# Etiket
##GENEL

Dr. Hayati BİCE: Ülkücü Hareketin İslâmlaşma Dinamikleri

 Ülkücü Hareketin İslâmlaşma Dinamikleri

Hayati BİCE

Bu başlık altında ülkücü hareket ile İslâm arasındaki ilişkinin niteliği hakkında yazacağım yazılara başlarken, “İslâmlaşma” sözcüğünü -sanki yeni bir dine girme olarak algılanabileceği uyarılarını dikkate alarak- zorunlu hale gelen bir açıklama ile başlamak isterim. “Ülkücü hareketin İslâmlaşması” denirken, kendisini ‘ülkücü’ olarak tanımlayan büyük bir kitlenin, İslâm’ı algılama düzeyinin derinleşmesi ve bir din olarak müntesiblerinden belirli ibadetleri yerine getirmesini isteyen İslâm dinini yaşama pratiğindeki hassasiyetin artışı, kastedilmektedir. Bu algılama ve hassasiyetin süreç içerisinde, tek tek her bireyin, her gün bir önceki günden daha ileri bir düzeyde seyretmesi, -pratikte her zaman mümkün olmasa bile, teorik olarak- istenilen ve hedeflenen bir durumdur. Zaten bu ülkede hemen herkesin bildiği bir kural olarak, nitelikli bir İslâm’ın anlaşılmasında vesile edilen Hz. Rasûlullah’ın “İki günü birbirine denk olan zarardadır” sözü de, olumlu yönde seyretmesi istenen dinamik bir sürece işaret eder.

Yakın tarihin bir kesitinde, çok ateşli bir rekabete konu edilen bu konuda, polemiklerden geriye kalanlar ve değerlendirme yazılı metinler üzerinden yapılarak konunun şahsileştirilerek başka mecralara çekilmesi tehlikesi bertaraf edilmek istenmiştir.

Bunun için, gençlik yıllarını ülkücü hareket içerisinde yaşamış olan Beşir Ayvazoğlu’nun “Tanrıdağ’dan Hira Dağı’na Uzun İnce Yollar” başlıklı değerli incelemesi[1] , Birol Akgün ve Şaban H. Çalış isimli akademisyenlerin ortak ürünü olan “Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslâmcı Doz” makalesi[2] ve Türk basınında ‘MHP uzmanı’ olarak tanınan sol eğilimli Tanıl Bora-Kemal Can ikilisinin “Devlet, Ocak, Dergâh–12 Eylülden 1990’lara Ülkücü Hareket-”[3]  isimli kitabı değerlendirmeye aldığım eserlerdir.

Öncelikle Tanıl Bora ile Kemal Can tarafından hazırlanan, siyasî tarihçiler için, artık önemli bir veri kaynağı haline gelmiş olan ve İletişim yayınlarının Araştırma-İnceleme dizisinde basılan Devlet, Ocak, Dergâhkitabında konuya nasıl yaklaşıldığını italik metin alıntıları ve kendi yorumlarım ile sunmak istiyorum. Yeri geldikçe, aynı konuda diğer yazarların değinilerinden de bahsedilecektir.

“Devlet, Ocak, Dergâh” Ekseninde Ülkücü Harekette İslâmlaşma Tartışması
İletişim yayınlarının bastığı Tanıl Bora ile Kemal Can’ın “Devlet, Ocak, Dergâh” kitabının “İslâmlaşma Süreci ve Türk-İslâm Ülkücülüğü” başlıklı Altıncı Bölüm’ü, bütünüyle Ülkücü Hareket’in İslâmî niteliğinin sorgulanmasına ayrılmıştır. Bora ve Can, değerlendirmelerine  “12 Eylül sonrasında ülkücü hareketin siyasal yönelimlerinde, ideolojisinde, söyleminde ve alt-kültür yapısındaki değişim sürecinin belirleyici olgusunun, yaşanan ‘İslâmlaşma’ olduğu”na işaret ederek başlamışlar ve Ülkücü Hareket’in İslâmîleşme sürecini kendi bakış açıları ile şöylece özetlemişlerdir:

Ülkücü hareket, müslümanlığı lafzen daima benimsemişti, 1970’lerin ikinci yarısında, söyleminde İslâmi etmenlerin ağırlığını artırmış; özellikle Orta-Doğu Anadolu’da Sünni duyarlılığını seferber etmeye dönük siyasal bakımdan araçsal-taktiksel ve demagojik nitelik taşıyan politikası çerçevesinde İslâmi bir görünüm sunmaya yönelmişti. MHP’nin söyleminde İslâmi motiflerin ağırlığı 1970’ler boyunca artarak Türklük ile İslâmiyet, her ikisinden de vazgeçilemeyecek değerler olarak sunuldu. Türkeş’in ünlü “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” sözü, bu “eşitliği” simgeleyen bir slogandı. Ancak Türklük-İslâmiyet ilişkisi asla tutarlı ve bütünlüklü bir teorik açıklığa kavuşturulmadı. Gerçekte, gene 70’lerde revaçta olan “Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve fazileti” düsturundan sezilebileceği gibi, “milleti oluşturan unsurlardan birisi” olarak kavranan ve hükmü (özünde tamamen laik bir anlayışla) ahlâkî-vicdanî düzeye indirgenen İslâm, ideolojik bakımdan daima milliyetçiliğe tabi kaldı. 12 Eylülün arifesinde başlayarak 1980 sonrasında yoğunlaşarak, siyasal söylem düzeyinde kalmayıp ülkücülerin düşünce dünyasını bütünlüklü olarak etkileyen “sahici” bir İslâmlaşma süreci yürürlüğe girdi. [4]

Bora ve Can’ın bu alıntıdaki tesbitlerinde tartışılması gereken en önemli nokta,  “Türklük-İslâm ilişkisinin  asla tutarlı ve bütünlüklü bir teorik açıklığa kavuşturulamadı”ğı şeklindeki ifadedir. Tesbiti pekiştirmek için kullanılan “asla” kelimesi ile güçlendirilen bu hüküm genel ortalama için sözkonusu edilebilir olsa dahi, tarih boyunca hem Türklük bilincinin farkında, hem de İslâm’ı yaşamanın zirvesinde birçok ismin varlığını bilmemiz, bu hükmü geçersiz kılmaktadır.

Ülkücülüğü veya Türk milliyetçiliğini, 1969 yılındaki kongre ile MHP adını alan siyasî hareket ile sınırlama hatasının yol açtığı değerlendirmenin yanlışlığını anlamak için, Dîvân-ı Lügati’t-Türk sözlüğüne yazdığı önsözü, Türkler hakkında rivayet edildiği söylenen hadisler ve övgüler ile süsleyen Kaşgarlı Mahmud’u hatırlamak dahi yeterlidir. Konuyu o kadar geriye götürmek istemeyenlerin, milyonlarca kişilik bir insan topluluğu olan ülkücü kitlenin -ve hatta ülkücü hareketin yüzlerce kanaat önderinin İslâmî niteliklerini, herbiri hakkında ferdî hüküm oluşturacak derecede tanımaları mümkün olmadığına göre nasıl böylesi bir genelleme yapabilirler?

Bora ve Can, incelemelerinin “12 Eylül ve ülkücü hareketin tabanında İslâmlaşma süreci” arabaşlıklı sayfalarında ise, sürecin nedenlerini ve gelişimini özetlemeğe çalışmışlardır. Ülkücü hareketteki İslâmîleşme eğilimini, -hiç değilse başlangıçta- tamamen siyasî hesaplara dayandıran yazarlar,  “Ülkücü hareket tabanında yaşanan İslâmlaşma dinamiği, genel-global İslâmi yükselişle de ilgilidir.” diyerek sürecin oluşumundaki etkenlere bir de dış faktör eklemişler ve bunu da İran’da Humeyni ile özdeşleşen “İslâm Devleti” kuruluşu ile ilişkilendirmişlerdir:

“Ülkücü hareketin genç tabanını kavrayan İslâmlaşma, bu yeni genel-global İslâmcı dalganın etkisi altında gelişti. Sonuçta, 1980’lerin ülkücü hareketten farklı olduğu gibi, MHP’nin yaklaşımından ve bu yaklaşımı sürdüren tepe kadrolarınkinden de oldukça farklı bir niteliğe büründü.” [5]

Ülkücü harekette İslâmî duyarlılığının ön plâna çıkartılmasında bu şekilde İran üzerinden bir “dış faktör” analizi yapan Bora ve Can bu konuda yalnız değildir. “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman” /Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslâmcı Doz makalesinin yazarı olan iki akademisyen ( Birol Akgün ve Şaban H. Çalış) da “İran Devrimi ve 12 Eylül Darbesi’nden sonra özellikle “Medrese-i Yusufiye”de toplanan bir grup milliyetçinin, Türkçülük’ten İslâmcılığa doğru, “Humeynici” denilebilecek bir tarzda radikal dönüşümler yaşadığını iddia etmişlerdir. [6]

Ülkücü harekette İslâmî duyarlılığın yükselmesinde, dış faktörler bu şekilde, “İran” adres gösterilerek özetlenirken, iç etkenler konusunda da benzer şekilde çok şematik ve tutarsız bir izah denenmiştir. Siyasî parti rekabeti düzeyinde, siyaset hesaplarının bu yönelişte etkin olduğunu “İslâmi yönde atılan adımlar, esas olarak, MHP’nin kitle desteğini geliştirmeye dönük taktik girişimlerdi. İslâm’ın ideolojik tutarlılıkla benimsenmesi söz konusu değildi.” sözleriyle iddia eden Bora ve Can’ın bu tesbitleri de ayakları yere basmayan bir hükümdür:

“1977 seçimleri, MHP söyleminde İslâmi motiflerin artış seyri içinde önemli bir sıçrama noktasıydı. 1977 seçiminden kısa süre önce hacca giden Türkeş, 3 Mayıs 1977’de yayımladığı beyannamede, “Hakk’ın düşmanları düşmanımız, Hakk’ın dostları dostumuzdur” dedi. Bir yandan da İslâmi cemaatlerin desteğini kazanma arayışına giren MHP lideri bu ilişkilerle MHP’ye pek büyük bir kitle desteği sağlayamadı ama bu ilişkileri simgesel olarak önemliydi. 1979/1980 döneminde MHP söyleminde İslâmi motiflerin ağırlığı artarken, ülkücü hareketle İslâmcı hareket ve MSP başta olmak üzere Müslüman kitlenin oylarına talib olan siyasi yapılar arasındaki ilişkiler de sertleşmeye başladı.

“İslâm’ın esasları”nı görece hararetli savunanların da, gündelik hayatlarını bu “esaslar”a göre tanzim ettikleri, İslâmcı jargonla “İslâm’ı yaşadıkları” söylenemez. Hele ülkücü hareketin büyük kentlerdeki semt kadroları arasında, İslâmi değerleri gerçekten benimseyenler istisnai olduğu gibi; İslâm’ı lafzen sahiplenmeye bile gerek duymayan unsurlar da mevcuttu.”

“MHP’nin İslâmlaşma stratejisinin birincil hedefi olan ve Batıcı kültürel modernleşmeye, bu süreçlerin kozmopolitleştirici sonuçlarına isyan ederken İslâmi söyleme daha sıkı sarıldığı gözlenen  Orta ve Doğu Anadolu siyasal coğrafyasının taşrasında durum farklıydı. Bu yüzden, MHP’nin İslâmlaşma yönündeki adımları, Orta-Doğu Anadolu taşrasında belirli bir nesnel karşılığa sahipti.” [7]

12 Eylül öncesinde MHP’nin Doğu ve Orta Anadolu’da kitle desteği sağlamaya yönelik olarak MHP sözcülerinin dillerinde, İslâmi söylemlerin arttığının iddia edilmesi de, sonuca bakarak nedenlere ulaşmaya çalışan bir yaklaşımdır.

“MHP’nin İslâm’a yönelişi, elbette ülkücü hareketin tabanı üzerinde etkili olacak bir gerçeklikti. Ülkücü gençliğin toplumsal karakteristiğinin kökü, kültürel ve gündelik hayat dokusuyla bağını koparmadığı Sünni Türk taşra ortamındaydı. Öte yandan, kentlerdeki başıbozuk ilişkilerin ürettiği kriminal yapılanmalar karşısında geniş bir taraftar ve kadro kitlesinde ise orta sınıf ahlâkî değerler temelinde oluşan tepkiler de, kelimenin tam anlamıyla “idealist” ülkücü önderlerin İslâmi değerlere daha fazla sarılmasını adetâ zorunlu hale getiriyordu.” [8]

Bugün bu coğrafyada MHP’nin 12 Eylül öncesinde ulaştığı oy yüzdeleri ülke genelindeki ortalama ile kıyaslanırsa son otuz yılda belirgin olarak gerilemiş durumdadır. Eğer MHP’nin bu bölgede oy devşirme hesabı ile İslâmî görünürlüğü arttırma/azaltma gibi bir hesabı söz konusu olsa idi bunun giderilmesi çok kolay olurdu. Ancak konuyu içinden geldikleri fikrî geleneğin -belki de farkında bile olmadıkları yönlendirmesi ile- Marksist şablonlara göre ele alan yazarların bu değerlendirmeleri kabul edilemez.

Ülkücü Kitlenin İslâm’a Yönelişinin Sosyal Psikolojik Yorumu
Türk milliyetçiliği hareketinde İslâmî yönelişin sosyal psikolojik arkaplanını “Ülkücü tabanın İslâm’a yönelişinde toplumsal ve siyasal-psikolojik etmenler” başlığı altında inceleyen Bora ve Can, konuya cezaevlerindeki ülkücülerin psikolojik destek gereksinimi çerçevesinde yaklaşmaktadırlar: “Gönül huzuru arayışı” içinde İslâm’a yöneliş, ülkücü gençlerin bulunduğu hapishane koğuşlarında yoğunlaştı ve küçük çapta kitleselleşti. 12 Eylül arifesinde hapishanelerdeki ülkücülerin adına savaştıkları devletten gördükleri muamele karşısında şaşırmış ve bu şaşkınlığı şoka dönüşmüştü. Tutuklu ülkücülerin ideolojik ve teorik donanımsızlığı, sahipsizlik psikolojisi, yalnızlık duyguları İslâm’a yöneliş eğilimlerini güçlendirmiştir. Bu noktada İslâm’ın, özellikle tasavvufî geleneklerin vaad ettiği mistik huzura bağlanmak, hayal kırıklıklarından koruyucu ve kalıcı bir çözüm yolu olarak görünüyordu.

Ülkücü tabanın geldiği toplumsal çevre ve gelenek içinde, varoluşsal bunalımlara kapı açan bu ruh halini dengeleyebilecek bir manevî destek sunabilen yegâne kaynak, İslâm’dı. Moral dayanak bulma, en azından hapishane hayatına tahammül saikiyle, tutuklu ülkücüler arasında İslâmi söylem ve başta Kur’an-ı Kerim meal ve tefsirleri olmak üzere temel İslâmî metinleri okumalara rağbet arttı. Ülkücü terminolojide hapishaneler, bu yönleriyle manevi bakımdan olgunlaştırıcı bir hayat alanı olarak sunuldu ve 12 Eylül arifesinden başlayarak ve “Taş Medrese” ve “Yusufiye” olarak tanımlandı.

Kişilikleri güçlendirmek, moralleri ayakta tutmak için de başvurulan İslâmi kaynaklardan aldıkları ilham ile gündelik hayat düzenini, tabanın moral dayanaksızlığını gidermek için İslâmi öğretileri sistematikleştirme çabası gösterenler ortaya çıktı. Bunun sonucunda İslâmi okuma ve tefekkür pratiği, ülkücü tabanda kollektif bir olgunlaşma, bilinçlenme, arınma gibi değerlere dayalı bir tasavvufî eğilimin yaygınlaşmasını sağladı. [9]
Ülkücü hareket gibi toplum tabanı milyonları bulan, sadece üniversitelerdeki etki alanında yüzbinlerce ‘okumuş genc’i toparlayan bir hareketin İslâm’ı yaşama bilincini, yukarıdaki satırlarda sergilendiği üzere hapishanelerdeki birkaç yüz  veya 12 Eylül sonrasını da hesap ederek birkaç bin tutuklu ve hükümlünün manevî destek ihtiyacına bağlamak son derecede yetersiz bir açıklamadır. Daha önce haberiniz.com.tr’de yayınlanan “Ülkücü Bilincin Şekillenmesinde Şehâdet” başlıklı bir makalemde [10] işaret ettiğim üzere binlerce ülkücü şehidin etkisi ile kıyas bile edilemez. Yazarların bu noktayı fark edememesini ülkücü şehidlerin, kimler tarafından katledilerek şehid edildiğini dikkatlerden kaçırmak için, görmezden geldiklerini iddia etmek haksızlık olabilir; ancak en hafif deyimi ile bir ihmalden söz edilmesi kaçınılmazdır.

Ülkücü şehidlerin sosyal etkisini sadece akrabalık çevreleri ile ilişkili bir çerçevede sınırlamak mümkün değildir. Ülkücü şehidlerin ülkücü bilince katkısı, orta/küçük ölçekte bir şehirde bir ülkücü gencin şehid edilmesinin o şehri tümüyle travmatize ettiği; bir okuldan bir fakülteden çıkartılan şehid cenazesinin o okulun tüm öğrencilerinin hayatın anlamı/verilen mücadelenin hedef ve sonucunu sorgulamaya sevkettiği hesaba katılmadan değerlendirilemez.

Yazarların ülkücü literatürde başarılı bir kaynak taraması yaparken ülkücü yazar Emine Işınsu Öksüz’ün, ülkücü şehid Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun şehadetini anlatan “Sancı” romanının ülkücü bilinç ve hatta bilinçaltındaki tesirini fark edememelerini, ancak kendi durdukları yerden bakınca görememek diye açıklamak gerekir. Bugünün -lise çağlarındaki, üniversite sıralarındaki- genç ülkücülerinin bile, yaklaşık kırk yıl önce gerçekleşmiş bir cinayet ile şehid edilen Önkuzu’nun öyküsünden kendi  ruh dünyalarına köprüler kurduğunun yakından tanığıyım. [11]

Bora ve Can, “Başbuğ”undan okul temsilcisine kadar tüm ülkücü hareket üzerine olanca acımasızlığı ile yüklendiği 12 Eylül darbesinin oluşturduğu travmanın İslâmî bilinçlenmeye etkisini  “İslâm’a yönelişte siyasal-ideolojik etmenler” başlığı altında ele almışlardır: “İslâm’ın siyasal boyutu, ülkücü tabanın ideolojik arayışına, odağında devlet/düzen ilişkisi meselesi bulunan açmazların çözümü noktasında da yeni imkânlar sunuyordu.  Ülkücü hareket, adına komünistlerle savaştığını düşündüğü -ve resmen hâlâ savunduğu- “Devlet” tarafından “harcanma” ikilemi karşısında ezilmiş durumdaydı. Türk Milliyetçileri, sadece kulaktan dolma olarak işittikleri 1944 Türkçülük davası ile ilişkili menkıbeler dışında, devletin sistematik işkence ve maddî/manevî baskısı ile ilk kez yüzyüze gelmişti. Bazı ülkücüler için radikal İslâmi eğilimin “laik devlet karşıtı” nihilist söylemi, bu ideolojik boşluğu dolduran son derece yarayışlı bir kaynak gibi duruyordu. 12 Eylül öncesinde ülkücü söylemde fazlaca tartışılmadan kullanılan bir motif halindeki, mücadelenin “komünizm tehlikesine karşı İslâmi bir tepki”yi yansıttığı tezi, darbeden sonra, ülkücü tutuklulardan başlayarak ülkücü gençlik arasında bir “yan motif” olmaktan çıkarak “İslâmi tepki” ekseninde mücadelenin temel dinamiği olarak algılanmaya ve giderek bu şekilde sunulmaya başlandı. Devletin 12 Eylül’de ülkücü harekete gösterdiği sert tepkinin, bu hareketin sadece komünizme karşı reaksiyon olmayıp, laik düzeni tehdit eden bir İslâmi potansiyel olduğunu anlamasından kaynaklandığı savunuldu. Hattâ 12 Eylül’ün, bu İslâmi potansiyeli yok etmek amacıyla “ülkücü harekete karşı yapıldığı” iddia edildi.” [12]

Ülkücü hareketin mücadelenin İslâmî niteliğini vurgulamak için kullandığı ‘cihad söylemi’ni de 12 Eylül Darbesi ile izah eden yazarlar, son binyüz yıllık Türk tarihinin, baştan sona, cihad menkıbeleri dolu olduğundan, Malazgirt’in muzaffer Selçuklu hanı Alparslan’dan Bağdat fethinin ‘bıyığı terlememiş’ yiğidiGenç Osman’a kadar binlerce Türk kahramanının ülkücü bilinçte sanki dün yaşamışlarcasına bir canlılık arz ettiğinden de habersizdirler: “Radikal İslâm’ın ideolojik saldırılarının da etkilemesi ile İslâm’ı “ahlak ve fazilet” alanına hapseden ve mütevekkil bir konformizm kaynağı olarak sunan resmî İslâm’ın pasifizmi öneren kabulleri temelinden sarsıldı. Ülkücülüğün anti-komünizm doğrultusunda “İslâm’ı koruma” çerçevesinde kullanageldiği, “cihad” kavramı, “İslâm’ı bütün dünyada egemen kılma” hedefini odağa oturtan atak, aksiyoner bir öz içerecek şekilde yeniden üretilmeğe girişildi.” [13]

Ortak ülkücü bilinçte, İslâm’ın cihad emri ile bir arada düşünülmesi kaçınılmaz olan “İ’layı Kelimetullah”ve “Nizâm-ı Âlem” söylemlerinin tarihî köklerinin, ülkücü hareketin İslâmî eğilimleri konuşulurken/yazılırken göz ardı edilmesi de kabul edilemez bir hata olarak kaydedilmelidir.

(Sonraki yazımda Ülkücü Harekette İslâmî Yönelişin Teorik Temelleri ve İdeolojik Plandaki Öncüleri ele alınacaktır.)
_________________________________________

İletişim: http://www.hayatibice.net
[1] Beşir Ayvazoğlu, Tanrıdağ’dan Hira Dağı’na Uzun ince Yollar, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-4, Milliyetçilik,  İletişim Yayınları, 2002, İstanbul, s.541-578.

[2] Prof. Dr. Birol  Akgün-Prof. Dr. Şaban  H.  Çalış, Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman, Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslâmcı Doz, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-4, Milliyetçilik,  İletişim Yayınları, 2002, İstanbul, s. 584-600.

[3] Tanıl Bora, Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergâh -12 Eylülden 1990’lara Ülkücü Hareket- İletişim Yay. Araştırma-İnceleme Dizisi, (6.baskı)  İstanbul, 2000, s.281-325

[4] Tanıl Bora, Kemal Can, age: s. 281.

[5] Tanıl Bora, Kemal Can,  age:  s. 282-285.

[6] Akgün-Çalış, a.g.m., İstanbul, s. 596.

[7] Tanıl Bora, Kemal Can,  age:  s. 287.

[8] Tanıl Bora, Kemal Can,  age:  s. 288.

[9] Tanıl Bora, Kemal Can,  age:  s. 289-292.

[10] Hayati Bice, “Ülkücü Bilincin Şekillenmesinde Şehâdet”, 3 Ekim 2011. http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi41188-Ulkucu_Bilincin_Sekillenmesinde_Sehadet.html

[11] Emine Işınsu’nun “Sancı” romanı bugün, hâlâ tekrar tekrar basılan ve gençler arasında elden ele dolaştırılarak okunan bir eserdir. Bu okuma sürecini kendi çocuklarım üzerinden yakından takip etme fırsatım oldu. (Ülkücü nesillerin önceki kuşakları da bu etkinin yakından tanığıdır.) “Sancı” örneği, bir sanat eserinin, kitlenin, ortalama bilincinin teşekkülünde oynadığı rolü göstermesi yönünden ilginç bir örnek vakıa olarak, akademik tezlere, sosyolojik araştırmalara konu edilecek kadar önemlidir. Sözün bu noktasında, -çocuklarımın da içerisinde yer aldığı- yeni nesil ülkücüler adına, Emine Işınsu Öksüz’e açık teşekkürü bir borç bilirim.

[12] Tanıl Bora, Kemal Can,  age:  s. 293.

[13] Tanıl Bora, Kemal Can,  age:  s. 294.

Leave a comment