Muhafazakarlıktan, Aksiyonerliğe… / Metin BOZDEMİR
Türkiyede iktidara gelmiş neredeyse bütün partiler ve liderler için söylenegelen, politik lisana pelesenk olmuş sihirli bir cümledir;
Meydanlarda telaffuz edilemese de dost meclislerinde dile getirilir hep muhalefetin şaşmaz malzemesi olarak.
Bir gün kendisine karşı da kullanılacağı düşünülmeyen bir malzeme..
“Amerika’dan icazet aldı”…
Daha vahimi “kullanıldı”…
Daha da vahimi vehmin sağa sola sıçratılması; “kullanıldık”…
* * *
Devlet ideolojisi olarak “dünya jandarmalığına” soyunmuş emperyalist bir Amerika’nın diğer ülkeler gibi Türkiye’yi de istediği çerçevede şekillendirmeyeceğine inanmak saflık olur.
Bunu nasıl başarabildikleriyle ilgili gerçek, aslında bu söylemin içerisinde gizli..
Devamlı kulanılan malzeme olarak bir önkabuldür iktidar adayları için aynı zamanda.. Bilinç altımıza yerleştirilmiş bir önkabul… Dolayısıyla bir mazuriyet!!..
Bugün dahil geçmiş bütün iktidarların icraatlarına baktığımız zaman Amerika’nın ve doğal müttefiki İsrail’in menfaatleri doğrultusunda politikalar ürettikleri konusunda nüanslar dışında görüş birliği olduğu muhakkaktır.
Diklenmeye yeltenen iktidarlar veya hareketlerin, ihtilal, muhtıra veya balans ayarları ile hizaya getirildiklerini düşünürsek, zinde güçlerimizin de en az siyasilerimiz kadar, masum olmadıkları sonucunu çıkarabiliriz.
Amerika ve müttefikleri çok fazla bir şey istemiyorlar aslında!!!
İstemedikleri şey Türkiye’nin güçlü olması…
Siz olsanız ister misiniz?
Dünyanın en stratejik bölgesinde güçlü bir devlet , tröstleşen bir dünyada yerli karteller dahil kimin işine gelir?
Türk Devleti nasıl ki -akil adamlarca- yetmiş küsur yılla sınırlı olmayıp, bin yıl
ve daha ötesinde beş bin yıllık tarihe sahipse, düşmanları da bir o kadar eskidir.
Tarihi mecrası içerisinde defalarca mağlubiyet yaşadıkları düşmanın, fırsat ele geçmişken silkinip kendisine dönmesine izin verirler mi?
Yaşadığımız problemler bu tarihi düşmanlığın neticelerinden başka bir şey değildir.
İktidarı yönlendirebilen bir hegamonyanın zinde güçleri, muhalefeti, medyayı, hukuk alanını kısacası dengeleri de yönlendirmeyeceği düşünülebilir mi?
Deniz Baykal’ın denizlere döneceğini kısa bir zaman önce söyleseler kim inanırdı?…
Bu çerçeveden baktığımızda, Türkiye’deki askeri, siyasi, bürokratik ve sivil güçlerin tamamını toptancı bir zihniyetle karşılıklı olarak emperyalizmin işbirlikçileri olarak ilan etmek veya kullanıldıklarını söylemek topyekûn intihar demektir.
Çünkü bu durumun tercümesi “tencere dibin kara, benimki senden kara”dır.
Çözüm; “suçun şahsiliği” ilkesinden yola çıkılarak, hiçbir kurum ama hiçbir kurum
yıpratılmamalı, ihanetler sulandırılmamalıdır. Aksi takdirde, yaşanılan kaoslar tröst
ve kartellerin toplum mühendisleri tarafından işbirlikçilere ihtiyaç bırakmayacak
şekilde değerlendirilir, yaşadığımız yüzlerce, binlerce örneğinde olduğu gibi..
Siz dış güçlere hizmet etmediğinizi sanırsınız, “kahrolsun emperyalizm” diye bağırırsınız, dönüp geriye baktığınız da, yaptığınız eylemlerle “ekmeklerine yağ
sürdüğünüzü” görüp kendiniz kahrolursunuz, eski tüfek solcularımız misali..
Sonra Atatürkçülük, Ulusalcılık gibi kötü taklitler de kurtaramaz, çaresizlik içinde
çırpınır, uçkurdan lider çıkarırsınız…
Güneyinizde büyüttüğünüz çocuğu, başınıza bela eder, evlâtlıktan reddedip sıyrılmaya çalışırsınız.
Yaptığınız hatalardan dolayı, alternatif yollarını tıkadığınızı göremez, sonra da faturayı başka zaman büyük millet diye övdüğünüz insanlara çıkarırsınız,
“aptal” ve “diken” edebiyatıyla…
Üstüne yakıştırdığınız sıfatlardan sonra iktidar hayâllersiniz..
Kendinizle beraber ülkenin samimi insanlarını sukût-u hayale uğratırsınız.
Yaşadığımız her problemi tamamen, küresel olarak adlandırılan dış güçlere bağlamak bir acizlik ilâmı değil midir aslında?..
Sadece fırsatları iyi değerlendirdiklerini, toplumun ve fertlerin zaaflarını iyi kullandıklarını görmek için sosyolog olmak gerekmiyor. Siz istediğiniz kadar zaaflarınızı “özel hayat” kalkanıyla gizlemeye çalışınız..
Bu öylesi bir savaş ki, ne kural, ne ahlak, ne adalet, ne erdem tanımıyor..
“Yapıyorlar” ve “geçiyorlar”…
Erozyon misali değer kaymalarının altından hep zaaflar çıkıyor.
Kadın, kumar, makam, şöhret, zengin olmak dürtüsü ve daha niceleri..
Banker faciaları, rüşvet skandalları, kumarhane maceraları hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Belki hayatlarının yanlış bir kesitinde gizlice yapılan ve sonradan tövbekar olunan bir hata, hiç ummadıkları bir zamanda karşılarına çıktığında, ya fiziki yada
ahlaki bir intihara dönüşebiliyor.
Ahlaken ölmüş bir kişilik her şeyi yapmaya hazırdır artık..
Hele ülke kaderiyle yakından ilgili bir görevdeyse…
Ve çoğu zaman kapalı kapılar ardında olur bitiyor herşey..
Neticelerini yaşıyorsunuz sadece, ne olup bittiğini anlayamadan..
Ömrünüz yeterse nice uzun yıllar sonra öğreniyorsunuz gerçeği..
Yapmışlar ve geçmişlerdir…
Hazırlık aşamasıyla, oluş şekliyle, icraatleri, işkenceleri ve neticeleriyle tamamen amerikanvari bir ihtilalden bu tarafa olup bitenler, yine aynı mantığın ülkeyi dizayn çabalarının çarpık sonuçları mıdır kesin olarak bilemiyorum ama zaafların ve beraberindeki şantajların çok güçlü bir şekilde etkili olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek..
Otuz yıldır iktidara gelenlerin, “karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” misali, muhalefet olarak başka, iktidara gelince başka konuşmaları ve icraatlerde bulunmalarının mantığını izah etmenin başka bir yolunu bulamıyorum.
Yaşadığımız değerler erozyonu, siyasetle de sınırlı olmadığı ortada..
İhtiras ve zaaflarıyla, hizmetlerinden daha çok başımıza açtığı gailelerle anılacak bir siyasinin meşhur ifadesiyle “dün dündür, bugün bugündür” ü, belki sözleriyle değil ama eylemleriyle söyleyen ne çok insanımız var artık..
Keşke bu söz, kaypaklığın değil, Mevlana misali, tekamülün tecessüsüyle
“yeni şeyler söylemek” gerekliliğinin ifadesi olsa…
“Dünle beraber geçip giden” dünlerin içerisinde, sadece kurumlara odaklananların söyleyecekleri şeyler kendi kurumlarının kubbesinden öte hoş sada bırakmıyor artık.
Söylene söylene yalama olmuş ezberlerimizle gidebileceğimiz mesafe, bu kadar işte..
Yalama olan, sözler değil sahipleri veya muhatapları da olsa netice değişmiyor.
Araç olduğu unutularak amaç haline gelen vasıtalar, vasatlığın derinindeler.. Böylesi bir vasatta yapılması gereken “muhafazakarlık” değil, aksiyonerliktir.
Statikleşmiş bir devletin cevval bir uç bey’ine ve “soy’una verdiği basit gibi görünen bir görevin, bir kıvılcımın Osman adıyla şimşek gibi çakması, Yunus ve Yavuz terkibiyle rahmet yağmurları misali yağışı, Yüce Allah’ın Anadolu’ya ve daha ötelere şefkat tecellisidir adeta…
Ey yağmur damlalarıyla baharda toprağı dirilten Rabbim!
Rahmet yağmurlarından bizleri mahrum bırakma..
Saygılarımla…