# Etiket
##GENEL #EDEBİYAT

Prof. Dr. Cemal KURNAZ: Manevî Vatan Türkçe

MANEVÎ VATAN TÜRKÇE

Prof. Dr. Cemal KURNAZ

 

TÜRK DİLİ DERGİSİ; ŞUBAT 2024, s.78-80

Atalarımızın Anadolu’ya gelişlerini düşündüğümde gözümün önünde şöyle bir tablo canlanır: Atlarla, develerle, sürülerle her yaştan insan kafileler hâlinde yollara düşmüş geliyorlar. Bütün “dünyalıkları” bir devenin üstünde. Yanlarında getirdikleri bir şey daha var. O da Türkçe.

Türkçe Anadolu’ya gelinceye kadar çeşitli coğrafyalardan geçer. Yüzyıllarca süren çok çetin bir yolculuktur bu.

Karahanlılar çağında İslamiyet’le tanışan atalarımız İslamiyet’i öğrenmek için Arapça eserlere yönelirler. İster istemez yeni dinin kavramları ve kelimeleri dilimize girmeye başlar.

Araplarda eski zamanlardan beri edebiyat güçlüdür. Panayırlardaki şiir yarışmalarında dereceye giren yedi şiirin Kâbe duvarına asıldığı ve buna “Yedi Askı (Seb’a-i Muallaka)” denildiği bilinir. Arapça, ilahi kudretin en üst düzeyde işlediği bir dildir. Kur’an’ın edebî gücü onun mucizelerinden biri olarak kabul edilir. Birçok ayette, bütün insanlarbir araya gelse bir benzerini söyleyemeyecekleri belirtilir.

Kur’an indirildiğinde Arap yarımadasındaki nüfus sınırlı sayıdadır. İslam fetihleri sonrasında Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika Araplaşmıştır. Bu geniş coğrafyaya egemen olacak bir Arap nüfus söz konusu olmadığına göre bu konuda Arapçanın rolünü gözden ırak tutmamak gerekir. Yerel diller Arapça karşısında bir varlık gösterememiştir. Arapça karşısında iki dil direnmiş ve ayakta kalmıştır. Biri Farsça, diğeri Türkçedir. Her iki dil de Arapçadan çok etkilenmiştir.

Türkçenin rekabet ettiği bir diğer dil Farsçadır. Bizden çok önce İslamiyet’i kabul etmiş olan İranlılar, bunun gereği olan klasik eserlerini çoktan meydana getirmiştir. Türkler İran coğrafyasına geldiklerinde bu göz kamaştırıcı eserlerle karşılaşmışlardır.

İran’da 20. yüzyıla kadar hep Türk hanedanları egemen olmuştur: Gazneliler, Büyük Selçuklular, İldenizliler, Harzemşahlar, Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler, Afşarlar, Kaçarlar. Rıza Şah Pehlevi 1925’ta Pehlevi Hanedanı’nı kuruncaya kadar bu egemenlik devam etmiştir.
Bu iç içe yaşamanın getirdiği yakınlıktan dolayı Türkçeye çok sayıda Farsça kelime girmiştir. Bugün de kullanmaya devam ettiğimiz Arapça “vuzû’” yerine “abdest”, “salât” yerine “namaz”, “savm” yerine “oruç” kelimeleri Farsçadır.
Buna karşılık Farsçada da çok sayıda Türkçe kelime yer almıştır. Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde on yıl görev yapan İranlı bilim adamı Prof. Dr. Ebülkasım İçtihadi, Farsçada on binden fazla Türkçe kelime bulunduğunu söylerdi. Bu kelimeler Farsça söyleyişe uydurulduğu için ilk bakışta uzman olmayanlar tarafından fark edilmezler. Asım Efendi’nin Burhân-ı Kâtı Tercümesi, bu bakımdan zengin bir kaynaktır.

Farsça öylesine köklü ve güçlü bir dildir ki, henüz bir yazı dili hâline gelememiş olan Oğuz Türkçesi onunla rekabet edemez. Yöneticiler Türk olmakla birlikte, Farsçanın ve Fars kültürünün etkisi altındadır. Bundan dolayı ilk İslami eserlerimiz, Farsçanın etki alanının uzağında, Balasagun’da yazılabilmiştir.

İran’da kalmaya devam etseydik belki de “Türkî bir çeşme ise men onu deryâ eledim” diyen Şehriyar’a kadar güçlü bir şair yetiştiremeyebilirdik.

Sultan Alparslan’ın büyük hizmeti, bize Anadolu’da yeni bir yurt açması kadar, Türkçeye Farsça etki alanının dışında yeni bir alan açmış olmasıdır. Selçuklular döneminde bürokraside ve şehirlerde Farsçanın etkisi bir süre devam etti ise de, özellikle Beylikler döneminden sonra Oğuz Türkçesi bir edebî dil olarak kendini geliştirmeyi başarmıştır.
Bu konuda Yunus Emre’nin başarısı göz kamaştırıcıdır. Bugün bile özelliklerini koruyan bölge ağızlarının, o çağlarda daha belirgin olduğunu tahmin etmek zor değildir. Yunus Emre’nin, bunların üzerinde bir edebî dil meydana getirmiş olması her türlü takdirin üzerindedir. Ondan sonra gelen şairler ve yazarlar dilimizi işleyerek bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır.

Dilimiz, manevi vatanımızdır. Bütün kültür değerlerimiz dilde koruma altına alınmıştır. Atalarımızın Anadolu’ya getirdikleri en önemli şey işte bu dilimizdir. Atalarımız, yurt tuttukları Anadolu’nun dağına taşına, ovasına dillerindeki kelimelerin ruhunu üfleyerek burayı vatan yapmıştır. Mimar Sinan’ın Selimiye’de yaptığı her ne ise, Fuzuli, Baki ve Nef’i’nin şiirde yaptığı da odur.

Atalarımızı Türkçeyi Arapça ve Farsçanın etkilerinden koruyamadıkları için eleştirebiliriz. Ancak onları yargılamadan önce kendi şartları içinde anlamaya çalışmamış gerekir. Yukarıda anlattığım şartlar sebebiyle onlar mazurdular, belki de mecburdular.

Biz bugüne baktığımızda atalarımız kadar mazur değiliz. Fransız Devrimi’nden beri dilin millet hayatındaki önemini biliyoruz. Bu sebeple atalarımızdan daha bilinçli davranarak Türkçeyi yabancı diller karşısında daha dirençli, rekabet edebilir hâle getirebiliriz. Yeni ihtiyaçlara cevap verecek kelimeleri üretmekte daha çalışkan olabiliriz. Türkçesi varken yabancı kelimeleri kullanmama konusunda özen gösterebiliriz. Medyamızda, çarşı pazarımızda edebiyatımızda Türkçeyi daha özenli kullanabiliriz. Bu konuda toplum önderlerinin, yazarların, sanatçıların örnek olmaları beklenir.

Ana vatanımız gibi ana dilimiz de ortak paydamızdır. Anamıza hakaret edilmesini kabul edemediğimiz gibi, ana dilimizin de aşağılanmasına izin vermemeliyiz. Kontrolsüz göç, göç değildir. Yabancı kelimelerin hoyratça gelip dilimize yerleşmesine göz yummamalıyız. Vatanın bir karış toprağı için canını veren bizler, manevi vatanımız Türkçeyi de aynı şekilde koruyup kollayabilmeliyiz.

Türkçe; Moğolistan içlerinden, Orhun Vadisi’nden kaynayıp akan coşkun bir nehir gibi, kızgın çöllerin, serin yaylaların, derin uçurumların, toprakların renklerini içine katarak Anadolu yaylasına ulaşmıştır.
Geçtiği coğrafyanın renkleriyle beslenen dil nehri aka aka kendini arındırır.

Yabancı renklerin dozu arttıkça arınma güçleşir. Her nehrin bir arındırma kapasitesi vardır. Zehirli atıklar sebebiyle ölen akarsular olduğu bilinir.

Dilimizi zehirli atıklardan sakınmamız gerekir. Bunun için edinmemiz gereken en önemli şey dil bilincidir.