iş başındaydı.

– Azerbaycan da neler yaptınız?

– Uçaktan iner inmez doğru Azerbaycan Halk Cephe­si merkezine gittim. Cephenin Türkistan şubesi vardı. Biz buradan da Türk Birliği için mücadelemize devam ettik. Özbekistan hükümeti birkaç defa bizi resmen istedi. Ama o sıra Cumhurbaşkanı olan Elçibey reddetti. Özbekistan hükûmeti bizi öldürtmek için Bakü’ye ajanlar gönderdi. O sıra Fuzuli cephesinde Ermeniler ile savaş kızışmıştı. Ben de Türk askerlerine moral vermek için cepheye gitmiştim. Fuzuli Belediye Başkanı ve Cephe Komutanı Navhel Kasımov, beni yanına aldı, ordu içinde bir Özbek Türk’ü şairi olarak onlara destek verdim. Azerbaycan’da iken iki defa Çeçenistan’ın baş­kenti Grozni’ye gittim.

-Çeçenistan’a niçin gittiniz?

– 1992 yılında Bakü’de yapılan Turan Teşkilatı Baş­kanları toplantısına Dudayev’in şehadetinden sonra yerine geçen Zelimhan Yanderbiyev de katılmıştı. [Yandarbiyev’i Gronzni’de ben de tanımıştım. 2004’te Rus ajanlar Katar’da katlettiler. A. Tekin] Yanderbiyev, Çeçenlerin tanınmış şairidir. O zaman Vaynak Partisi (Bizim demektir) başkanı idi. Turan Teş­kilâtları toplantısında Yanderbiyev’le dostluk kurmuş­tum. Çeçenistan’da Dudayev ile de görüştüm.

– Elçibey, Bakü’den ayrılarak Nahçıvan’a geçmek zorunda kaldı. Siz de önemli bir desteği yitirmiş oldunuz. Çalışmalarınıza devam edebil­diniz mi?

– Bu dönem hakkında “Şehitler Hıyabanı” kitabımı yazdım. Haydar Aliyev iktidara gelince, Halk Cephe­si’nde arama yaptılar. Bizim de listemizi buldular. Ve bizi Azerbaycan’da aramaya başladılar. Böyle olunca gizlice Gürcistan’a geçtim. Ve buradan Türkiye’ye gel­dim

– Siz yalnız mıydınız? Aileniz neredeydi?

-Ben Semerkand’dan gittikten sonra hükümet benim bildiklerimin yayınlanmasından korkmuş. Bu yüzden beni Özbekistan’a döndürmek için aileme baskı yaptılar. Eşimi mahkemeye verdiler. Eşime pasaportu olmadığı (Beni hapis ettikleri sıralar evimde arama yapıp eşimin pasaportunu da almışlardı.) iddiasıyla iki sene hapis cezası vereceklerdi. Mahkeme sürerken üçüncü gün onları yurt dışına çıkarttım.

***

Cihangir Muhammed“Bundan sonra ne yapacaksınız?”, tasavvurlarını anlattı ama bu anlattıklarının bir manası kalmadı.

Leave a comment