Prof. Dr. Ahmed Bican ERCILASUN: Muhammed Salih
‘O GECE’DEN BUGÜNE
Prof. Dr. Ahmed Bican Ercilasun
1986 yılının Eylül günlerini hiç unutamadım. Bin yıl önce ayrıldığımız topraklara ilk adım attığımız günleri. Türkiye’den on bilim adamının Türkistan seferi. Uluslar arası Altayistler Konferansına katılmak, bizi o kadar heyecanlandırmıyordu. Bu tür toplantılar her yıl dünyanın önemli merkezlerinde nasıl olsa yapılıyordu. Bizim için asıl heyecan verici olan 1986 yılındaki Konferansın Taşkent’te yapılıyor olmasıydı. Bin yıllık hasretin ardından gelen kavuşma duygusu, heyecanı içimizi doldurmuştu. Bizi karşılayan çekik gözlerde de aynı heyecanı görmüştük. Özbek bilim adamları, hele genç asistanlar ne kadar heyecanlı, ne kadar tolkunlu idiler. Taşkent ve Semerkant’ta geçen sekiz gece ve gündüzden her biri başka başka güzellikler taşıyordu. Fakat O GECE’nin bambaşka bir sihri vardı. Taşkent’in eski mahallelerinden birinde, Muhammed Salih’in evinin bahçesinde o ışıklandırılmış ağaç altında geçirdiğimiz gece. Özbekistan’ın içli şairleri vardı aramızda. Bir de Kırımlı Ayder Osman.
Gündüz Kongre salonuna gelip bizi davet etmeleriyle başlamıştı heyecanımız. Gün ilerledikçe dizginlenemez hale gelmişti. Önce şüphelenmiştik onlardan. Hiç tanımadığımız bir takım adamlar Kongre programının dışına çıkarak bizi evlerine çağırıyorlardı. Yıl henüz 1986 idi. Her şeyin gözlendiği, izlendiği yıllar. Tabii korkmuştuk da. Yetkililerden izin almadan program dışına çıkabilir miydik? Programda adı olmayan adamların davetine uyarak, Onların evine gidebilir miydik? Önce bizi davet eden adamlardan emin olmamız lazımdı. Macaristanlı dostumuz Dr. Ishtvan Kongur imdadımıza yetişmişti. O Macaristanlı ama Kıpçak soyundandı ve kendisini Türk sayıyordu. O bizim bir Ülküdaşımızdı. Şimdi Tanrı katına uçmuş bir Dost, Mandoki Kongur yanımıza geldi ve “bu arkadaşlar Özbekistan’ın en milletçi şair ve yazarlarıdır, hiç çekinmeden davetlerine uyabilirsiniz”, dedi. Onun referansı bize kâfiydi. Ancak kongre sahiplerinden de müsaade almamız lazımdı. Yetkililer kibar, fakat kesin bir şekilde programa göre akşam kokteyli yapılacağını ve başka yere gitmemizin doğru olmayacağını söylediler. Kokteyle katıldık, bir kısmımız sürekli kokteylde kaldı, diğer kısmımız ise yarım saat içinde kokteylden ayrılarak taksilere bindik ve bize tarif edilen eve ulaştık.
O gece böyle başlamıştı. Türkiye ve Özbekistan edebiyatından bahsettiğimiz, Nazım’dan ve Orhan Veli’den Özbek Türkçesinde şiirler dinlediğimiz gece. Biz onlara Yahya Kemal’den, Mehmet Akif’ten, Ahmed Haşim’den bahsetmeye çalıştık. İçlerinden biri, kısa boylu olanı meramımızı çok iyi anlamıştı. “Tamam, bize hep sizin kızıl şairleri tanıttılar, şimdi sizin ak şairlerinizi öğrenmek istiyoruz”, dedi o. Ama o gecenin en dikkate değer cümlesi “Bizge Türkçülüknün Esasları kerek” cümlesi idi. Bahçeden evinin kütüphanesine çıkmıştık ve Muhammed Salih bizden Türkçülüğün Esaslarını istemişti.
Doğrusu, önce kulaklarımıza inanamadık. Sosyalist bir ülkenin başkentinde, henüz demir perdenin dünyaları kaskatı olduğu bir çağda bizden Ziya Gökalp’in eseri istenebilir miydi? Ama istemişti işte. Bir yiğit adam, bir Türkçü adam bizden bu eseri istemişti. Ve iki ay sonra bu eseri ben ona ulaştırmıştım, aziz dostum Dursun Yıldırım’la.
Ömrümüzde bir daha yaşamayacağımız bu hadiselerin üzerinden yıllar geçti. O yıldızlı gece, o ışıklı yüzler, o kıvılcımlı sözler yüreğimde büyüdü, büyüdü ve bir taşkı oldu ve 1998 yılında “Gülnar” adlı bir romana döküldü. 1986 yıl Taşkent ve 1988 yıl Baku benim için tozlu yılların ardında kalan bir destana dönüşmüştü. Gülnar da yer yer roman olmaktan çıkıp destana dönüşmüştü. Sadece geçmişin değil, geleceğin destanına.
Hiç şüphe etmiyorum ki, üçüncü bin’in Türk Dünyası için destanlaşacak olaylar 19. asır ve 20 yüzyıllarda yaşandı. Belki, bir süre daha yaşanacak. Tıpkı yerküresinin oluşumunu sağlayan magma tabakaları olduğu gibi madenler, bir alev dalgası ve ateş yumağı halinde kaynayıp köpürerek üçüncü bin yılın Türk Dünyasını oluşturacaklar. Yeni bin yılın magma tabakası – Balkanlardan Çin’e ulaşan Türk coğrafyası, kaynayan alevler ise bu coğrafyada çarpan yüreklerdir. Gaspıralı İsmailler, Hüseynzade Aliler, Ziya Gökalplar, Süleyman Çolpanlar, Ahmet Baytursunlar, Nihal Atsızlar, Osman Baturlar, Nejdet
Koçaklar, Ebulfeyz Elçibeyler, Muhammed Salihler..
Sonraki yıllarda Muhammed Salih halkının kükreyen sesi oldu. Rusya’nın göbeğinde Moskova’da Özbekistan’ın nasıl sömürüldüğünü anlattı. En açık ve en seçkin cümlelerle. Gün döndü, Özbekistan bağımsız oldu. Her bağımsız ülke gibi orada da bağımsız partiler kuruldu, Muhammed Salih’in partisi ERK adını taşıyordu. Başkanlık seçimlerinde halkına müracaat etti, onların en az %14’ünden evet oyu aldı.
Ama öyle anlaşılıyordu ki, demir prangaya alışmış ayaklar ve demir cenderelere alışmış yüreklerle beyinler erkinliğin ne olduğunu henüz bilmiyorlardı. Bir çember sardı Muhammed Salih ve arkadaşlarını ve çember gittikçe daraldı. 1993’e geldiğimizde Muhammed Salih ülkesini terk etmek zorunda kalmıştı. Bir süre Türkiye’de oturmayı denedi, erkin ve bağımsız ülkede. Tabii ki burada okuyan Özbek gençleriyle konuşuyordu, görüşüyordu. Taşkent’teki çember çengel olup buraya da uzandı. Türkiye’nin zayıf tarafından vurdular. Türkiye yönetimi bin yıl sonra kavuştuğu kardeşleriyle alâkalarının bozulmasını istemiyordu. Karşı taraf işte bu zayıf tarafı yakaladı, “yalnız beni seveceksin”, dedi. Türkiye yalnız “onu” sevdi, sevgisine ne kadar karşılık buldu, bilmiyorum. Ama Muhammed Salih Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.
Şimdi o yad ellerde 50 yaşını sürerken, halkı için mücadeleye devam ediyor. Çok uzaklarda, buzlu denizlere yakın yerlerde onun yüreği yine magma tabakasının korları gibi. Alıstaki kardeşlerini ısıtacak güçte. Nehirlerin nereye aktığı belli.
Gün olur, devran yine döner.
Görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler.
Aralık 1999, ANKARA