Ömer SEYFEDDİN: TÜRKLERİN MİLLÎ BAYRAMI (Yenigün)
TÜRKLERİN
MİLLÎ BAYRAMI:
Yenigün: 9 Mart
Ömer SEYFEDDİN
(Tanin gazetesi, sayı: 1879, 5 Mart 1330 – 18 Mart 1914)
Her milletin hatırası kendi tarihine, kendi eski an’anelerine dokunan millî bayramları vardır. Biz Türkler milliyetimize ait ne varsa kalbimizde bir acı duymadan unuttukça millî bayramımızı da muhafaza edememişiz. Türklerin millî bayramını Acemler benimsemişler ve “Yenigün” tâbirini “Nevrûz”a çevirmişler. Bu nasıl olmuş? Karilerime uzun ve sıkıcı tafsilât vermekten vazgeçerek Necip Asım Beyin tarihini açmayacağım. Yalnız “Küçük Türk Tarihi”nden birkaç sahife… İşte ayniyle yazıyorum:
“… Her kavmin masalları vardır. Türklerin de kendilerine mahsus ve babadan oğula geçen masalları vardı. Bu masallar hep muharebelere, kahramanlıklara dairdi. Türk masallarında kendisinden en çok bahsedilen kahraman Oğuz Han’dır. Bütün Türklerin babası “TÜRK” adında birisi idi. TÜRK, İsigöl yakınma yerleşmiş ve orada onun oğullan ve torunları hüküm sürmüşlerdi. TÜRK’ün oğullarından Alınca Han’ın iki oğlu vardı. Tatar ve Moğol… Moğol Han dört evlât bırakarak ölmüş ve yerine büyük oğlu Karahan geçmişti. Karahan, Karakurum taraflarında otururdu. Karahan’m bir oğlu doğmuş ve kendi adını kendi koymuş:
“Benim adını Oğuz Hakandır…” demişti.
Bu Oğuz padişah olup babasının yerine geçince. Tatar ve Moğol Türklerini birleştirmiş, bütün Asya’yı ve Mısır’ı zaptetmişti… Oğuz Han, Şam’da bulunuyordu. Kendisi artık ihtiyarlamıştı. Bir gün hizmetkârını çağırarak eline bir altın yay ve üç tane de altın ok vermiş; yayı, ucu görünecek surette gündoğusu, okları da günbatısı cihetine gömmesini tembih etmişti. Hizmetkâr gidince Oğuz Han altı oğlunu çağırmış ve av getirmek üzere üçünü gündoğusu ve üçünü de günbatısı cihetine göndermişti. Bir müddet sonra oğullan avlarla dönmüşler ve aynı zamanda buldukları oklarla yayı da getirmişlerdi.
Oğuz Han yayı kırarak parçalarını üç büyük oğluna, okları da üç küçük oğluna vermiş, yayı alanlara: “Yüzok”, okları alanlara “Üçok” demişti. Ok, yaya tabi olduğu için Üçok soyunun Yüzok soyuna itaat etmesini de ayrıca nasihat etmişti…”
Türkleri ve Türklüğü inkâr etmekte garip ve maraz! bir lezzet duyan hasta bir kısım, ihtimal şu kıymetli tarihçinin diğer büyük tarihlerden hulâsa ettiği tafsilâta:
“Efsane! Efsane!..” diye gülecekler, dudaklarını bükeceklerdir.
Onlarca meselâ Yunanlıların bütün esâtir ve tarihleri mukaddestir, muhteremdir… Hattâ, belki hakikattir. Lâkin Türklerin tarihi bile yalandır. Fakat halis Türkler kendi tarihlerine inanır ve asla onu unutmazlar. Misal olarak büyük ve şanlı adı biz garp Türklerine edem olan ve bugünkü devletimizi kuran Osman Gazi’yi yâd edeceğim. Onun meşhur şiirini hangi Türk bilmez? Osman Gazi, bu şiirinde kendi milliyetini. babasını, dedesini, soyunu tanır ve onlarla iftihar eder bir er olduğunu gösteriyor:
Kurt olup gel gir sürüye,
Arslan ol, bakma geriye,
Çâr edüp haydi çermiye,
Dil geçidini hisar yap.
Dedikten sonra bakınız aslıyla, esasıyla nasıl gururlanıyor:
Osman, Ertuğrul oğlusun,
Oğuz, Karahan neslisin,
Hakkın bir kemter kulusun,
İstanbul’u aç gülizar yap.
Evet birkaç asır evvelki babalarımız soylarını, tarihlerini, an’anelerini bizden çok iyi tanır ve kendi asıllarıyla iftihar ederlerdi. “Küçük Türk Tarihi”nden bir sahife daha yazayım:
“Türkler ve Çinliler:
Türkler beş kabile idiler: Kıpçak, Uygur, Kamglı, Kalaç ve Karlık… Bu adlan muharebeleri esnasında Oğuz Han vermişti. Türkler en ziyade Çinlilerle uğraşırlardı. Çinliler Türkleri hiç sevmezler, onlara ‘Hiyon-tu’ yani ‘Söz dinlemez hizmetçi’ derlerdi. Çok defa Türk kabileleri Çin’e dalarlar, baştan aşağı Çin’i, yağma ederlerdi. Çinliler onları kovalamaya cesaret edemezlerdi… Nihayet bu ardı arası kesilmiyen hücumlardan kurtulmak için Çin’in etrafına kaim bir duvar bile çekmeye kalkıştılar… Bu duvar bugün hâlâ duruyor. Adına ‘Sedd-i Çin’ derler… Fakat bu duvar da Çin’i Türk hücumundan kurtaramadı. Bunun üzerine Çin, son bir çare aradı. Çin padişahlarından birisi bütün Çin askerlerini topladı, Çin hududundaki Türkleri de ordusuna ilâve etti. ’Hiyon-tu’lara hücum ve onları fena halde mağlup etti. ’Hiyon-tu’ Türk kabileleri kuvvetli Çin ordusunun hücumu karşısında birleşmediler. Hele kardeşleri Tatar ve Uygur Türkleri de Çin’e yardım edince büsbütün şaşırdılar, perişan oldular. Bir kısmı çöllere dağıldı, Kırgız- Kazan oldu. Bir kısmı da Altay Dağları yanında ’ERGENEKON‘ Vadisine düştü.”
Evet “PANÇAU” adlı Çin serdarının kumandası altında Çinliler, Sibirya’mn şimalindeki Tongozlar, garpta ve cenuptaki Acemlerle ve Afganlarla birleşerek ansızın “Türk Yurdu”na baskın vermişlerdi. Tabii geçen sene Balkan milletlerinin yaptıkları gibi… Türkler korkmadılar ve şaşırmadılar. Bir tanesi yüz düşmana karşı koydu. Hepsi vuruştu, hepsi öldü. Yalnız “NOHOZ” ve “KAYAN” adındaki iki hakanzade ile iki kız kurtulabildiler. Dereler aştılar. Tepeler aştılar. Karanlıklarda yürüdüler. Nihayet bir sabah önlerinde bir iz gördüler. Bu bir insan izi değildi. Koştular, izin üzerinde saatlerce koştular. Kızın birisi sevinçle:
“İşte…” diye haykırdı. Bu bir Alageyik idi. Kovalamaya başladılar. Yol pek dar ve pek sarptı. Nefes nefese koşarlarken dik bir yardan aşağı yuvarlandılar. Kendilerine geldikleri zaman şaşırdılar. Burası yeşillik ve ağaçlık bir yerdi. Güzel çiçekler açılmıştı. Renkli kelebekler uçuşuyor, kuşlar ötüyordu. Gezdiler, dolaştılar. Burası adetâ cennetti. Öyle bir cennet ki kapısı yok… Hiç insana rastgelmediler Başlarını yere eğdiler, ümitlerini kestiler, ‘Yine bir gün olur elbet bir yolunu bularak bu mahbesten kurtulur, vatanımıza kavuşuruz…” diyorlardı. Akşama doğru Alageyik göründü. O da bir çukurda yalnız kalmıştı. Şimdi kaçmıyor, hatta onlara sokuluyordu. Kızlar bu geyiği okşadılar, kendilerine alıştırdılar. Nohoz ve Kayan’la beraber sütünü içererek karınlarını doyurdular.
Tam dört yüz sene etrafı büyük ve geçilmez Kafdağları ile çevrilen bu gizli yurdun içinde geçti. Bağ artık tamamiyle şenlenmiş. Türk yavruları çoğaldıkça çoğalmış, geyikler artmıştı. Ve herkes iş bulmuştu, herkes çalışıyordu. Turan’la ve dünya ile münasebetlerini kesen bu gizli yurttan artık kurtulamıyacaklarına hükmeden Türkler yine asla me’yus olmuyorlar, yine Turan’a kavuşmaktan ümitlerini kesmiyorlardı. Bir gün bu gizli yurtta bir kurt göründü ve geyiklerden bir tanesini parçalıyarak kaçtı. Bir çoban bu kurdun nereden girdiğini merak etmişti. Arkasını bırakmadı ve küçük bir delikten çıktığını gördü. Koşa koşa yurda döndü. Gördüğünü anlattı. Hepsi birden deliğin başına geldiler. Bu delik dardı. Uğraştılar, uğraştılar. Bir insan geçemiyecekti. Nihayet içlerinden bir demirci çıktı. Ocak yaktı. Örs kurdu. Çekici örse vurarak taşları parçaladı ve yol açtı. Bu küçük dünyaya dört yüz sene içinde çoğalarak sığmıyan Türkler birdenbire taştılar, en önden, elinde bayrak, deliği açan demirci Türk çıktı.
Türkler bugüne çok sevindiler, tekrar Turan’a kavuştukları için ‘YENİGÜN” diye bu çıkışlarını bayram addettiler ve deliği açan demirciyi, “YÜZKURT” namını vererek, kendilerine han yaptılar. “Yüzkurt” kelimesini Moğollar kendi lisanlarına tercüme ederek “Börteçene” dediler ve bu milli bayramı onlar da tanıdılar.
Artık her yıl “YENÎGÜN“de demir âyini yapmak kaide haline girdi. ’YENİGÜN‘de hakan millî ocağın önüne gelir, bir demir parçasını kızdırır, sonra örs üzerine koyarak çekiçle döverdi. Eski Türk tarihleri YENİGÜN’den demir âyininden bahsederler.[1]
Ergenekon’dan kurtuluş hatırası eski Türklerde demir âyinine esas ve sebep olmuştur. Ve bu milli âyinin serpintileri bugüne kadar bizim aramızda kalmış, hatta İstanbul’da hâlâ devam etmekte bulunmuştur. Nazar değenlere günlük yakmak, hastalara kurşun dökmek, lohusalara ve çocuklara demir parçalan takmak şüphesiz İslâmlıktan gelen şeyler değildir. Bunu bütün ulemâ tasdik eder. Hep unutulan YENİGUN’ün, millî bayramın, Ergenekon mahbesinden kurtuluşun, demir âyininin, muazzez ve eski bir an’anenin bakiyeleri…
İşte Türkler davullarla, ciritlerle, oyunlarla bu “Yenigün”ü takdis ve ta’ziz ederlerken Acemler de onlardan imrendiler, bu bayramı kabul ettiler ve hatta “Yenlgün” ismini kelimesi kelimesine tercüme ederek “NEVRÛZ” dediler. Acem tarihinde “NEVRÛZ”a esas ve sebep olabilecek bir vak’a, bir masal, bir an’ane, bir rivayet yoktur. Halbuki Türk tarihinin, Türk an’anesinin bugüne kadar devam eden akisleri Acemlerin “Nevrûz” dedikleri şeyin tamamiyle bizim “Yenigün”ümüz olduğunu iddiaya değil, hattâ isbata kâfidir.
“Yenigün” biz Türklerin milli bayramıdır. Tarihimiz, mazimiz, masallarımız, an’anelerimiz ve nihayet Ergenekon ve demir âyini bu millî bayramımızın bir efsane değil, millî ve içtimaî bir hakikat olduğunu meydana çıkarır.
Yüzkurt… Türkleri Ergenekon’dan kurtaran ilk hakana verilen ad… Sonra deliği Türklere gösteren kurt… Bu vak’amn izi bugün dilimizde capcanlı duruyor:
Kurtarmak… Kurtulmak… Kurtuluş… Kurtarıcı… kelimeleri hep “Kurt” cevherinden çıkmıyor mu?
Türklerin sadrlarında ve hatırlarında yaşayan ve yaşayacak olan “Ergenekon” hatırasından ilham alan bugünün şairleri var. Son Balkan felâketleri nihayet Bergos’tan Ergene’nin öbür tarafına kovuluşumuzu yâdederek millî ve şuurlu rübabını çalan soydaşımız, Türklüğün bütün zafer ve azametlerini söyledikten sonra:
Fatih aldı İstanbul’u,
Babur Hind’e eğdi yolu.
Nadir sarstı sağı solu…
Oldu yer son taslağımız!
Bundan sonra talih döndü,
Yıldızımız yine söndü.
Karşımızda Rus göründü…
Kesildi yurd ortağımız!
Kırım, Kazan heder oldu!
Tuna, Kafkas yeter oldu!
Türkistan’da neler oldu?
İşitmedi kulağımız!
Yurt girince yâdeline,
Ergenekon oldu yine!..
Çıkmaz mı bir Börteçene
Nurlanmaz mı çerağımız?
diyor… Bugünkü Türklüğün perişan ve esir halini tıpkı “Ergenekon”a benzetiyor. Bir kurtarıcı, bir bozkurt, bir Börteçene temenni ediyor. Onun heyecan ve ümidini biz Türkler kalbimizde duyarsak pek çabuk millî mefkûremizi kuvvetlendirecek, mefkûresizliğin verdiği yei’sten, örfsüzlükten, iradesizlikten, seciyesizlikten bir anda kurtulacağız. Asıllarını seven Türk gençleri bu yüz milyon Türk’ün millî bayramına yabancı kalmamalı, 9 Mart gününü en muazzez günlerin sırasına koymalıdır.(*)
İstanbul’un, milliyetini idrak etmiş şuurlu gençlerinin, İdman Yurdu ve Türk Gücü’nün azalan millî bayramımızı, Yenigün’ü, 9 Martı tes’id edeceklerini işittim. İsterdim ki bütün İstanbul ahalisi kendi milliyetlerinin hususî bayramına kayıtsız kalmasın… Ah fakat ne diyorum? ‘Yavaş, yavaş…” değil mi?
***
Bundan başka Türkler Ergenekon’dan kurtulmalarına sebep olan kurt olduğundan bayraklarına altundan bir kurt başı asarlardı. Bu, tarihçe sabittir. Demek kurt adetâ bizim millî bir “Alâmet-Embleme”miz sayılır… Yeni-günü, Dokuz martı, alkışlayan şuurlu gençler milli alâmetimizi de ihmal etmemeliler. Meselâ kravat iğnelerimiz küçük altundan bir “Kurt başı” olabilir. Bastonlarımızın, silâhlarımızın sapları, ve kılıçlarımızın kabza başları bu alâmet için ne mükemmel yerlerdir… Nişanlılarımıza hediye olarak, Türklerde ismet ve güzellik timsali olan, küçük ve altun geyik başını hamil iğneler, yüzükler, bilezikler vermeli, bize her an mazimizi, milletimizi, aslımızı, esasımızı hatırlatacak milli alâmetleri gözümüzün önünden ayırmamalıyız..
İstiklâl şenliğimizde olduğu gibi şüphesiz “Yenigün’ümüze de itiraz olunacak ve bu günün tam martın dokuzunda olmadığı isbata kalkışılacaktır.
Bu neye benzer biliyor musunuz? Mukaddes tanıdığımız bayrağın âdi bir bezden ibaret olduğunu, ona atfedilen ehemmiyetin mevzu’ ve hayalî olduğunu iddiaya…
Halbuki ne kadar mantık yapılırsa yapılsın, bayrak mukaddestir.
Her milletin bezden bayrağı gibi mekândan ve zamandan da bayrakları vardır. Mekândan timsaller milli Kâ’belerdir… Zamandan mukaddes timsaller de milli bayramlardır.
Noktası noktasına hesap doğruluğu arayacak olursan yalnız biz değil bütün milletler bayramsız kalırlar. Milli bayramların kıymeti tarihi bir timsal, bir an’ane, mukaddes ve uzak bir yâd olmalarındadır, yoksa mevzu’ ve müesses bir takvime göre doğru olmalarında değil…
Ve milletleri canlandıracak, yükseltecek mefkûreleri doğuran masallar herhalde mefkûreyi öldüren tarihlerden daha iyi ve daha kıymetlidir.
(Tanin gazetesi, sayı: 1879 5 Mart 1330 -18 Mart 1914)
_____________________________________________
[1] “Ergenekon’dan çıkışı Ebulgâzi şöyle tarif eder: “Günninin ve ayninin saatini kurup taşgari çıktılar. Andan beri mefuninin resmi türür, şol günü iyd kılurlar. Bir pâre temürni uşağa salıp kızıl kılıyorlar, ol Han inur birlan temürni tutup sendan ve üstünda koyup çöküç birlan urar. Andan sünün binları ol günü acayip aziz tutarlar1*. Maden yani demirin anasırı hamsei-mukaddeseden olduğu unutulmamalıdır. Miladın 568 senesi İmparator Jüsten’in sefiri (Zemark) Türk hududuna vasıl olduğu vakit hudut muhafızları kendisine demir takdim etmiş, günlük yakmış ve kendisini ateş üstünden atlatmıştılar. Nazar değmemek için hâlâ alev üzerinden atlatmak Anadolu’da cari olduğu gibi hattâ İstanbul kadınları bile çocuklarını nazardan saklamak için ateşe üzerlik tohumu atarak: “Attım üzerlik, gelsin güzellik! Üzerliksin güzelsin. Her evlerde gezersin. Hangi evde gezsen kaza, bela savarsın. Ak göz, mavi göz, elâ göz, tirşe göz, darı göz, kara göz, altmış, yetmiş, çıkmış, gitmiş,” celcelütiyesini okurlar. Türk Tarihi – Necip Asım
(*)Dokuz adedi de Türklerce mukaddes addolunur: Buna dair diğer bir makalemizde tafsilat vereceğiz.