Beşir Ayvazoğlu: TARIK BUĞRA
Tarık Buğra
Beşir Ayvazoğlu
Bizde nedense yazarlar, şairler, ilim ve fikir adamları hep öldükten sonra kıymete binerler. Ne kadar önemli olduklarını ne hikmetse öldüklerinde anlayıverir, yaptıkları büyük işleri yaza yaza bitiremeyiz. Yaşarken değerlerini teslim etmek ayıpmış gibi gelir. Ben, biraz da bu kötü alışkanlığı kırmak için Yakın Plan’da sadece ve sadece yaşayanları yazmak niyetindeydim.
Ama bu seferlik, müsaadenizle, tam bir yıl önce (26 Şubat 1994) kaybettiğimiz büyük bir yazardan, Tarık Buğra’dan söz etmek istiyorum. Hatırası o kadar taze ki, hala yaşadığını farz edebilirsiniz.
Tarık Buğra ile, 1980’lerin başında, Bursa’da, Küçük Ağa’nın çekimleri sırasında, Yücel Çakmaklı vasıtasıyla tanışmıştım. Aslında ben onu yazar olarak çok uzun bir süreden beri tanıyordum; okuduğum ilk kitaplardan biri, belki de ciddi olarak okuduğum, Rusya, Amerika, sosyalizm, uzay yarışı gibi boyumu aşan konuların ele alındığı ilk kitap, onun Gagaringrad-Moskova Notları’ydı. Henüz çocuktum ve o kadar etkilenmiş olmalıyım ki -bu küçük kitabın mor renklerin hakim olduğu kapağı hala gözlerimin önündedir- ondan sonra Tarık Buğra imzasını taşıyan her kitabı ve her yazıyı okumaya çalıştım. Tercüman’daki Merhaba sütununda okuyucularına elveda dediği gün, sanki onun imzasıyla bir daha hiç karşılaşmayacakmış gibi üzüldüğümü hatırlıyorum.
1985’ten sonra dostları arasına girdiğim Tarık Buğra’nın son birkaç yılında çok yakınında bulundum. Yetmiş beş yaşına basması dolayısıyla Türkiye Yazarlar Birliği tarafından onun için düzenlenen toplantıda, Tarık Buğra’yı Anlamak başlıklı tebliğimi -ki bu tebliğ o henüz hayattayken yazmaya başladığım biyografisinin çekirdeğini teşkil edecektir- gözlerine bakarak okumak saadetine erişmiştim.
Daktilo tuşlarına vurmaktan şehadet parmakları kütleşmiş yani ömrünü yazarak tüketmiş bir yazarın hakkını, yaşarken, kendisinin de bulunduğu bir toplantıda teslim etmek, inanın, insana harikulade duygular yaşatıyor. Onun gözlerindeki mutluluk ışıltılarını yakalamak, teşekkür etmek için çıktığı kürsüden, sesi titrediği ve gözyaşlarını tutamadığı için sözlerini tamamlayamadan inişine ve o anda salonda yaşanan duygu sağanağına şahit olmak… Böyle anları anlatmaya çalışırken, insan, kelimelerin kiyafetsizliğini daha derinden hissediyor. .
Tarık Buğra’yla en uzun ve içten sohbetlerimiz, o tören için Ankara’ya birlikte yaptığımız seyahat sırasında olmuştur. Trenle gidiş ve dönüşümüz, doğrusu benim için bulunmaz bir fırsattı; kafamda onun hakkında ne kadar soru varsa, hepsini sormuştum. Bir yazar hakkında eserlerini okuyarak edindiğiniz kanaatler, çoğu zaman, kendisini şahsen tanıdıktan sonra edindiklerinizle örtüşmez; bu yüzden hayal kırıklığına uğrarsınız. Ben Tarık Buğra’da bu-hayal kırıklığını yaşamadım. O, işte tastamam romanlarındaki yazardı. Şimdi Tarık Buğra’yı, kendisini yakından tanınmış ve biyografisini yazmış biri olarak, iki kelimeyle tarif etmemi isteseniz, derim ki: “Haza yazar!” Yazar taifesini, anadan doğma yazarlar ve zoraki yazarlar diye iki ana gruba ayırmak mümkündür. Tarık Buğra, yazar olarak yaratılmış, ömrünün her anını da yazarak, yahut yazacağı kitapların hayalini kurup malzeme toplayarak değerlendiren yazarlardandır; yani Sait Faik’in “Yazmasam deli olacaktım” cümlesiyle bitirdiği Haritada Bir Nokta adlı hikayesinde en güzel ifadesini bulan birinci gruba girer. Üniversite tahsili için geldiği İstanbul’da, girdikleri fakülteleri güzel güzel bitiren arkadaşlarının çoğundan daha zeki olduğu halde, yazarlık sevdası yüzünden, çeşitli yıllarda kaydını yaptırdığı Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerinde dikiş tutturamayan Tarık Buğra, amansız arayışını, sefalete düşmek bahasına sürdürür. Yazar olacak, hayatını yazanı kazanacaktır.
İmparatorluk’la Cumhuriyet arasındaki sancılı dönemde, Akşehir’de doğan (1918) Süleyman Tarık Buğra’nın dimağına yerleşen ilk sesler ve görüntüler, Anadolu’da başlayan ölüm kalım mücadelesiyle ilgilidir. Talebelik yıllarında, dersleri asıp Küllük kahvesinin tahta masa ve iskemlelerinde yazarlık hayalleri kuran genç Tarık, belki de dimağındaki bu ses ve görüntülerin, yani çocukluğundan beri içinde taşıdığı büyük romanının, Küçük Ağa’nın sancısını yaşıyordu. Ve hiç beklenmedik bir zamanda Oğlumuz doğdu
Genç yazara şaşırtıcı bir şöhret kazandıran Oğlumuz hikâyesi, pek uzun sürmeyen başarılı bir hikâyecilik ve ömrünün sonuna kadar devam edecek çileli yazarlık macerasının asıl başlangıcıdır. En baba kitabın üç bin, bilemediniz beş bin sattığı Türkiye’de yazarlığa hevesi etmek, bugün olduğu gibi, dün de, gerçekten tehlikeli ve sonu belirsiz bir maceraya atılmak demekti. Hayatını yazarak kazanmaya karar vermek, aç kalmayı göze almadan mümkün değildir. Tarık Buğra, yazarlıkta ve yazar kalmakta ısrar ettiği için büyük maddi sıkıntılar çeken ve kalemine duyduğu saygı yüzünden sık sık işsiz, yani aç kalan adamdır.
Yazık ki, hemen her yazar gibi, Tarık Buğra da, ayakta kalıp eserlerini verebilmek için, kendisine en yakın duran, ama aslında yazarlığın en sinsi düşmanlarından biri olan gazeteciliğe bulaşmak zorunda kalmıştır. Halbuki köşe yazarlığı -ona göre- yazarlık değildir, aksine yazarlığa, limon satıcılığı dahil, bütün işlerden daha aykırıdır. Belki bu yüzden, çalıştığı hiç bir gazeteye sıkı sıkı tutunmamış, ilk fırsatta, hayal ettiği romanları daha rahat yazabilmek için meşhur Allahaısmarladık’larından birini çekmiştir. Ama nereye kadar? Son sohbetlerimizden birinde, geçinmek gibi bir derdi olmadığı için bütün mesaisini romanlarına harcayan Orhan Pamuk’a imrendiğini söylemişti.
Her şeye rağmen, bütün gerçek yazarlar gibi kaleminin haysiyetini ve kafa bağımsızlığını korumak hususunda inanılmaz bir titizlik gösteren Tarık Buğra’nın, edebiyat ve düşünce hayatımızda, yakın tarihe, resmi tarihin dışında bakabilme cesaretini gösteren ilk yazar olması bakımından ayrı bir yeri vardır. Bugünlerde bazı yazarların yeni yeni keşfettikleri Birinci Meclis’e ve bu meclisin Hüseyin Avni Ulaş gibi, demokrasiyi gerçekte kavramış -ve tabii harcanmış- üyelerine dikkatimizi ilk çekenlerden biri O’dur. Küçük Ağa’nın ve özellikle ve birtakım solcu eleştirmenleri o kadar rahatsız eden Firavun İmanı’nın şu sıralarda yeniden ve dikkatle okunması, gerektiğine inanıyorum.
Tarık Buğra, haklı olarak yeterince anlaşılmadığına inanır ve zaman zaman bu durumdan samimiyetle yakınırdı. Sanırım, Türkiye Yazarlar Birliği çevresinin son zamanlarda kendisine gösterdiği yakın ilgi, onu çok memnun etmişti. Kitaplarını külliyat olarak çıkaran Ötüken Neşriyat da bir armağan kitap için hazırlıklara başlamıştı; yazık ki bu armağan hala tamamlanamamıştır.
Kendisini çok kısa bir sürede ölüme götüren hastalığa yakalanıp hastahaneye yatırıldığında, Türkiye gazetesindeki köşemde “Geçmiş olsun Tarık ağabey!” diye bir yazı yazmıştım. Ameliyattan sonra ziyaretine gittiğimde, “Sana çok teşekkür ederim Beşir!” deyişindeki içtenliği unutamıyorum. Gözleri dolmuştu ve sesi titriyordu; inanır mısınız, yazarlık hayatımın en büyük ödülü işte bu teşekkürdür.