Zeliha ALKAN: “TÜRKEŞÇİ” OLMAK
TÜRKEŞ’Çİ OLMAK
Zeliha ALKAN
Kışın son günleri hızla geçerken ilkbahar yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı.
Ancak Ankara’nın ayazı yine sabahın erken saatlerinde varlığını hissettiriyordu. Beyaz lahananın artık son zamanlarıydı. Annem bu yılın son lahanası diye düşünerek babamın çok sevdiği lahana sarmasını yapmak için işe koyulmuştu. Tek katlı küçük evimizde annem lahanasını sararken 6 yaşındaki her çocuk gibi dertsiz ve tasasızca kardeşlerimle oyun oynuyordum. Biz oyunumuza, annem işine dalmışken dışardan gelen çığlık sesleriyle birlikte kapı sesi duyuldu evimizin içinde. Birden hepimizin içini korku ve telaş kapladı. Evin büyük çocuğu olarak kapı açma görevi bana düştü. Tedirginlikle açtığım kapının arasından Nurcan ablanın heyecanlı sesi duyuldu:
-Latife Teyze silah seslerini duydunuz mu?
Annem usulca cevap verdi;
-Yok yavrum duymadım.
-Biraz önce aşağıdan silah sesleri duyuldu. “Türkeşçi”lerden birini vur…
Nurcan Abla sözünü tamamlayamadan mahallenin ayaklı gazetesi Yüksel girdi açık kapıdan:
-Duydunuz mu Tahir ağabey şehit olmuş! dedi.
Birden ölüm sessizliği oldu evimizde. Kelimenin tam anlamıyla ölüm sessizliği. Sorar gözlerle döndüm anneme, şaşırmıştım. Annemin yüzü bembeyaz olmuş, adeta eli ayağı boşalmıştı. İçten bir feryat yükseldi annemden:
-Vah yavrum! Yandı Fadime Hanım, yandı yüreği garibimin. Bir evin bir oğluydu Tahir. Elleri kırılsın onu vuranın, kahrolsun anarşistler !..
Annem konuşunca anlamıştım vurulanın kim olduğunu. Mahallemizin nöbetini tutan Türkeşçi ağabeylerimizden; ince uzun boylu, aydınlık yüzlü ağabeyimizdi şehit olan. Açık renk takım elbiseli ağabeyimizdi Tahir Ağabey, öyle tanırdık biz onu. İyi ama henüz on altı yaşında olduğunu söylüyorlardı Tahir Ağabey’ in, 16 yaş çok küçük bir yaş değil miydi? Bu ilk değildi mahallemiz için daha önce de yaşanmıştı bu olaylar, bu kaçıncı olaydı, verilen kaçıncı şehitti bilmiyorum sayamamışım o çocuk aklımla ya da sayamayacağım kadar çokmuş yaşanan kayıplar. Bir defasında yan komşumuz Güler teyzelerin evine bomba koymuşlardı da bizim bütün camlarımız kırılıp dökülmüştü. Sonra İpçi amcanın oğlu Sedat ağabeyi sabah dükkanını açtığında, abdest alırken vurmuşlardı da şehit olmuştu. Uzun süre hiç çıkmadı bunlar aklımızdan.
En son ramazanda yaşadığımız korkuyu henüz atlatamamıştık bile. Teravih namazında mahalle camimiz silahlarla taranmış, Başçavuş’un oğlu Mustafa ağabey caminin avlusunda şehit edilmişti. Kanlar içinde elleri kolları duvara bağlı şekilde bulmuşlar Mustafa ağabeyi.
Bu olay bütün mahallemizi derinden sarsmıştı. En çok da Kayserili Bakkal’ın kızı Ayşe abla etkilenmişti bu olaydan. Mustafa ağabeyin ölümünden sonra günlerce hasta yatmıştı. Sonradan öğrendik meğerse Ayşe abla Mustafa ağabeye sevdalıymış o yüzden o kadar perişan olmuş sevdiğini o halde görmeye dayanamamış. Ayşe abla Mustafa ağabeyin ölümünden sonra solup kalmış evden çıkmaz olmuştu. Oradan taşındıktan yıllar sonra aldığımız haberlere göre Ayşe abla ne evlenmiş ne de eski neşeli haline dönmüştü. Ayşe abla neşesini de sevdiği ile gömmüştü anlaşılan.
O kadar çok acı yaşanıyordu ki; henüz yeni ilkokula başlamış bir çocuk olan benim dünyamda sıradanlaşmaya başlamıştı bu acılar. Yaşananlara rağmen mahallemizin “Türkeşçi” ağabeyleri hiç korkmuyor, her gün mahallemizde nöbet tutuyor, geç saatlere kadar mahallede geziyorlardı. Çocuk aklımla düşünüyordum bu ağabeyleri yüreklendiren neydi, kimdi?
“Türkeşçi” diyorlardı ağabeylere… Kimdi Türkeş? Nasıl bir insandı? Ağabeylerimi korkusuzca ölüme götüren neydi?
Anneme sorduğumda cevap vermek istemez, “Sen küçüksün yavrum bu konuları konuşmak için çok erken, sakın bir yerde konuşma” der, sustururdu beni. Anneme defalarca kez sorup yanıt alamadığım soruları akşam gelen babama sorup babamdan cevap beklerdim. Babam bıkmadan her defasında cevaplardı.
Bir gün yine sordum babama;
-Baba, Türkeş kim?
Babam yanıma oturup usulca cevapladı:
-Türkeş kim biliyor musun kızım? Türkeş bir vatan sevdalısı, cennet vatanımızın, dinimizin koruyucu komutanı, bizim çocuklar da yani senin Türkeşçi ağabeylerin de onun askerleri. Allah onlara güç kuvvet versin, korusun, vatanımızı Allahsız komünistlerden kurtarsın, dedi.
Ardından başımı okşayıp tembihledi:
-Aman ha kızım sakın bunları okulda anlatma, bir yerde bahsetme yavrum.
İlk kez 6 yaşında tanıdım Türkeş’i. Mahallemizdeki ağabeylerimizden, etraftan Türkeş lafını duyduğum an dikkat kesilir, konuşulanı öğrenmek için can kulağıyla dinlerdim.
12 Eylül 1980’ e kadar devam etti bu öğrenme sürecim. 9 yaşındaydım darbe olduğunda öğrenme sürecim darbe ile yavaşladı, okumaktan anlatmaktan çekinmeye başladı kimisi.
Bu içimdeki merakı dindirmek yerine daha da arttırdı. “Türkeşçi” olmanın ne demek olduğunu 9 yaşında bir çocuğun anlayabileceğinden daha fazla anlamıştım. Artık ben de büyüyüp “Türkeşçi olmak” istiyordum.
Yıllar geçti 1989 yılında üniversiteyi kazandığımda artık aktif olarak davamın içindeydim.
Yıllarca ismi ile büyüdüğüm, öncülük ettiği davayı kendime yol edindiğim Alparslan Türkeş ile tanışmayı heyecanla bekliyordum. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde başkanlığını yaptığım Bayan Teşkilatı’nı kurduğumuzda artık Genel Merkez’e gidip gelmeye, seminerlere katılmaya başlamıştım.
Başbuğumla ilk yüz yüze karşılaşmam onun verdiği bir konferansa katılmamızla olmuştu.
Kocatepe Cami konferans salonu dolmuş birçok gençte ayaktaydı. Heyecanla onun gelmesini bekliyorduk. İçeri girdiğinde nefesler tutulmuştu. Heyecandan kalbim duracak zannetmiştim.
Yıllardır tanımayı, görmeyi sabırla beklediğim, davasına gönül verdiğim Başbuğum tam karşımdaydı. Yüzünün ışığı tüm salonu aydınlatmıştı. Konuşması hiç bitmesin istemiştim. Bu ilk karşılaşmadan sonra Başbuğum’un seminerlerini, konferanslarını hiç kaçırmamıştım.
Onu her dinlediğimde 12 Eylül öncesindeki “Türkeşçi” ağabeylerimin neden “Türkeşçi” olduklarını, neden bu davaya gönül verdiklerini daha iyi anlıyordum. Çünkü o rahmetli babamın dediği gibi “gerçek bir vatan sevdalısı” ve “tüm Türk dünyasının Başbuğu” idi. Bu vatan evlatlarını kendi
evlatları gibi sevmişti. Bu vatanın evlatlarını Türk bayrağı gibi görüyor: “Hepiniz birer Türk Bayrağısınız, bayrağı lekelemeyin, yere düşürmeyin.” diyordu. Her konuşmasında bizim imanlı ve ahlâklı gençlere ihtiyacımız var diyerek gençleri ahlâklı olmaya yönlendirirdi.
“Dalından kopan yaprağın akıbetini rüzgâr tayin eder.” sözleriyle milletini birlik beraberliğe davet ediyordu.
Bu davaya gönül vermek için o kadar çok sebep vardı ki ne hepsi yazabilirim ne de anlatabilirim. Çocukken hayranlıkla izlediğim, inanmışlıklarına hayret ettiğim “Türkeşçi” ağabeylerime yaşayarak hak vermiştim.
Başbuğumu bizzat tanıma fırsatı yakalayan gençlerden biri olduğum için her daim şükrederim.
Hamd olsun ki bu yaşıma kadar onun bizlere gösterdiği yoldan hiç şaşmadım ve en önemlisi de “Evlatlarım her ülkücü on ülkücü yetiştirecek.” diyerek bizlere verdiği görevi yerine getirmek için hep çabaladım.
Bir öğretmen olarak sana verdiğim sözü tuttum Başbuğum; öğrencilerime vatan, millet sevgisini, bir Türk gencinin nasıl olması gerektiğini öğrettim. Meslek hayatım boyunca on değil, onlarca ülkücü yetiştirdim. Ömrüm oldukça da gençlere ışık olmaya, davamızı anlatarak onlara yol göstermeye devam edeceğim.
Bizlere emanetin olan davamıza hizmet için her daim hazırız.
Rahat uyu, ruhun şad, mekânın cennet olsun Başbuğum…