# Etiket
#Kültür/Sanat

Bilim Tarihinden Haberdar Olmak / İhsan KURT

Bilim tarihinden haberdar olmak, biraz da “tarihli” ya da “tarihsiz” nesiller yetiştirmekle doğrudan ilgilidir. Bunu okuyucular “talihli” ve “talihsiz” olarak da düşünebilirler.

“Tarihsiz” olmak biraz da dilsiz, dinsiz, kültürsüz kalmaktır.  Bunun eksikliğini ise topyekûn millet çeker. Bu durum ise hataların en büyüğüdür elbette.

Ancak hatanın yapıldığını kabul etmek de bir uyanış ve yapılan hatanın telafisine bir başlangıç sayılabilir. Yeter ki hatamızın kabulünü samimi niyetlerimizle perçinleyelim, zor da olsa yanlışların telafisi için bir adım atma enerjisini varlığımızda toplama çilesine katlanalım. Ancak bu çileye cemiyetçe, milletçe topyekûn girmediğimiz müddetçe büyük çabalar birlik şuuruna erememe yanlışlığı içinde küçük ve silik kalacaktır. Çünkü “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir. / Sen kendin bilmezsin / Bu nice okumaktır” diyen Yunus Emre, insanın kendisini bilmesi kadar, bir milletin ken­dini tanımasına da işaret etmektedir.

Zaten hatanın sebebi de unutmak­tan ve unutturulmaktan kaynaklanmıyor mu? Kendi dilini, dinini, tari­hini, kısaca kendi milli kültürünü unutan veya ona yabancılaşan mil­let yok olma fermanını yine kendi eli ile veriyor demektir. İşte böyle bir fermanı Türk Milletinin kendine verdirtmek isteyenler de, insanı­mı­zı yamama ve yabancılaşma kültürünün bataklığına doğru itmeğe çalış­­mak­tadırlar. Yani bizi, Müslüman Türk Milleti kimliğinden soyut­lama çabalarını sürdürmektedirler. Bunu da kültürsüzlüğün, tarihsiz­li­ğin, şahsiyetsizliğin ve taklitçiliğin propagandasını, nefse cazibeli gelen ambalajlarda sunarak devam etmektedirler.

Gerçek şu ki, milletler kendi şahsiyetleri ve millî kültürleri için­de kaldıkları sürece saygı uyandırırlar. İnsanı, en güzel şekilde de olsa taklit eden maymuna ancak gülünür. Maymuna değil, maymunun taklit ettiği insana saygı duyulabilir.

Tarihini, kültür mirasını, ülkülerini ve Türk Milletinin yaşama sebebi olan bütün maddi ve manevi değerlerini kaybettikten veya bunları kimliğinden tecrit ettikten sonra bir Türk Milletinden bahsedilebilir mi? Bahsedilebilirse o millet artık nasıl bir Türklüğün hangi özelliklerinden mutluluk duyacaktır?

Açıkça ifade etmek gerekirse, İslâm Türk medeniyeti mirasından habersiz, millî kültürü reddeden bir anlayış, bir program ve bir ya­şa­ma biçiminin yeni maşalar, güdümlü beyinler yetiştirmesi kaçı­nıl­maz­­dır. Böyle bir zihniyetin varlığına topyekûn ve parlak sözlerle karşı çık­mak da elbet yetmeyecektir Dayanağını yıkılmayan, çürümeyen ve eski­me­yenden alan tutarlı bir programın, sağlıklı, millî bir zihniyetin, devamlı şekilde müşahhas delillerle öyle çarpık idraklere basit karşı çıkma yerine, devamlı ikna etme metodunu kullanması gerekir. Ancak bu şekilde aşağılık kompleksi zenginleri, fikir şempanzeleri azalacak ve yenileri yetişmeyecektir.

Türk Milleti tarih ve kültürüyle Türk kalmadıkça; Beyrunî’yi, İbni Sinâ’yı, Farabî’yi, Nasireddin Tusî’yi, Ali Kuşçu’yu, Gazalî’yi ve daha binlerce Türk İslâm âlimlerinin fikir temellerinden ve ilmî zen­gin­liklerinden nasibini almadıkça, Batıyı da ve yeni saydığı her ilmî de sathî ve sakat zaviyeden görmeye devam edecek ve Türk Milletinin iler­lemesi de buna paralel olarak kör-topal olacaktır.

İslâm Türk âlimlerinin ilmî çalışmalarına efsanevi bir yaklaşım göstermememiz gerektiği gibi, ansiklopedik bir bilgi sıralaması olarak da küçümseme hatasına düşmememiz gerekir. Çünkü “İslâm Türk medeniyetinin” gelişme çağlarının ruhuna sahip olmak, zihniyetini benimsemek ve öylece günümüze, çağımıza bakmak” da İslâm ilim ve kültür dünyasından haberdar olmak, o dünyayı tanımakla mümkün olur. Aguste Comte diyor ki; “Eski varlığını bilmeyen öğrenmeyen bir fert şimdiki varlığını tam olarak edinmiş olmaz. Bu varlık idrakinin tam olması ve bu suretle ferdin ruhunda kendi varlığını tam olarak edinmekten doğan saadet duygusu ise cemiyet hayatının nereden geldiğini bilmesi ve o varlığı müsbet bir şe’niyet olarak meydana koyması ile tecelli eder”.

İşte bu dünyayı, yani tarihi milli kültürümüzü tanımadı­ğı­mız müddetçe, ister-istemez ve sadece başka milletlerin büyüklerine hay­ranlık, kendi milletini hor görme şuuru kendi insanımızda yerleş­mekte ve bir milletin kimliğini kaybettirme noktasına yaklaşılan tehli­keli boyutlara ulaşmaktadır. O halde ilimde, teknikte, insanın kendi içinde ve cemiyet nizamında insanlığa bir huzur medeniyeti bahşeden İslâm Türk medeniyetini ve bu medeniyetin en azından önde gelen âlim­lerinin çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmamız gerekmektedir. Çün­kü Batının cehalet karanlığı içinde boğuldukları zamanlarda İslâm bü­yük şehir merkezleri Semerkant,  Kurtuba, Bağdat, Şam, İstanbul ve daha birçok yer birer sanat ve ilim yuvaları haline gelmiş, nurlu ışık­la­rını bütün dünyaya yaymıştır. Buralarda kurulan medreseler, kütüpha­neler ve külliyelerde yürütülen ilmî çalışmalar ve bu çalışmaların hayata uygulanması, Türk İslâm dünyasını çok kısa zamanda yalnız ilmîn ve ilmî keşiflerin geliştirildiği bir ilim ülkesi haline getirmekle kalmamış sanayi, ticaret ve insanların refahının gelişmesine de önemli katkılarda bulunmuştur. İşte İslâm kültürünün bu aydınlığı Batının cehalet karanlığını kısmen de olsa ortadan kaldırarak Batı medeniyetinin ilmî temellerinin atılmasına vesile olmuştur. Bunun şuuruna sahip olmanın yeni yetişen nesillere çok şeyler kazandıracağına inanıyorum.

Medeniyet tarihçilerinden Will Durant, medeniyetin dört unsurdan oluştuğunu ve bunların da; ekonomik şartlar, siyasi düzen, ahlakî gelenekler, bilgi peşinde gidilmesi ve güzel sanatlar olduğunu açıklar. Medeniyetin temel şartlarının genelde bu fikre çok yakın veya benzer olduklarını birçok ilim adamları ve medeniyet tarihçileri kabul etmektedirler. Bizde böyle bir kuralı göz önünde bulundurduğumuzda, işaret edilen şartların daha çok uyumlu halde Türk İslâm medeniyetinde bulunduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz. Batılı ve yerli ilim adamlarının ifade ettikleri gibi İslâm Türk medeniyeti yükselme döneminde, medeniyetin gerektirdiği bütün şartları bünyesinde toplamış ve bu özelliğini müşahhas delillerle ortaya koymuştur. Özellikle zamanımızın dikkatini çeken ve medeniyetin ge­rektirdiği unsurlardan biri kabul edilen, sadece bilgi peşinde gidil­mesi konusunda yapılan çalışmalar hakkında basit misaller verilmesi bile fik­rimizi doğrular niteliktedir.

İslâm dünyasında ilmî faaliyetlerin bilhassa fetihlerden hemen sonra, yani ilk Müslümanların eski dünya medeniyeti ile karşı karşıya geldikleri, Irak, Suriye ve Mısır’ın fetih olunduğu dört halife devrinde daha da hızlandığını görüyoruz. Temeli göz önüne alınarak aklî ve naklî olarak sınıflamaya tabi tutulan bütün ilimler İslâm Türk âlimlerinin çalışma ve araştırma alanlarına girmiştir. Öyle ki, bu ilimlerin en başta destek ve koruyucuları veyahut bizzat uğraşanları Türk İslâm devlet adamları olmuştur. İslâm dünyasında ilimlerin her dalında büyük keşif­ler yapılmış ve zamanımız pozitif ilimlerinin ilmî temellerini atan değerli âlimler yetişmiştir.

Türk İslâm Medeniyeti tarihinde Kur’an, Hadis, Fıkıh gibi İslâmî ilimler yanında, pozitif veya müspet ilimler denilen deney ve gözleme dayanan ilimler de önemli bir yer tutar. Günlük dini yaşayışın gerektirdiği bilgilerin öğrenilmesi bakımından gerekli ilimlerin (astronomi gibi) ortaya çıkarıldığı görülmektedir. Müslüman cemiyetler ihtiyaç duydukları bilgileri öğrenirken Kur’an’ın emirlerini dikkate alarak ve bu büyük kitabın birçok ayetlerinden ilham alarak, yeryüzü ve gök­yüzü ile de ilgilenme ihtiyacını duymuşlardır. Bu ihtiyaç da Müslüman âlimleri, olayları ve üzerinde yaşadıkları tabiatı yakından tanıma çalış­malarına sevk etmiştir. Böylece yeni bilgi ve araştırmalara ihtiyaç du­yul­muş, bunun sonucu Türk İslâm âlimlerinin değerli araştırma ve çalış­maları ile deneye dayalı müspet ilimler gelişmiş ve bu alanlarda birçok yeni keşifler yapılmıştır.

Türk İslâm âlimlerinin yapmış oldukları ilmî keşifler daha sonraki yıllarda çeşitli yollarla Avrupa’ya ve oradan dünyaya yayılmıştır. Bu yayılma yollarının biri de İslâm İspanya’sıdır. Bu konuda T.W. Arnold, Avrupa’ya İslâm medeniyetinin yayılmasını şu şekilde izah eder; “İslâm İspanya’sında ortaçağın en parlak tarih sayfalarından birisi yazılmıştır. İşte o İslâm İspanya’sının gücü Provence yolu ile Avrupa’nın diğer memleketlerine geçti ve yeni bir anlayış sisteminin doğuşuna, yeni bir kültürün ortaya çıkmasına vesile oldu. Ve Avrupa’nın ilim öğrenmek isteyen fertleri Rönesans devrine kadar zihnî faaliyet­le­re açıklık verecek ne çeşit felsefe ve müsbet ilme sahip idiyse onu işte bu İspanya İslâm devletinden almıştı”.

Arnold’un belirttiği gibi İslâm kültür ve medeniyeti Avrupa’ya elbette sadece İspanya’dan yayılmamıştır. İspanya’nın dışında, savaş­lar, seyyahlar, tercümeler gibi yollar da, İslâm Türk medeniyetinin ya­yılma yolları arasında gösterilebilir.

Yazmış olduğum “Bilim Tarihinde Keşiflerin İç Yüzü” adındaki küçük araştırmada konu daha geniş açıklandığı gibi, İslâm Türk medeniyeti içerisinde yetişen âlimlerin keşif ve eserlerine nasıl sahip çıkıldığı da işaret edilmeye çalışılmıştır.

Tarihte Türk İslâm âlimlerinin ilme yaptıkları hizmetler kültür tarihimiz, daha doğrusu yazılan kültür tarihleri içerisinde ihmal edil­miş­tir. Avrupa, ortaçağda her alanda derin karanlıklar içerisinde bulu­nurken; İslâm âlimlerinin önemli ilmî keşiflerde bulundukları, orijinal ilmî eserler kaleme aldıkları, son yıllarda yapılmaya çalışılan araştır­ma­larda anlaşılmaya başlamıştır. Bunun geç anlaşılmasının nedenleri içerisinde kendi kültürümüzü tanımama olduğu gibi, bazen hazır ter­cüme eserlerin ithal fikirlerini araştırmadan kabul etmemiz de bulunmaktadır. Çünkü Batı hâlâ ne kadar insan sevgisinden, hümanizmden bahsederse etsin, bazı alanlarda olduğu gibi bize karşı da peşin fikirli olmaktan kur­tulamamıştır ve böyle giderse kurtulmaları da zor olacaktır. Rene Guenon, bir Batılı olarak aynen şu cümleleri yazmaktadır: “Batı cemiyetinde, (sözümona entelektüellerin çoğunu buraya dahil ediyoruz) İslâmî olan her şeye karşı, Doğunun bütün geri kalan kısmına olduğundan çok daha fazla bir kin duyulmaktadır.”

Yine bir batılı olan Gustav Diercks “İslâmiyet’e ve ona bağlı her şeye duyulan mübalağalı düşmanlık yakın zamanlara kadar tevarüs edil­miştir. O kadar ki, bu düşmanlık izlerini bugün dahi bulmak mümkün­dür” der. Müsteşrik M. Bracke’de; “Greko Romen medeniyetinin için­de yaşıyoruz. Bizim için başka medeniyet yoktur. Greko-Romen mede­niyeti bizim için tek medeniyettir” diyerek peşin fikirleri ile modern ilmin temellerini oluşturan bir İslâm Türk medeniyetinin varlığını topyekûn reddetmekte ve zihniyetini ortaya koymaktadır.

Verilenlerin dışında daha sayfalarca örnekler getirilebilir. Bu satırları şunun için naklettim: Batı bu kine bağnazlığını, Türk İslâm âlimlerinin keşif ve eserlerine sahip çıkmakla veya bunları eski Yunan’a dayandırmakla ilim alanında da göstermiştir. Bunu adı geçen araştırmamda verdiğim örneklerde de görmek mümkündür.

Türk İslâm medeniyetinin Avrupa üzerindeki tesir derecesini en basit şekilde görmek istersek, Avrupa dillerinde bugün hâlâ değişik şekillerde mevcut olan Türkçe,
Arapça ve Farsça asıllı kelimelere bakmak, bir dereceye kadar kâfidir sanırım. Ancak şunu bilmeliyiz ki, Batılılar ilmî alanlarda ki birçok buluşu kendilerine mal etmekten çekin­memişlerdir. Biz ise, araştırmadan onların hükümlerini kabullendik. Batı zihniyeti ise bizim bu durumumuzdan yeterince istifade etmeyi bile­rek, İslâm Türk âlimlerinin eserlerine, keşiflerine kendi damgalarını vurmuşlar, bunu bize de kabul ettirmeye çalışmışlar ve bir dereceye kadar da başarılı olmuşlardır. Çünkü kan dolaşımı denilince Harwey, gezegenlerin hareketleri denilince Kepler, Kopernik, atom denilince Einstein’i ve benzerlerini hatırlar olduk. Oysa Avrupa’dan asırlarca önce İslâm Türk âlimlerince kan dolaşımı keşfedilmiş; çok zor göz ameliyatları yapılmış, küresel trigonometri bulunmuş, Dünyanın çevresi ölçülmüş, yer çekimi, atom ve mikrop gibi daha yüzlerce konuda fikirler ileri sürülmüştür. Bu âlimler ilmî şöhret ve keşifleriyle Batı’ya asırlarca kaynaklık etmişlerdir. Mesela “Bilim Tarihine Giriş” adlı eserinin ilk cildinde, her yarım asra o çağın en üstün temsilcisinin adını veren George Sarton, miladi sekizinci asrın ikinci yarısından onbirinci asrın ikinci yarısına kadar geçen zaman için bu ellişer yıllık süreleri, sırasıyla Türk İslâm âlimleri Cabir İbn Hayyan’a, Harezmi’ye, Mesudî’ye, Ebul-Vefa’ya, Beyrunî’ye ve Ömer Hayyam’a ithaf etmiştir. İlim tarihçisinin adı geçen ithafını şuurlu olarak düşündüğümüzde hiç de abartmadığına hak verebiliyoruz. Çünkü adları geçen âlimler bugünkü modern ilmin temellerini oluşturmuşlardır. Batı ise çok sonraları bu ilmî kültürün üzerine çıkarak yükselmeye başlamıştır. Mesela Beyrunî’den ancak birkaç asır sonra Lamark Avrupa’da tabiiyat ilminin esasını kurabilmiş. İbni Sinâ’nın ölümünden çok sonra tıp ilmî Batıda ilmî hüviyete bürünmüş. Yine Harezmi’nin, Ferganî’nin, Ebül Vefa’nın ziyç ve düsturları ancak birkaç asır sonra Avrupa’da Dalamber, Laplas gibi matematikçi ve astronomların fikir­leri ile yenilenebilmiştir. Ayrıca İslâm Türk âlimi Razî’nin 0rtaya koyduğu gözlem ve deney metotları, tabiat ilimleri felsefesi Avrupa’da ancak 15. yüzyılda görülmüştür.

Türk İslâm medeniyetinde İbni Sinâ ve Beyrunî’nin yaşadığı onbirinci asra geldiğimizde İslâm Dünyası; ilim kurumları, ilim adamları ve zengin kütüphaneleriyle dünyaya haklı bir şöhret salan ülkeye dönüşmüş durumdadır. Atlas Okyanusu’ndan ve Pirenelerden, Hindistan ile Tibet ve Çin’e kadar uzanan İslâm Dünyası’nın, yeryüzünün en medenî toplumu, medeniyet seviyesi bakımından en yüksek camiası oldu­ğunu değerli ilim tarihçimiz ve ilim adamımız Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı belirtmiştir.

Buraya kadar işaret ettiğimiz gibi Türk İslâm medeniyeti Dünyanın büyük bir kısmını kültür ışıklarının aydınlığı ile aydınlatmıştır. Gerek müsbet ilimler, gerekse diğer ilimler sahasındaki buluş ve eserleriyle, insanlığın hizmetindeki en büyük şeref payı, gerçekten Kur’an’ın feyziyle araştırma ve tefekkür meydanına atılmış bulunan İslâm Türk âlim­lerine nasip olmuştur. Fakat bizler sahip olamadığımız için, âlimleri­mizin keşif ve eserlerine Batılılar damgasını vurmaya kalkışmıştır. Son derece hatalı olan böyle sakat bir durum tarafımızdan iki şekilde kabul görmüştür. Birincisi ve en önemlisi kültürümüzü tanımamak ol­duğu gibi, ikincisi de aynı sebepten kaynaklanan; Batı’lı kalemler tara­fın­dan yazılan bazı eserlerin araştırma ve açıklama süzgecinden geçiril­me­den dilimize çevrilmesidir. Bu konuda Türkçeye çevrilmiş iki eserden misal verdiğimizde durum ortaya çıkacak ve mesele anlaşılacaktır sanıyorum.

Dr. B. Kaıser tarafından yazılan “Keşifler ve İcadlar Ansiklopedisi” eczane kuruluşunu Yunanlılara, kan dolaşımını Harvey’e mal ettiği gibi; ameliyatlarda hastayı uyuşturma usulünü Boston’lu dişçi Morton’un ilk defa 1846’da kullandığını ve kanat takarak ilk uçan kişinin Otto Lilienthal (1891’de uçmuş) olduğunu gayet emin bir şekil­de yazmaktadır. Malum olduğu gibi bunların hiçbiri doğru değildir. Adı geçen kitabımızda açıkladığım gibi bu keşiflerin ilk sahipleri İslâm Türk âlimleridir. Ama kitap Türkçeye çevrilirken olduğu gibi aktarılmış herhangi not ve açıklama lüzumu hissedilmemiştir.

Misal vereceğimiz ikinci eser B. Robert Downs’un “Dünyayı Değiştiren Kitaplar”; Bu eserde de kan dolaşımını ilk keşfetme şerefi Harvey’e verilirken; diferansiyel hesap, ışığın birleşimi, çekim kanunu gibi konuların ilk keşfinin Nevton’a atfedildiği gözden kaçmamaktadır. Örnekler elbette daha da çoğaltılabilir. Önemli olan bizim aynı hataları tekrarda devam etmememizdir. Tercüme eserlerde benze­ri durumların gerekli biçimde ve doğru bir şekilde açıklanması gelecek neslin menfaatine olacaktır. Ayrıca ilgili eğitim konularında da gerekli düzeltmeler yapılmalıdır.

Tarihin ne ibret verici bir tecellisidir ki, Batılılar bugünkü medeniyetin ilmî temellerini atmak için İslâm Türk âlimlerinin eserleri­ni kaynak kabul etmişler, zamanında onları kendi dillerine tercüme etmişlerdir. Biz ise şimdi ve ancak öğrenebileceğimiz kadarıyla İslâm Türk medeniyetinin yüksek ve tesir eden dönemlerini, yine ve ancak Batılı kalemlerden ve onların Türkçe tercümelerinden öğrenebiliyoruz. Bu durum bize kendimizi tanımak bakımından bile hangi seviyede ve ne durumda olduğumuzu gösterir.

Keşifler meselesi çok önemlidir ancak Türk İslâm Âlimlerinin ilim­le uğraşmalarındaki gayelerinin ne olduğu ve ilme nasıl bir fikrî yak­la­şım gösterdikleri de dışlanacak bir konu değildir. Çünkü birçok devirlerde olduğu gibi, bilhassa zamanı­mızda ilme yaklaşım tarzı ve ilimle uğraşmaktaki gaye çok yanlış bir atmosfer içi­ne sokulmak istenmektedir. Böyle bir zihniyet ise zamanla bütün insanlığın mahvını hazırlamaya yönelmektedir. Hatta Batıdaki ilim ve me­deniyet anlayışı böyle sakat zeminde gelişmesini sürdürmeye çalışmaktadır. Rene Guenon Doğu ve Batı adı ile dilimize çevrilen eserinde fikrimizi destekler mahiyette şu bilgileri vermektedir. “… Ta­ma­men maddî yönde gelişmiş tek medeniyet Batı medeniyetidir. Röne­sans denen olayla aynı anda başlayan bu canavarca gelişme, mukadder oldu­ğu üzere mukabil zihnî gerilemeyi de beraberinde getirmiştir. Zekayı, maddeye hükmeden, bunu amelî gayeler için kullanan; ilme, kendi kısır görüşleri içinde, sanayide kullanıldığı oranda değer veren insanlara nasıl yapmalı da nazari bilginin üstünlüğünü anlatmalı.”

Birçok Batılı ilim adamı ve araştırıcılar gibi Dowson’da Batının Oluşumu’nda temel kaynağın İslâm Medeniyeti olduğunu ifade etse de, Batı bu nurlu medeniyetin asıl özüne vakıf olamamasından dolayı bugün yine kendi içinde yetişen ilim adamlarının ifadeleriyle buh­ran içindedir. Bu buhranın temel sebeplerinden biri de rene Guenon’un ifadesiyle “ilme kendi kısır görüşleri içinde” yaklaşmalarıdır.

Aronld Toynbe de, Medeniyet Yargılanıyor isimli eserinde; “bilim insanları taşlar ve sopalar gibi, proton ve elektron kümeleri gibi görmekten zevk alıyor” derken, zamanımız Batı ilim zihniyetini de işaret etmiş oluyor. Oysa İslâm Türk âlimleri ilme böyle sakat bir zaviyeden yaklaşmadıkları gibi, insanı asıl değer süzgecinden geçiren ilmi, Yaratan’ın ilahî ve son kitabının buyruklarından, bunun verdiği ilmî ilhamları dikkate alarak, sağlam bir zihniyet sahibi olabiliyorlardı. Yani bu konuda da Türk İslâm âlimleri ilme kendi gayesi içinde en tutarlı bir şekilde yaklaşmışlardır.

*

İlmi teşvik eden İslâm, ilimle uğraşan âlimlere de en büyük mev­kilerden birini vermiştir. Bunun şuurunda olan Müslüman âlimler, her türlü ilmi elde etmek için çalışırken, değişik ilmî yollarda ve çeşitli ilim alanlarında çaba göstermelerine rağmen, ilme yaklaşırken hepsinde de tek gaye vardı. İşte onlar bir olan ilme yaklaşma gayesinde birleştikleri için, her türlü ilim dalında Dünya’ya nurlu ışıklarını yayma başarısı kazanmışlardır.

Asrımızda modern adı verilen müsbet ilimler, Batının bağnazlık ve karanlık içinde boğulduğu Ortaçağ boyunca İslâm Türk âlimlerinin tefekkür ve tecessüs burçlarından doğmuştur. Bu âlimler eserlerinde, araş­­tırmalarında iman ile ilmî birlikte düşünmüşlerdir. İlimde imanı horlayan veya zamanımızdaki gibi ilimden imanı kovmaya heveslenen hiçbir eser bulmak mümkün değildir. Çünkü başta da işaret ettiğimiz gibi İslâm ilmîn ilerlemesini teşvik eder, âlimlerin değerini yüceltir, sapık düşünce ve fikirlere karşıdır. Bunun misallerini İslâm kültürünün parlak olduğu dönemlerde görmek mümkündür.

İlimler çeşitli milletlerden doğup gelişebilir. Fakat belli kültürlere has olan ilmî zihniyet farklıdır. Genellikle bir kültürden diğer kültüre ilim alınırken, alan kültürün ilmî zihniyetinin atmosferi içerisine sokularak alınır. İşte kültürlerdeki ilim atmosferleri de onların ilme yaklaşma gayelerinin açık belirtileridir.

Türk İslâm kültür tarihinde, bütün insanlığa değerli ilmî çalış­malarını hediye eden Müslüman âlimlerin ve İslâm kültür atmosferinin ilme yaklaşmadaki gayesi, son ve en büyük din gibi tek tutarlı gaye olmuştur. Çünkü bu âlimler insanı Allah’ı tanımada ilerletmeyen ilmi, ilimden saymamışlar ki tecessüs ve idraki biraz zorlandığında bir ilim­de Yaratan sezilecektir- ilmin insanı imana götüreceğini, gerçek ilim sahibi olan kimsenin inanmadan edemeyeceğini bildirirler. Konuyu daha fazla dağıtmadan, İslâm Türk âlimlerinden vereceğimiz örneklerden mesele daha iyi anlaşılacaktır.

Fizik alanında yaptığı çalışma ve yeni keşfiyle 1979 yılında Nobel ödülü alan Pakistan’lı Müslüman âlim Abdüsselam (1926-), ilmin insanı inanmak zorunda bırakacağını şu ifadeleriyle dile getirir; “Ben insan beynindeki on milyar sinir hücresinin birbiriyle bağlantılarını görünce iman etmekten başka çare bulamıyorum”. Böyle bir ilmî hayat ifadesi gerçekten bütün düşünen ilim adamlarını nerede birleştireceğini görmemek mümkün değildir. Nitekim İslâm dünyasında ve Batıda kimya ilminin kurucusu, atom bombası fikrinin ilk temsilcisi, Lavoisier prensibi olarak bilinen prensibin ilk kâşifi, Türk İslâm âlimi Cabir bin Hayyan (721-805), “Hiç bir şey yoktan var olmaz, var olan bir şey de yok olmaz” derken, buna “Ancak Allah ise yoğu var, varı yok edebilir” fikrini eklemiştir. Bu da âlimin ilme bakış açısını gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Huneyn İbni İshak (809-875)’da matematik, astronomi ve fizik konularında eserler vermiş olan değerli bir İslâm âlimi olarak ilmi canı pahasına da olsa sadece ve sadece insanların faydasına veren bir şahsiyettir. Çünkü denenmek için kendisine zamanın halifesi Mütevekkil tarafından bir kişiyi öldürmek için zehir yapılması teklif edilir. Zehir yapabilecek güçte olan bu âlim (Mütevekkil tarafından denenmektedir ve bunu bilmemektedir) Mütevekkil’in kendisini ölümle tehdit etmesine rağmen buna yanaşmaz ve “benim dinim düşmanlarıma dahi iyilik yapmamı emreder, mesleğimde insanların zararına değil, faydalarına çalışmamı gerektirir” diyerek, istenilen zehiri yapmaz. Bu durum da âlimin meslek ve ilim zihniyetini sağlıklı bir biçimde bize göstermektedir .

İslâm dünyasının önde gelen ve dünyanın en meşhur yirmi astrono­mundan biri sayılan, Batıda “Albatenius” ve “Albategni” adıyla tanı­nan Battanî’nin (858-929) astronomi ilmine yaklaşma tarzı çok ilginçtir. O, “İnsan, Allah’ın birliğini isbata, O’nun emsalsiz büyüklüğünü, yüce hikmetini, muazzam kudretini ve eserinin mükemmeliyetini anlamaya astronomi ilmi sayesinde muvaffak olur” diyordu.

Tam manasıyla hemen hemen ilimlerin bütün dallarında ça­lış­mış, bu konularda eserler vermiş büyük Türk İslâm âlimi Farabi (870-950) için, iyiye sadece iyi olduğu için girişmeye çalışmak, en büyük saadettir. İnsan aklı da gerçek bilgide ilerledikçe, kendi üstündeki akıllar silsilesi içinde, Cenabı Hakkın iyilik ve güzelliğine yönelmek suretiyle, gerçek saadeti nefsinde duymaya başlar. Bu nedenle olgun ve fazıl insanlar, daima gerçek ilim ve bilgi sahipleri arasında yetişir . Yani Fara­bî’ye göre olgun insan bile, Yaratan’ın iyilik ve güzelliğine yöne­len ilim adamları arasında yetişebilir. Farabî’de, ilim, insanı kucak­la­yıp tek ve gerçek iyiliğe, güzelliğe yöneltmektir.

İlim tarihinde seçkin ve şerefli bir yere sahip olan, devrine göre zamanı ölçmede önemli yeri olan sarkacı Galile’den 700 yıl önce bulan ve Batı’da “Aben Jonis” adıyla tanınan İslâm âlimi İbni Yunus (950-1009), ilimle insanın yaratıklarda Allah (c.c.)’ın büyüklüğünü gösteren delilleri bulmak ve ilimden asıl maksadın imanı kuvvetlendirmek olduğunu ifade eder. Bu fikir, özellikle zamanımızda ilim adamı etiketi alıp, ilimden imanı kovmak isteyenleri sağlıklı bir zihniyete kavuşturmak için çok düşündürmelidir. Düşündürmelidir ki, ilmî insanlığa ve kendilerine faydalı olabilecek raya oturtabilsinler.

Yaşadığı asra “Beyruni Asrı” dedirten, astronom, matematikçi, fizikçi, jeoloğ, filozof, botanist, farmakoloğ, tarihçi ve coğrafyacı Ebu Reyhan Beyruni (973-1051) ilimden maksadın tamamen gerçeğe, yani Allah’a ulaşmak olduğunu işaret eder. Sonra; yazdıklarının bilmeden gerçek dışı olmasından dolayı Allah’a tövbe eder ve “Razı olacağı şeyleri öğrenip onlardan korunmak için de Allah’tan hidayet isterim. İyilik O’nun elindedir” diyerek, bu büyük deha ilme bakış zihniyetini sanki bizlere, zamanımıza ibret verecek şekilde açıklar. Bütün eserlerinde Allah’a hamd, Peygamber’e salâvat ile başlayan, hemen hemen bütün ilimleri şahsiyetinde toplayan bir Türk İslâm âliminin ilme yaklaşma anlayışı apaçık ortadadır.

Birçok ilim dalında eser vermesine rağmen genelde bütün Dün­ya­da tıp eserleriyle tanınan ve eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 yıl temel ders kitabı olarak okutulan Türk İslâm âlimi İbni Sinâ (980-1037)’ya göre ilim, insanın kendini mükemmelleştirmesi ve Allah (c.c.)’ı bulması için gereklidir. O, nefsini ilimlerle süslemeye ve düzelt­meye çalış, der. Böyle sağlam bir düşüncenin sahibi olan İbni Sinâ, dola­yı­sıyla sağlam bir imanın da sahibiydi. Taşköprülüzade’nin bildirdiğine göre O ilmî konuda zor bir mesele ile karşılaşırsa önce abdest alır, ca­mi­ye gidip namaz kılar ve o zor meseleyi çözebilmesi için Cenabı Allah’a yalvarırdı. İşte Dünyanın hayran kaldığı İbni Sinâ’nın da, belki bazılarının yadırgayabileceği ilmî tavrı böyle idi.

İbni Heysem (965-1039), fiziğin optik (ışık) bölümünün kurucusu ve Batıya en fazla tesir etmiş(18) İslâm Türk âlimlerinden biri olarak ilme bakış açısının Kitab’ül Menazır’ında açıklar. Heysem’e göre tabiatı “Allah’ın bir sanatı olarak görmek gerekir ve “insan ilimler yoluyla Allah (c.c.)’ın tabiata koyduğu kanunları, nizam ve intizamı anladıkça imanının artacağını” söylemekte, ilmin bu maksatla öğrenil­mesi gerektiğini belirtmektedir. Menazır’ın da; “Biz bu yolla kalbi­mi­zin rahatlayacağı Hak’ka ulaşacağız. Basamak basamak hedefe doğru gi­derken kesin bilgiye varırız. Her türlü şüphe ve ihtilafın yok olduğu, eleştirinin bulunmadığı noktaya çıkacağız” demektedir. Açıkça tabiatı ilahi bir sanat olarak gören İbni Heysem, ilmi Hak’ka götüren yol ola­rak görür.

Artuklular zamanında yaşayan, sibernetik ilminin ilk temelini atıp bu konuda bir eser yazan Ebu’l İz, eserini kaleme alış sebebini açıklarken, girişinde besmele ve Allah’a hamd ve senadan sonra şu cümleler O’nun ilimle uğraşmasındaki gayeyi açıklama gerektirmeyecek şekilde izah etmektedir: “Göklere ve yerlerde ne varsa O’nun âleminin bir nüshası ve Allah’ın büyüklüğünün en kati bir delilidir. Allah’a öğrettiğine hamd ederim ve O’ndan ilim nimetlerinden daha fazlasını isterim. Bu isteğim O’nun hikmetlerine vakıf olmak maksadıyladır”.

Batıdan 400 yıl önce zooloji ansiklopedisi yazan İslâm Türk âlimi Kemaleddin Demirî (1349-?) eserinde yaratıkların garipliklerini inceleyerek Yaratan’ın kudretini ortaya koymaya çalışan âlimlerden birisidir.

Hükümdar âlimlerden Uluğ Bey (1394-1449), İslâmın bilgisine vakıf biri olarak; “İlmin hakim olduğu bir ülkede ilimle uğraşan bir kişi olmayı hükümdarlığa tercih ederim” diyecek kadar ilme önem vermiş­tir. Yine âlim hükümdarlardan Fatih’in de, bütün gayretinin yanın­da ilme de ne için yaklaştığını bir şiirinden sezebilmek mümkündür:

İmtisal-i cahidü fillah oluptur niyetim / Din-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.

O, âlim ve şair Hükümdar Fatih, ilmi de İslâm’ın emrine verdiğini İstanbul’un fethinde toplarıyla göstermiştir.

Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Ancak örneklerimizi Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780)’nın ilme yaklaşma tarzını açıklamakla noktalamak istiyorum.

İbrahim Hakkı; “Allah, bütün cihanı insan için ve insanı da kendi ulu varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi, nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi bilmek beden yapımızı bilmeğe bağlıdır. O da alemi bilmeye, bu da ilimleri bilmeye bağlıdır. Anatomi bilgisinden Allah’ı bilmeye ve O’nun kudret ve azametini öğrenmeye çalışanlar, Allah bilgisine nail olurlar” der.

*

Aslında bu yazıyı doğrudan ilgilendirmemesine rağmen, bir meseleyi kısaca işaret etme gereği ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu mesele zihinlerde bir soru şeklinde zaman zaman şu şekilde ortaya atılmıştır:

“Türk İslâm Medeniyetinin 17. yüzyıldan sonra ilim ve teknolojide önderliği Avrupa’ya kaptırmasının sebepleri nelerdir? Yani, Türk İslâm bilginleri 20. yüzyıla kadar kopmayan bir halkayı neden oluşturamamışlardır?”

Gerçekte Türk İslâm bilginlerinin 20. yüzyıla kadar kopmayan bir halkayı neden oluşturamadıkları sorusunun mükemmel bir cevabını bulmak için geniş bir araştırma yapmak gerekir. Özellikle 17. asırdan 20. yüzyıla kadar olan kültürel ve kültürleri etkileyen diğer olayları, olayları oluşturan faktörleri bu araştırma kapsamına almak gerekir. Bu da bu yazının konusu dışında ve daha geniş ayrı bir araştırmayı gerektirdiğinden meseleye ana başlıklar şeklinde ve öz olarak değinilmeye çalışılacaktır. Kısaca işaret edeceğim düşünceler, yukarıdaki soruya verilecek tam bir cevap sayılmamalıdır.

Türk İslâm Medeniyeti’nien 17. yüzyıldan sonra ilim ve teknolojide önderliği Avrupa’ya kaptırmasının sebepleri ile, Türk İslâm Medeniyeti’nin gerileme sebepleri birlikte başlar, diyebiliriz. Ancak 17. yüzyıldan sonra ilim ve medeniyette Türk islâm âleminde durgunluğun sebebini araştıranlar çok olmuştur. Fakat bu henüz eksiksiz ortaya konabilmiş değildir. Mesele kapalı sözlerle geçiştirilmeye çalışılmıştır. Zamanımıza kadar bu konuya temas etmiş olan araştırmacı yazarlar, ancak genel konular içinde sathi olarak durmuşlardır.

Türk İslâm medeniyetinin ilerleme dönemlerine baktığımızda, medeniyetin bütün mecburi niteliklerine sahip bulunduğunu görüyoruz; Sosyal gelişme, ferdi gelişme, birlik ve beraberlik ruhu, ilme saygı ve ilim adamına değer verme, sanat ve ilmî ilerlemeyi en yüksek kademede destekleme ve en önemlisi bütün çalışmaların insan yapısına uygun normlarda yürütülmesi. Türk İslâm Dünyasında ekonomik, siyasi ve sosyal sebeplerle birlikte, işaret edilen bir medeniyette bulunması gereken nitelikleri yitirmesi de, ilim ve teknolojide gerilemeyi davet etmiştir. Bu davetle birlikte bozuk ilmî zihniyetin kapsadığı bütün alanlarda çürüklükler görülmeye başlamıştır. Eğitim kurumları sosyal kurumlar, idare teşkilatı bu çürüklük ve bozulmadan payını almıştır. Buralara cehaletin, safsatanın sokulması, taassup yolu ile ilme ve ilim adamına yanlış ve yalan yaftalar takılması çürüklüklerin işareti olmuştur. Rasathane yıktırma olayları bunlardan sadece birisidir.

Türk İslâm Dünyasında geriliğin ve âlimler halkasının kopmasında rol oynayan siyasi ve sosyal sebepleri A. Sayılı şu paragrafta kısaca özetlemektedir:

“İslâm Dünyasından onikinci yüzyılda yoğun ve sistemli tercü­me faaliyetleri yoluyla aldığı çok önemli etki sonucunda Batı Avrupa’nın kendisi İslâm Dünyasından bağımsız ve oldukça sağlam temeller üzerine oturan bir gelişme süreci içine girmiş, İslâm Dünyasını yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştır. Oysa bir yandan da arada büyük bir rekabet ve Haçlı Seferleri ile ifadesini bulup, amansız bir müca­delede çok değişik şekil ve sahnelerde sürüp gitmekteydi. Bu rekabet ve çekişme ise İslâm Dünyasını Avrupa’ya kapılarını az çok kapamaya ve Batı Avrupa’nın uygarlık yolunda kaydettiği çaplı gelişmelere sanki sırt çevirmeye yöneltti. Bunun dolambaçlı bir neticesi olarak da artık onsekizinci yüzyıl sonlarında Avrupa gerek bilim, gerek teknoloji ve endüstri ve gerekse ticaret ve askerlik alanlarında İslâm Dünyasına kı­yas­la ezici bir üstünlük kazandı” (Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, 1985, s. 2).

Türk İslâm Dünyasının gerilemesi ve Avrupa’nın ilim ve teknolojide üstünlük sağlaması sadece işaret edilenlerle kalmamıştır.

Türk İslâm Dünyasının, Rönesans’tan sonra gelişmeye başlayan ve artık matbaa ile birlikte yeni bir dünyaya giren Avrupa’ya yabancı kalması da ilim zincirinin halkalarını koparmada etkili olmuştur.

Bu yazının başlangıcında örnekler vererek belirttiğim gibi “Türk İslâm âlimlerinin ilim ile uğraşmalarındaki gaye”nin neler olduğunun iyi ve tam anlaşılamaması, bu sağlıklı ilmî mirasın gelecek nesillere ilmî bir zihniyetle aktarılamaması da ilim zincirinin halkalarının kopmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla sağlam ve zengin ilmî temellerden habersiz nesillerin yetiştirilmesi neticesinde de, Türk İslâm âlimlerinde 17. yüzyıldan sonra kopmayan bir halka oluşturulması engellenmiştir.

Aynı geri kalmış zihniyetten kaynaklanan birçok sebebin yanında, çalışma sevgisi ve metotlu çalışmanın terk edilmesi, ya da ilim kuruluşlarında bu unsurlara gerektiğince yer verilmemesi de, sorumuza bir başka cevap teşkil eder sanıyorum.

Türk İslâm Medeniyeti dairesi içinde olan devletlerin gerilemesi, parçalanması ve bilginler halkasını devam ettirememesi sebeplerinin en önemlilerinden biri de “taklit”tir. Bu olumsuz unsur diğer sebeplerle birlikte gelmiştir. Zaman zaman işaret ettiğim gibi, ilimde ve teknolojide de temel payandası olmayan, taklidin ağında hiçbir zaman kendi orijinini oluşturamayacaktır. Yeni yetişen nesil, başta zikredilen sorunun cevaplarından birinin de “taklit” olduğunu çok iyi bilmeli ve diğer cevapları da dikkate alarak, güçlü ilim adamı olma yolunda ecdadını aratmamalıdır. İşte o zaman bilginler halkası yenilenecek, insanlığı yükseltecek ilmî oluşum kendiliğinden kurulacaktır.

Bütün bu açıklamalardan sonra bir netice olarak kısaca şu düşünceleri de ekleyebiliriz:

Batı’lı ilim çevreleri geçmişte İslâm Türk âlimlerinin eserlerine sahip çıktığı kadar, zamanımızda da Türk milletinin yetiştirdiği tarih­teki büyük devlet adamlarımıza ve âlimlere, ne gariptir ki bizden daha çok önem vermeye başlamıştır. Bunu yaparken belki de bir hakkı; Türk İslâm medeniyetinin insanlığın faydasına sunduğu ilmî keşifleri sahiplerine iade etme çığırını açmak istiyor. Mesela uluslararası bir uzay kuruluşu Ay yüzeyinde bulunan bazı kraterlere, Türk âlimlerinin astronomiye hizmetlerinden dolayı Atatürk, Uluğ Bey, Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu, Nasiraddin Tusî kraterleri ismi verilmiştir.

Türkiye dışındaki Türkler de kendi öz kültür ve değerlerinden kopmama çabası içerisindedirler. Mesela Özbekistan’da Aydın isimli bir dergi İbni Sinâ’nın heykelinin yapımı için 1982 yılında bir yarışma düzenlemiştir. Yine Özbekistan’da Müslüman Türk âlimi Beyrunî adına çeşitli sanat dallarında yarışmalar açılmış, modern matematiğin kurucularından Türk matematikçisi Harezmi’nin eserleri Özbek Türkçesine çevrilerek yayınlanmıştır.

Bu örnekleri vermemizin sebebi; bizlerin de İslâm Türk kültür ve medeniyetini şuurlu olarak başkalarından daha çok bilmemiz, sahip çıkmamız gerçeğine bir daha işaret etmektir. Bu kısa tespitlerimin tek gayesi, yer yer belirttiğim gibi geçmişle kuru bir öğünme ve geç­mişe dönüşü işaret etmek değildir. Hele hamaset yapma gibi bir niyetimiz hiç yok. Çünkü bu düşüncelerimiz teklif niteliğindeki şu işaret ettiğimiz mesajları verebilirse mutlu olacağız:

Yeni yetişen genç nesil ecdadımızın ilmî alandaki yaptıklarını şuurlu şekilde öğrendikçe, yeni ilmî keşifler ve çalışmalar için yol bulmalıdır. İslâm Türk medeniyeti tarihi hakkında, Batı ilim tarihi ile karşılaştırmalı olarak tenkitli ve geniş bilgi vermek, gençler ve yeni yetişen nesillerin kendileri için önder kabul edebilecekleri âlimleri tanımaları bakımından önemlidir.

Türk İslâm kültürüne gönül vermiş yazarlar, şairler ve bütün sanatçılar konuya gereğince eğilmelidirler. Mesela bu ilim adamları ile ilgili tiyatro eserleri ve senaryolar kaleme alınmalı, oyunlar sahneye konulmalı, filmler yapılmalıdır.

Âlimlerimiz ve çalışmaları ile ilgili ilmî toplantılar, tanıtıcı anma günleri her yıl düzenlenmelidir. İlim adamlarının ilmî alanlarına göre yarışmalar açılmalı, ödüller verilmelidir.

Birçok Batılı araştırmacının kabul ettiği gibi, bugünkü modern ilmin temellerindeki İslâm Türk kültürünü anlatan eserler açık bir biçimde yazılmalı, örneklendirilmeli.

Yurt çapında bir ilmî heyet kurulup, ilim dallarının otoriteleri bir araya gelip, önemli keşiflerin kâşiflerini açıklığa kavuşturmalıdır. Dolayısıyla bu doğrultuda ders ve kaynak kitaplar, ilmî toplantı ve tartışmaların sonucuna göre düzeltilmeli ve eksiklikler tamamlanmalı.

Yerli ve yabancı kaynaklar taranarak Türk İslâm ilim adamlarının bibliyografileri hazırlanmalı, bunların eserlerinin tamamı en kısa zamanda dilimize kazandırılmalı.

Üniversitelerimizde ilgili kürsülerde Türk İslâm ilim tarihinin daha geniş tetkik edilmesi gerekir. Kültür kuruluşlarımız; fizik, kimya, matematik, zooloji, botanik, tıp, eczacılık, ziraat ve diğer sosyal ilimler alanında büyük emeği geçmiş Türk İslâm ilim ve fikir adamlarının ha­yatını, eserlerini içinde toplayan büyük inceleme ve araştırma mah­sulü ansiklopediler ve eserler yayımlamaları gerekir ki, bizim de ne büyük ilim ve fikir adamları yetiştirdiğimizi gençlere ve bizden sonra gelenlere aktarmamız mümkün olsun. Dolayısıyla yeni yetişen gençlik şuuruz taklitlere ve aşağılık duygularına kapılmasın, taklitçiliğin dışın­da ilmî bir anlayışa sahip olabilsin. Kendilerinde “güven duygusu” gelişebilsin.

İşte verilen örneklerden de anlaşılıyor ki tarih istenirse gelecek nesillere ışık tutacak bir geleceği de yazma rolünü daima oynayabilmektedir.

(Not: Bu yazı “Bilim Tarihinde Keşiflerin İç Yüzü” 2.Baskı, 1997 adındaki eserimin “Giriş” bölümünden ve değişik sayfalarından alınarak hazırlanmıştır. İ.Kurt) www.ihsankurt.net

 

Leave a comment