Hüseyin ÖZBAY: ZAMAN ARAMIZA GİRDİ
ZAMAN ARAMIZA GİRDİ
Hüseyin ÖZBAY
Ölüm Allah’ın emri/Ayrılık olmasaydı
(Bir yıl oldu be Hoca’m!)
Salican Hoca’mız bizi terk edeli bir yıl oldu. 365 gün akıp gitti. Yıllar kara kedi gibi sevdiklerimizle aramıza giriyor ve mesafeyi açıyor. Hafızayıbeşer nisyan ile maluldür. Zamansa bu nisyanı artırıyor. Nisyan arttıkça unutma ihanet hâlini alıyor. Çok sevdiğimiz insanlar terkidünya eylediklerinde önce sızılı derin bir acı yumağı ile sarılır sonra zaman bu yumağı açar ve yavaş yavaş unutmaya başlarız. Unutmak bir varlığı, bir varoluşu, bir tecrübeyi, bir değerli bilgiyi yoksamak ya da felsefi anlamda onu hükümsüzleştirmek olarak ortaya çıkınca büyük bir hafıza kaybı hatta sosyal ve kültürel afazi meydana geliyor. Bir varlığın ya da varoluşun afazik hafızalarda yeri yoktur. Bu nedenle Hoca’mıza ait kitaplığın üniversitemiz tarafından satın alınarak bugünkü ve gelecekteki bütün Manas öğrenci kuşağına sunulması, onun unutulmamasını sağlayan bir objesi olarak çok değerlidir. Hafızayı beşer nisyan ile maluldür ama belgeler şaşmaz. Ve büyük kurumsal gelenek de böyle oluşur. Üniversitemiz değil Salican Cigitov gibi büyük bir insanı, üzerinden uçarken ölen bir kuşu bile unutmamalıdır.
Dişle tırnakla büyük, zorlu ve erdemli bir hayat tecrübesiyle elde edilen güzel, estetik, pedagojik, felsefi birikimlerin korunması, işlenmesi ve üzerine yeni değerlerin eklenmesi bana göre son derecede önemlidir. İnşallah bölümümüz Salican Hoca’nın büyük mirasına layık olur da onun işaret ettiği yolda daha ileri daha ileri gider.
Hoca’yı tam anlama veya algılama için onun aysberginde, onun derinliğinde neler neler yattığını bilmek gerekiyor.
Hoca’nın şoklama yöntemi vardı. Bu yöntem aysbergin derin katını göremeyen bazıları tarafından anlaşılmayabilir. Felsefi ve psikolojik tarafları da olan zor bir sorundur bu. Aslında bir dilemma. Bir gerçeğin sevdiğim bir varlığa acı bir şurup içmek gibi olsa da söylenip söylenilmemesi dilemması. (Aytsam tilim küyedi, aytmasam dilim)” der Özbekler.. Ama ben eğitimcilerin “ters veya negatif motivasyon” diye adlandırdıkları bir yöntemi Hoca’nm kullandığına yüzde yüz eminim. Ben satır altlarında Hoca’nın neşeyle sakladığı büyük hüznünü gördüm ve hayretler içinde kaldım. Hoca acısını izleyicilerine göstermeyen profesyonel bir sanatçı gibi davrandı çoğu zaman. Onun kahkahaları bence metodikti. Bedeninin otomatik genetik bir tavrı, jesti değildi sadece. Allain “Dertlerinizi dostlarınıza anlatmayın. Çünkü onlar dostunuz olduğu için zorunlu olarak sizi dinlerler ama kasavet içinde kalırlar, sıkılırlar, mutsuz olurlar” der. Füzulî ise “Derd çox, hemderd yox demekle bir dilemmayı Alain’den farklı olarak sunar insanlığa. Ve bizim kültürümüz ben merkezci Batı bireyciliğine karşı “hemdert” yani derttaşlık kültürüdür.
Hoca adını koymuş muydu bilmiyorum ama bir “hem & hem” felsefesini temsil ediyordu. Hem Kırgız’dı, hem Kazak’tı, hem Oğuz’du Hoca hem de insandı. Hem büyük bir adamdı &, hem çocuktu. Hem bilim adamıydı hem şairdi. Hem neşeliydi hem de derinden derine hüzünlüydü Hoca.
O her fanide az veya çok görüldüğü gibi bazı konularda belki yanılmıştır ama ben iyi biliyorum ki hakikatin ve sahih olanın deli yüreğiydi. Güneşin balçıkla sıvanmadığını gösteriyordu. Bütün alışılmış rutin ama işe yaramaz ve gizliden gizliye bir Şark fatalizmine yol açan tembel alışkanlıklara karşı radikal hücumlar yapması da bundandı. Şark’ın ve Türk’ün tarihsel misyonuna uymayan miskin fatalizme ve konformizme karşı içinde insani mizahın yumuşattığı atomik bir güç saklıyordu. Burada Tanpınar’la birleşir Hoca. Büyük bilim ve sanat adamımız A. H. Tanpınar; “Şark oturup beklemenin yeridir.” der. Negatif bir kadercilik anlayışının çöplüğüne döndü kadim kıtamız.
Yaşadığı dönem yeryüzünde bireysel, toplumsal., ulusal ve küresel zıtlıkların faciaların yaşandığı, düşünceye kilit vurulan despotik yönetimlerin trajikomik akılsızlıklar, mantıksızlıklar ve acılar ürettiği bir yüzyıldır. Hoca insan düşüncesinin “Kafkas Tebeşir Dairesi”nde olduğu gibi iki zıt kutba değil belki çok daha fazla kutuplara merhametsizce çekilirken ezilen, yok olan sahih değerleri ve insanı gördü. Radikal şoklamalar aslında büyük bir entellektüel gereksinimden kaynaklandı. Üzüldü, kırıldı, umutsuzluğa düştü ve bu sebeple belki biraz da kırdı Hoca. Bu tip insanları satır altlarıyla okumak, sosyal psikolojik analizlerle anlamaya çalışmak gerekiyor. Rutin değerlendirmelere sığmaz bazı zekâlar ve dâhiler. Onun mizahı zekâsı belki bir tercihi değil zorunlu bir rahatlama yöntemiydi. Tenakuzları yaşayan ama bunu söyle- yemeyen baskılı dönemlerde mizah şaha kalkar. H Je bu büyük bir zekâyla birleşince müthiş bir güç olarak ortaya çıkar.
Yani onun kahkahaları içindeki derin hüzünlerin, acıların, belki de bir miktar karamsarlıkların indifaya yol açmaması için ortaya çıkan bir dayanma veya telafi yöntemiydi. Bir insanı tanımanın en iyi yollarından biri de satır altlarıdır. Hoca satır altlarında olduğu gibi açık satırlarda bile felsefi ve kaotik derin hüznünü yansıttı. O neşeli, o tamaşa ehli, o kahkaha tufanı adam şiirlerinde açılıdır, hüzünlüdür. Bu hüzün mısralarından bir ikisini size sunup sözlerime son vermek istiyorum.
Elegiya’dan:
Apam ölüp, artman atam oorup Ayıkpagan dartmarı kaza bolup Oşondo da terekten şuuldagan Koştoşkondoy körünöö kapa bolup Koşok aytıp catkanday sozolonup.
Ötköıı Bir kün Eske Tüşüp’ten:
Müthiş bir tabiat paradoksu:
Kanday sonun, Kanday sonun bu düynö! A ertesi kayran apam Kaldı çerdin tübündö
Rahmetli Hoca dokuz köyden kovulsa da onuncu köyü bulmuştu. Ben Türkoloji bölümü olarak bu onuncu köyde onu gördüm; onunla kısa bir zaman için de olsa birlikte çalışma şansına erdim. Rahmetli Atilla İlhan, bir şiirinde; “Mezarlarımız yaşadığımız zamanlarda kazılıdır.” der.
Büyük Özbek şairi rahmetli Rauf Parfi de “İçimde mazorlar köp.” [İçimde birçok mezar var.) diyerek anlatır bu sırrı. Bu, hem birçok kere ölümü yaşamanın hem de ölenlerin mezarlarını makam olarak içimizde yaşatmanın bir mütenakız ifadesidir.
Onun arkasından bu mısralar döküldü:
Bulutların arasına kaçarken güneş Umutlarımı ucuza satarım ben İçimdeki ünsiyetler gitti artık Pas tutmuş gemilerle batıyorum ben
Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı sofra meclisinde terkidünya eyleyen bir yarana şunu ısmarlar…
Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selam olsun erenler.
Biz de Salicah Cigitov’a; “Evvel giden ahbablarımıza selam söyleyin Hoca’m.” diyelim. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun!
ELEGİYA
Uygu-tuygu şamalduu küz tünündö Uktay albay kıynalam çooçun üydö.
Terekteri şuuldap şookum salât Terezeden kaldaygan too tübündö.
Calbıraktar cabıla ün çıgarıp Canı tınbay küyüktüü küü çıgarıp
Şuu-şuu etet kaçırıp uyku kuşun Şuu-şuu etet könüldün tınçın alıp
Şuuldaba, teregim, terekterim,
Şuuldasan, esime kelet menin:
Ötkön kündün öçünkü elesteri Ökürümdün öküttüü belesteri.
Şuuldaba, teregim, terekterim,
Şuuldasan, ıylagım kelet menin…
NOT: Elegiya, rahmetli Hoca’nın tanınmış bir şiiri. Bestesi de yapılmış ama elimde yok. Bir hüzün şiiri. Natürel unsurlar duygularına eşlik ediyor. Bir yakınım kaybettikten sonra yazılmaya başlanmış ve tam on yıl sonra bitirilmiş bu şiir. Hoca’da bu tip ontolojik gariplikler vardı. Bana anlatıldığına göre şiiri ilham eden mekân, Özgön şehrinde yüksek kavak ağaçlarının çok bulunduğu bir rüzgârlı geçit olmuş. Bir vadinin yüksek yamacında daima rüzgâr esermiş ve kavak ağaçları uğuldarmış (Kırgızcası: şuuldoo; şuuldamak) Hoca’yı tanıyanlar hüzünle onu yanyana getiremezlerdi. Daima güler yüzle dolaşan ve düşüncelerini, fikirlerini kahkahalarla anlatan Hoca aslında gizliden gizliye “deruni bir hüzün” yaşıyordu. Hastaydı ve durumunun farkındaydı. Elegiya’da kavak ağaçlarına; “Annem ve arkasından babam büyük üzüntüsünden kurtulamayıp ölünce sen yine böyle inleyerek ağlamıştın.” diyor. Kavak ağaçlarının uğuldamasını ağıt (koşok) olarak duyuyor ve böyle olursa kendisinin de “ağlayası geldiği”ni söylüyor.
Gerçekten de çok neşeli olan ve etrafındaki insanlara daima olumlu enerji yayan Hoca, ölmeden önce “Oorukanada Cazılgan Ir (Hastahanede Yazılan Şiir) şiirinde de Elegiya’da olduğu gibi derinlerindeki hüznü ve ölüm karşısındaki insani duyarlılığı ve ürpertiyi yazar.
13 Şubat 2007 Pazartesi saat 11.00’de Salican Hoca’yı birinci seneyidevriyesinde andık. Yine salonda birçok kişinin gözleri doldu. Hoca ile ilgili değişik fotoğraflar ve Elegiya şiirinin bestesi de salonda duygulu bir hava yaratmıştı. Yakın arkadaşı İşenbay Abrurrazakov rahmetliyle yaşadıkları anılarını anlattı. Hüzünlü salonda, İşenbay’ın konuşmasında da Karibek Moldobayev’in sözlerinde de zaman zaman gülüşmeler oldu.. Aklımdan hemen ölümü anılırken bile “insanları güldüren, rahatlatan adam.” ibaresi geçti. Ben de onun kendine, özgü bir diyalekti olduğunu söyledim. Bu kadar neşeli adam birçok şiirinde hüzünlü olarak ortaya çıkıyor. Bu Hoca’nın üzerinde durulması gereken bir aysbergdir.. Sadece hastalıklı geçirdiği son yılların derin psikolojisinde bıraktığı izlerin görünüre çıkması değil bence bu. Çünkü Hoca çok önceleri yazdığı şiirlerinde de bir ölüm felsefesi, bir ölüm metafiziği temasına çok dokunaklı ve kendine yakışır bir espri ile yer veriyor. Sadece Elegiya’da değil, Uykusuz Tündör’de, Ötken Bir Kün Eske Tüşüp’te vb. Aysbergin bu görünmeyen yüzünü görebiliyoruz. Demek ki Hoca büyük bir dilemma yaşıyordu. İnsanları sıkmıyor ve üzmüyordu. Şakacı ve neşeli kimliği sanki bir eğitim ve öğretim metodu idi Hoca’da. Keskin zekâsı, bilgisi, mizahi hüneri ile o uyuyan insan düşüncesine taktik saldırılar yapıyor ve uyanma sağlamaya çalışıyordu. Başkalarının hap olarak kullanıp çıkarları için rahatladıklarını sandıkları bir rezil tedavi yöntemini, yaşarken ölmenin dehşetli bir aracı olarak görüyor ve bundan nefret ediyordu. Olmuş, olmaya devam eden ve olacak bütün akılsızlıkları, rezillikleri ve özellikle hakikati örten rızayi yalakalıkları görüyor, fark ediyor ve fark ettiriyordu. Bireysel, toplumsal, siyasal ve kültürel alanlarda olup bitenleri iyi teşhis ediyor ve akla gelmedik derecede demokrat bir entelektüel düzeyde karşı koyuşlarım derhâl yapıyordu. Bir yönüyle o “ceditçi bir entelektüel”di.
Konuşmalar program içi ve program dışı biraz uzayınca Hoca’yla ilgili düşüncelerimi tam toparlayamadım. Konuşmalardan sonra Gulzada onun şiirini okudu. Aymira ise büyükleri belki farkında olmadan onun zamanını çaldıkları için çok iyi hazırlandığı hâlde şiirini okuyamadı. Üzüldüğünü anladım ve teselli ettim. Saf ve adaletli çocuklar bu tip talihsizliklere alışmış değiller.
KAYNAK: Hüseyin Özbay, Dokunmalar, Kurgan Yayınları.