Sezai KARAKOÇ: ‘Batılılaşma’
Sezai KARAKOÇ
USÛL
“Doğu ülkeleri, hele müslüman ülkeler, iki yüz yıldır bir ‘Batılılaşma’ oluşu içindedir. Bu oluş, henüz bitmemiştir. Yâni, başta Ortadoğu, hiç bir doğu ülkesi, tam batılı olmamıştır. Ne Türkiye, ne İran, ne Hint, ne Arap ülkeleri.
Osmanlı İmparatorluğu, Batı’nın yüzlerce yıl süren saldırışlarına iyi dayanıyordu. Ta Batı, büyüle endüstriyi kurup, o yolla Osmanlı Devletinin çevresindeki bütün ülkeleri sömürge yapıncaya, Osmanlılara fikri ve maddi gücünü bütün yenilikleriyle toplu olarak yöneltinceye kadar. Osmanlılar bu hareketin karşısına, içten dayanışmalı yeni bir güçle çıkamadılar. Çıkamadıkları için gün geçtikçe batının diyeceklerini dinlemeye başladılar. Batı, diyeceğini açıkça söylemiyordu. Her zaman olduğu gibi, dolambaçlı yoldan gidiyordu batı. Kurtulma çârelerini gösteriyordu! Bu çâreler, ‘Batılılaşma’ dediğimiz olayı getirmiş oldu. Ve iki yüz yıllık maceradan-sonra bilinen târihî olaylar oldu, imparatorluk çöktü, bugüne geldik.
Bu, Batılılaşma olayı, sonucunda, bir ‘aydınlar sergisi’ oldu. Bu aydınlar, doğu ülkelerinin batıya doğru kayışını artık oldukça olağan karşılıyorlar. Bunun dışında çözüm- tanımıyorlar. Kendi ülkelerinden, kendi tarihlerinden, kendi şartlarından bir tez çıkarmayı geriye dönüş (irtica, gericilik) diye adlandırıyorlar. Onların kendi aralarında ayrıldığı başlıca nokta, batıdaki gibi, fikirlerin iki uca gittiği gibi bir ayrılıktır.
Memleketimizde olay çok daha belirgindir. Çoğu aydın için, artık problem, batılı olup olmamak değil, nasıl bir batılı olmaktır. Yâni, tarz tartışılıyor, esas değil. Hattâ o kadar ki, ‘Batıyı seçme’ problemini ‘konuşmak, aydınlan üzmekte, onlara soğukkanlılıklarını kaybettirmekte, tartışmayı hemen gazete ithamlarına havale edip, bir polis işi hâline getirmeye sürüklemektedir.
Ben bu davranışa, ‘Batı hayranlığı’ demiyeceğim. Bu. bir ‘Batı mağdurluğu’dur. Bir bakıma, batı, iki yüz yıllık çalışması sonucunda, alnının teriyle bunu almıştır. Aydın, doğuşundan başlıyarak her geçen gününde, karşılaştığı ve kendini şartlandıran, bütün kültür değişmelerinde elinde olmadan bir etki alıyor ve bu etkiler yavaş yavaş bir kişiyi ve bu kişiler bir olayı meydana getiriyorlar. İşte, bunun adı ‘Batılılaşma’dır. Bu aydın için artık her şey batıya doğrudur. Mü2ik, şiir, hayat tarzı ye bütün şahsiyet…
Artık bu aydın, bir mesele karşısında kaldı mı veya kendine bir iş verildi mi aklına ve sağ duyusuna başvurmaz. ‘Avrupa şöyledir’ diye başlayan bir çözüme gider. Hele o konuda batıda akla gelen birbirine aykırı iki çözüm varsa işin içinden artık çıkılamaz. Her aydın işine ^elen çözümden yana çıkar ve ‘arada bir ‘Avrupa’da böyledir’ sözü duyulur.
Geriye dönen değil, ileriyi gören, milletinin, insanlığın, büyük ve asil bir târihi olan topluluklarından biri olduğunu anlamış bir aydın grubu daha var. Onlar artık doğu, hele İslâm milletlerinin kendilerine dönmelerini, önce var olmak gerektiğini (böylesine bâtılılaştıkça da var olmaya hiç bir vakit imkân bulamıyacaklarını), bir kere var olduktan sonra, belki alçakgönüllü ama şahsiyetli, dirilten yeni bir dünya görüşüyle, kendine has bir yaşayış tarzı kurmaları gerektiğini söylüyorlar. Yeni bir yorumla medeniyetlerinin doğuş noktasına bakıyorlar, dünyaya ‘üçüncü bir görüş’ü hatırlatıyorlar. Bu aydınlar kendi milletlerini ‘millet’ yapan unsuru artırmak, ondan yeni bir yaşayış çıkarmak istiyorlar. Batılılaşma olayının hazırladığı öbür aydınlarsa bu çıkışa sinirleniyor, bunu bir ‘geriye dönüş’ olarak adlandırıyorlar. Ve ellerindeki bütün teknik propaganda vâsıtalarıyla bu aydınları susturmaya çalışıyorlar.
Fakat, hiç kimse olaya kuş bakışı bakılırsa, hattâ bir Avrupalı gibi bakılırsa, aydınların bir kısmının, yabancı hattâ, uzun vâdede istilâcı bir kültürle kendi kültürü arasındaki fikri çatışmada kendi milletinin kültür temellerine karşı olarak öbür kültürün safında yer aldığını, kendi medeniyet ve kültürünü son âna kadar korumaya ve kurtarmaya çalışan bir avuç, aydına bütün güçleriyle yüklendiğini, onlara ikide bir ve yakışıksız şekilde sıfatlar taktığını, onları hor gördüğünü, onlara konuşma hakkını bile tanımak istemediğini tesbitte gecikmez.”
KAYNAK: Sezai Karakoç, Yazılar, III, s. 51.