# Etiket
##GENEL

Mürekkep Yüreklerdeki “UKDELER” / Burçin ÖNER

 Ukdeler; İşte Öyle Bir Şey…

Burçin ÖNER

Yaklaşık bir buçuk ay önce hem dostlarımı ziyaret için hem de sıla-i rahim maksadıyla bir Ankara turu yaptım. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden Milli Düşünce Merkezi’ne, Töre Dergisi’ne kadar pek çok yere gittim. Hem çok sevdiğim ve bir o kadar da özlediğim mekânlarda bulunmak hem de o mekânların içini gerçekten dolduran üstatlarla muhabbet imkânı bulmak beni çok memnun ediyor. Bununla birlikte, aynı sitede yazarlık yapıyor olmaktan mutluluk duyduğum H. Nurcan YAZICI Hanımefendi ile de tanışma imkânı buldum. Kendisine bal muhabbeti ve samimi tavrından dolayı çok teşekkür ederim.

Fakat bu yazıyı yazmama sebep olan kişiye ayrıca teşekkür etmeliyim. Çünkü kendisi uzun süredir kaçmış olan ilhamımın geri gelmesine vesile olmuştur. Sayın İkbal VURUCU…

İkbal Bey ile yaklaşık 8 ay önce, bir dönem görev de yapmış olduğum Samsun Ülkü Ocakları’nın Bilim ve Fikir Akademisi etkinliği vasıtasıyla tanışmıştık. Allah’a şükür ki böyle bir etkinlik yapıldı ve bizler de Sayın Vurucu ile tanışıp Yaradan’ın izniyle daim olacak bir hukuk geliştirdik.

Ankara’da Milli Düşünce Merkezi’nde bir araya geldik; kendisi bize Fırat KARGIOĞLU ve Erkan ÇAKICI ile birlikte çıkardıkları UKDELER isimli kitabını hediye etti.

Ukdeler, aslında Fırat KARGIOĞLU’nun arka kapaktaki yazısında bahsettiği şu cümlelerden çok daha önemli bir içeriğe sahip olan bir kitap: “Franz Kafka; ’Hayattan, nispeten kolayca, hayli kitap çıkarabilir kişi; oysa kitaplardan az, azıcık hayat çıkarabilirler’ der. Elinizdeki kitap da Kafka’nın bu yargısına herhangi bir istisna teşkil etmez. Zira Ülkücü-Türk Milliyetçilerinin akıp giden, devingen hayatlarından da hayli kitap çıkarılabilir; oysa İkbal VURUCU, Erkan ÇAKICI ve bendenizin “parça tesirli” yazılarından müteşekkil olan bu kitaptan, Ülkücü- Türk Milliyetçileri adına az hatta çok az şey çıkarılabilir. Bu, hakikatin kabul ve ilanıysa bir nevi ‘haddini bilmek’tir.”

Bu cümleleri ile belki de şu sıralar hem camia olarak hem millet olarak ve hem de insanlık olarak kaybetmeye yüz tuttuğumuz bir değer olan tevazu örneğini sergiliyor bizlere sevgili Kargıoğlu… Allah’tan dileğim; özellikle onun ve yazarlık yolunu seçmiş tüm kalemdaşlarımın bu değeri kaybetmemeleridir. Fakat Victor HUGO’nun da dediği gibi; “Kitaplar çoğunlukla kitabı yazan kimselerin en iyi duygularını, en doğru düşüncelerini, en sağlam kanılarını, en temiz umut ve ülkülerini taşırlar.” ve bir kitap yürekten gelmişse, ancak o zaman başka yüreklere ulaşabilir. İşte bu sebeplerle ben inanıyorum ki Ukdeler, okuyan herkesin yüreğine de aklına da bilgisine de işledi. Çünkü bana göre kitabın yüreği Erkan ÇAKICI, aklı Fırat KARGIOĞLU, bilgisi de İkbal VURUCU olmuş.

Biraz da kitabın içeriğinden bahsetmek istiyorum. Ukdeler, dışarıdan bakıldığında yazarların bu zamana kadar yayımladıkları makalelerin derlemesi olarak karşımıza çıkıyor. Ancak biliyoruz ki bilgisayar ortamında gözlerimiz kamaşarak okumak ve dahası anlamak için olağan üstü çabalar sarf ettiğimiz yazıları, kitapların yapraklarındaki o kokuları duyarak ve harflerin sarı sayfalardaki ahengini seyrederek okumanın ve anlamanın keyfine doyum olmaz, tabi kitapların tek ölümsüzlük kaynağı olduğunun idrakine varabilmiş olan şanslı insanlar için… Hani sevgili Ahmet ŞAFAK da diyor ya “Kitaplar, örsle çekiç arasındaki yerimizi belirler. Okuruz çekiç, okumayız örs oluruz.” İşte öyle bir şey…

Ülkücü-Türk Milliyetçiliği temalı kitap üç yazara ait üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde İkbal VURUCU ziyadesiyle ses getiren on yazısını kitaba dâhil ederek belki de soyadı gibi vurucu bir giriş yapıyor. Bir makalesinde Ülkümüzün olup olmadığını sorgulayarak büyük tepki toplasa da (Kaldı ki ben, belki de farelerinin orta tekerleğinin bozulacağından korktukları için yazının sadece başlığını okuyup diğer kısımları okumadıklarından böyle tepki verdiklerini düşünüyorum. Zira davamıza çok önemli kapılar açacak yeni fikirleri içinde barındıran bir yazının tepki almasının başka türlü bir izahı olamaz.) diğer bir makalesinde ülkücülerin alışılmışın dışında sert bakışlarının yerine aslında ne kadar da sevgi bakışlı olduklarını söylüyor. Bir makalesinde Türk Milliyetçiliğinin güncel sorunlarını ele alırken bir diğerinde Ülkücülüğün imkânlarını zorluyor. Türk Milliyetçilerinin ’Kürt Sorunu’na bakışını, Ülkücülük ve İslam arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Bunun gibi pek çok özel konuya değinerek belki de çıktıkları yolda ardından gelenlere bir nevi yolbaşçılık yapıyor.

Fırat Bey de makalelerinde Ülkücülüğü alışılmışın dışına çıkararak edebiyat ve edebiyatçılar arasında karşılaştırmalar yaparak incelemeyi tercih etmiş. “Çok yazdım; az okundum” demesi bundan olsa gerek… Çok sevdiğim bir şair güzel bir şiirinde şöyle der: “Günahtı sevaptı bunlar boş hesap / Her neyi yaparsan Allah için yap / Avamın işidir bu hesap kitap / Âşıklar kâr zarar gütmez kurbanım” İşte bu sebepten çok da fazla söze hacet görmüyorum.

Erkan ÇAKICI ise Yusuf’u kuyulardan Enver’in hayalleriyle çıkarıyor, sanki… Aşkın hâlini Fuzuli ile anlatıyor. Mananın medde halini almasının sorumlusunu “İnsanlığın Yitik Vicdanı” olarak görüyor. “Zamana Açılan Pencerede Fikir Sükûnetteyken”; o sessizliği “İsmiyle Müsemma Bir Ashab-ı Kehf Delikanlısı: Ruhi Kılıçkıran’a” bozduruyor. Ve onunla birlikte hep bir ağızdan:

“Eh Barış Ağabey aşk olsun…

Nur içinde yat…

Mekânın cennet olsun…” diyoruz.

“Sıkıntı yapmayın, anlaşılmayan ruhlara deli demek adettir.”

Peyami Safa

Bu yazıyı kaleme almamın asıl sebeplerinden biri de Ukdeler’de tekrar okuduğum ve daha iyi anladığım iki makaledir. Biri “Ülkümüz Var Mıydı Ki Kaybolsun?” diğeri “Ülkücülüğün İmkânlarını Yeniden Düşünmek”. Birbiri ile bir anlamda bağlantılı olmak zorunda kalan bu iki makalede bahsedilen fikirler, ancak ikinci okuyuşumda dikkatimi çekti ve beni üzerlerinde düşünmeye sevk etti.

İlk olarak “Ülkümüz Var Mıydı Ki Kaybolsun?” makalesini inceleyip bunun üzerine birkaç kelam etmek istiyorum.

Makale, davanın akademik dehası olarak da kabul gören Durmuş Hocaoğlu’nun sert cümleleri ile başlamaktadır. İşin aslı anlayamadığım bir nokta da burada vuku bulmaktadır. Gençliğimizin verdiği delikanlılıktan mıdır yoksa çok sorgulayan bir karakterimizin olmasından mı bilmiyorum ama bazen düşünmeden edemiyorum. Durmuş Hocaoğlu, İskender Öksüz gibi fikriyatımızın tartışmasız büyük isimlerinin yazılarında, söylemlerinde bizimkilerden çok çok daha sert ifadeler bulunmakta; şu an irdelemeye çalıştığımız makalenin giriş kısmında olduğu gibi… Hâl böyleyken bizim camianın büyük büyük isimleri fikrimizin tükenmez kalemlerine dil uzatmaktan çekiniyorlar da bizim gibi daha kurşun kalemin ucu olabilmek için çabalayan kişilerle dertleniyorlar? Ancak buna da üzülmemek gerek. Şükür ki üzülmüyoruz da… Çünkü biz biliyoruz: “ Denetlendiği vakit sevinen, eleştirildiği vakit gülen insana büyük adam denir.” Büyük adam olduk demiyoruz tabi ki ama en azından doğru yoldayız demek ki…

Dönelim makalemize…

“Ülkümüzü niye kaybettik? Şeklinde bir soru ile başlayan yazar paragrafın devamında aslında ülkümüzün olmadığını iddia etmektedir. Esasen gerçekte bir ülkünün var olabileceğini hissettiriyor fakat bu ülkünün kişilerin beyinlerinde ve belki de yüreklerinde olmayışından yakınıyor. Hatta bunun sebeplerini de detaylarıyla sıralıyor.

Biliyoruz ki Ülkücülük, devlete yapılan teröre, devletin kaldıramadığı başı kaldıran bir harekettir. Bugünün aksine(!) devletin polisinin ve askerinin kısacası kolluk kuvvetinin adeta bir “Hücre İntiharı” gibi kendi kendini yok etme çabası nedeniyle, kendisinde devlet ve millet bilinci oluşmuş bir grup gönül eri ülkenin her sokağında kan ve şiddetin yer tuttuğu bir dönemde devleti ve milleti, devlete ve millete rağmen koruma görevini üstlenmişlerdir. Çünkü Albert Einstein’in de dediği gibi onlar için, Dünya; kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir. İşte bu şiddetin ve yaşanan kayıpların insan psikolojisinde ortaya çıkardığı durumun da etkisiyle Ülkücüler arasındaki birlik ve beraberlik bağları kopmaz bir düğüm haline gelmiştir.

Ancak şu da bir gerçektir. Ülkücülük temellerini Türk Milliyetçiliği’ne dayandırsa da, besin kaynağı Türklük şuuru olsa da ve döneminde Türk-İslam anlayışı ile zenginleşse de çıkış noktası bakımından bir dik duruş hareketi, bir karşı tavırdır. Dolayısı ile malum dönemlerde vurgulanan söylemler, kavgası yapılan kavramlar, dökülen kanlar ve verilen canlar birer “ülkü” vasfı taşımamaktadır. Onlar ancak “ülkü”ye giden yolda karşılaşılan ve aşılması gereken engeller ya da yardımcı araçlar olarak tanımlanabilir. Pek tabi ki küçümsenemeyecek kadar önemlidirler, hatta çok önemlidirler. Uğrunda ömürlerin tüketildiği şeyler için birer azim, kararlılık ve ümit kaynağı olmuşlardır; yani, ülkücülerin “AKÜ”sü halini almışlardır.

Peki, öyleyse bu kadar büyük bir enerjinin, bu kadar derin bir kararlılığın sergilendiği “ülkü” nedir? Bu sorunun teknik cevabını İkbal Vurucu makalesinde şöyle vermektedir: “ Ülkü, tek tek bireylerin yanında aynı amacı, duyguyu paylaşan ortak bir bilişsel evrene sahip şahsiyetlerin bütün davranış ve düşüncelerini motive eden, yönlendiren, pek çok farklı yaklaşım ve düşünceyi aynı noktaya taşıyan fiziksel ve meta-fiziksel gerçekliğe sahip amaçtır.” Ve devam eder; “Bir Müslüman’a göre Allah varken keder yoktur. Türk, Allah Kerim’dir demekle her türlü vesveseden uzak yaşar.” diyen Ziya Gökalp’in “Türkiye Devleti’ni” kastederek söylediği “Yeni Hayat”tır, ülkü.

O zaman bir soru daha: bu anlayışı ya da hayali ülkü yapan nedir? Gökalp’in ürettiği sanatsal, bilimsel ve felsefi üretimlerinin hepsinin bu amaca yönelik olması sebebiyle yani, sistematikleşmesi sebebiyle bir ülkü halini almıştır. Dahası bu kişisel ülkünün millete intikal etmesi ve milli bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ülkünün gerçekleştiği nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. Vurucu, bu ülkünün daha sonraları “Turan” olarak karşımıza çıktığını fakat inşa edilen milli devlette bu ülkünün, yani Turan’ın veya Türk Birliği’nin farkında olunduğu ama somutlaştırılamadığını söylemektedir.

Yazının bir bölümünde ise Türk Milliyetçisi Ülkücülerin gerçek bir ülkü geliştirememelerinin sebepleri arasında özgür bir düşüncenin olamayışı olduğu savunuluyor. Sistemin bel kemiğini parti oluşturuyor algısı ve partinin de bunu destekleyici tavırlarının fikrin entelektüel sorunlarının ve çözümlerinin, sorularının ve cevaplarının olmasına engel olduğundan yakınılıyor.

Bu manadaki görüşlerimizi önceki birçok yazımızda dile getirmiştik. Aynı şeylerin tekrarından ziyade bir şeyi eklemek istiyorum. Fakat ondan önce yazara vermek istediğim bir cevap var: “Özgürlük, sorumluluk demektir. Birçok kişinin özgür olmaya cüret edemeyişinin nedeni de budur.

Siyasi partiler, güncel siyasetin hareketliliğine ayak uydurabilmek için hızlı düşünüp hızlı hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla düşünceler derin değil yüzeyseldir. Bu bağlamda çözümler de pratik olmak durumundadır. Hâl böyle olunca işin entelektüel ve felsefi boyutları, daha net bir ifade ile teorisi rafa kaldırılmıştır. Ülkücülük sistemini benimsemiş olan parti de bu duruma öyle ya da böyle uymak durumunda kalmıştır. Haliyle ülkücülüğün ülkü kısmı unutulmuş sadece –ci,-cı,-cü,-cu ekleri ile ilgilenilmiştir. Eklerin önüne istenilen isim getirilebilir.

Buraya kadar yazara katılıyoruz. Ancak benim sorgulamak ve biraz da eleştirmek istediğim bir nokta var. Makalede, şu ifadeler geçiyor: ” 1970’li yıllarda özellikle ikinci yarısında Ülkücü olmak bir bakıma toplumsal ve siyasal mobilizasyon için zorunlu bir hareketti. Çünkü toplumun ve zihniyetlerin katı bir ayrışma sürecinde bulunduğu bu zaman diliminde “ya sağcı ya solcu” olmak baskı, şiddet, dışlanma gibi olgularla karşılaşmamak için mecburi bir hal almıştı. Başka bir deyişle, güvenlik içinde eğitimini tamamlamak, okumak, çalışmak, yaşamının zorunlu hatlarında bir siyasal grubun şemsiyesi altına sığınma gibi gereksinimler bu mensup olmada belirleyici olmuştur. Bu noktada Ülkücü olmanın hangi saiklere bağlı olarak gerçekleştiği de sorgulanmalıdır.

Burada biraz ülküdaşlarımızın hakkı yenmiş gibi geldi bana. Yazarın temiz niyetinden tabi ki asla şüphe duymamaktayız. Günümüzde yapılan yanlışların, alınan hatalı kararların, eski ülkücü bozuntularının tavırlarına olan kızgınlığın bir taşkınlığı olarak algılıyoruz bu ifadeleri. Çünkü İkbal Vurucu gibi bir ülkücü onca kanın döküldüğünü, onca gözyaşının aktığını bile bile bu çileye talip olanlardan, bir çırpıda vazgeçebilecek yapıda biri değildir. Zira eğer yukarıdaki ifadelerdeki gibi olsalardı; ciğerlerine bisiklet pompalarıyla hava bastırmazlar, mübarek Ramazan günü sırtlarından vurulmazlar, üç gün aç gezerek okul merdivenlerinde taranmazlar dahası birilerinin çocukları tarafından (“Bizim çocuklar bu işi hallettiler.” ifadesine atfen)  yapılan ihtilallerde o güne kadar savaş verdikleri zihniyetin savunucularının yediği dayağa dayanamayıp kendisi dayak yiyecek kadar büyük yürekli de olmazlardı ya da onca dayağı yiyip aylarca eziyet çektikten sonra yerleri değiştirilirken “İçerde bir eşyanız kaldı mı?” sorusuna “Evet. Benim bir dişim kaldı.” cevabını verebilecek kadar yüksek karakterli de olamazlardı. Biraz duygusal bir bakış açısı olacak belki ama onların diliyle seslenmek istiyorum:” Titrek bir mum alevinin geceye bıraktığı bir is ve göz gözü görmez bir sis değildik biz…”

Sabır Boyun Eğmek değil; Sabır, Mücadele Etmektir!

“Ülkücülüğün İmkânlarını Yeniden Düşünmek” isimli ikinci makalesi de ilk makale olan “Ülkümüz Var Mıydı Ki Kaybolsun?”a gelen eleştirilere cevap maksadıyla kaleme alınmıştır. Şu kısacık yaşamımda öğrendiğim bir şey var ki o da insanlar seni yanlış anladığında dert etmeyeceksin, duydukları senin sesin, fakat aklından geçirdikleri kendi düşünceleridir.  Ancak şu da bir gerçek ki her şerde de bir hayır mutlaka vardır. Çünkü eğer o eleştiriler gelmeseydi belki de böyle derin bir makale kaleme alınmayacak, yazarın ifadesiyle böyle entelektüel sorular sorulmayacaktı. İnşallah sorulan sorulara aynı boyutta cevaplar gelir büyüklerimizden ve kendimizi geliştirdikçe de bizlerden…

Makale ekseriyetle Turan ve Ülkü algısı üzerine inşa edilmiştir ya da belki de ben daha çok o kısımlarla ilgilendim.

Turancılık algısına tarihi bir bakış açısı getirildikten sonra bugün bu ifadeden ne anladığımız konusuna değiniliyor. Bu bağlamda ilk söz de Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ’ün oluyor: “1968’de bizim SSCB’ye karşı Turan iddiasında bulunacak halimiz yoktu. Tam tersine, SSCB, üniversitelerimizi, mahallelerimizi, ilçelerimizi, illerimizi işgal ediyor; işgal ettiği noktalarda kuş uçurmuyor ve kendi fikrinden başka fikrin, kendi silahlı disiplini dışında bir gücün- devlet gücü dâhil- işgal ettiği yerlerde yaşamasına izin vermiyordu. Tıpkı bugünkü PKK gibi… O tarihte Kızıl Elma şüphe yok ki, bu işgalin defedilmesinden ibaretti. Bütün bunlara rağmen “dış Türkler” gündemimizden hiç düşmedi.”

Buradaki ifadeler aslında yakın tarihimize tanıklık eden bir ülkü devinden gelen itiraflar olarak algılanabilmektedir; Turan’ın bizim hiç ülkümüz olmadığı itirafı… Olması gerektiği ama olmadığı… Bu noktada belki şu düşünceler de ortaya çıkabilir: “Evet. Dün ‘Rehber Kur’an; Hedef Turan’ sloganları bir motivasyon aracı olarak kullanılmış olabilir ama Turan bugün gündemimizdedir.” Fakat İskender Öksüz’ün itirafını baz alacak olursak bu tez de çürümüş oluyor. Çünkü tırnak içindeki sözlerde ‘Tıpkı bugünkü PKK gibi…’ ifadesi bulunuyor. Dün Komünizme karşı şehitler veren fikir bugün PKK gibi bir bela ile uğraşmak zorunda kalıyor. Elbette ki bu terör sorunuyla bir millet olarak baş etmek zorundayız. Her düşünceye sahip kişiler bu milli dava için can vermekteler. Fakat biliyoruz ki Ülkücü-Türk Milliyetçileri gücünü milletten ve milletin değerlerinden almaktadır. Milletinin sorun olarak kabul ettiği her şeyi onlar da sorun kabul eder ve çözmeye çalışırlar. Becerebilirler mi bilemeyiz ama dileğimiz; ‘Niyet hayır akıbet hayır’dır.

Yalnız bu noktada konumuzun dışına çıkmadan söylememiz gereken bir şey var. Milli değerler Eurovsion’da yabancı şarkılarla ülke temsil etmek, aslı-nesli belli olmayan transferlerle milli(!) maç kazanmak ya da Muhteşem(!) diziler çekmek değil Urumçi’deki çocuğun gözyaşına, Kerkük’teki evladın akan kanına, Bosna’daki kadının namusuna, Turan’daki ecdadın mirasına sahip çıkmaktır.

Peki, biz camia olarak bunlardan hangisi için bir şeyler yapabildik? Her şeyden önemlisi gündemimizde bunlar oldu mu? El-cevap: Hayır!

Çünkü bizler, vicdanımızı fotoşoplu resimlerin üzerine yazdığımız iki fiyakalı cümleyi “Facebook” sayfalarımızda yayınlayıp altına gelecek beğenileri ve yorumları takip ederek rahatlatmanın ötesine geçemedik.

Çünkü bizler, okuduğumuz kitapların ve yazarların havasını atmanın, katıldığımız konferansların etkinliklerini paylaşmanın, kopyala- yapıştır hayatlar yaşamanın ötesine geçemedik.

Çünkü bizler, yapacağımız kongrelerin sonucunda oturacağımız koltukları ve o koltukların yanında kendimizi hayal etmekten Kerkük’teki kana, Bosna’daki kadına, Urumçi’deki gözyaşına sıra getiremedik.

Çünkü bizler, Turan’ın, yalnızca hayalini kurduk. Ve biz Turan’ı düşünmeden unuttuk.

Aslında belki de biz, Turan’ı kavrayamadık da… Yeni doğmuş çocuklarımızın kulağına okuduğumuz ezanın ardından üç kere “Senin adın Turan.” Dedik ve Turan’ı öyle büyüttük. Fakat Turan belki de en az bir çocuk dünyaya getirip onu hayırla büyütmek kadar meşakkatli bir iş ve en az o kadar ağır bir yüktü. Çünkü Turan bir “ülkü”ydü. Olması gereken ama olamayan bir ülküydü…

Turan, koskoca Türk Dünyasına hükmetmek, onlarca farklılaştırılmış kültürü yeniden entegre edip geliştirmek, bu kültür coğrafyasında siyasî bir güç olarak dünyaya düzen vermek, yani yeniden “büyük millet” olmaktı.”

Peki, bunun için ne gerekir? Her şeyden önce tüm enerjimizi, düşüncemizi, eylemlerimizi bu yöne kanalize etmemiz gerekir. Siyasetimizi, edebiyatımızı, felsefemizi, sanatımızı bu doğrultuda işlememiz gerekir. Bu bağlamda yeni fikirler üretmek, kurumsallaşmak gerekir. Çeşitli vakıf ve araştırma merkezleri kurmak, bu kurumları çalıştırmak, yayınlar yapmasını sağlamak ve bu anlamda teşvik etmek gerekir. Bahsedilen Türk-İslam anlayışını, tarihi işleyen, bu anlamda çalışmalar yapan, yorum yapabilen, gelebilecek her eleştiriye bilimsel anlamda bir karşı tez üretebilen sivil toplum örgütleri kurmamız gerekir. Kısacası sistematikleşmiş bir düşünce geliştirmemiz gerekir. Çünkü ancak bu takdirde bir ülküden bahsedebiliriz.

Aksi halde kurulan vakıf ve merkezler özel günlerde anma törenleri yapmanın; açılan sivil toplum örgütleri yapılacak kongrelerde saf tutmanın ötesine geçemez. Bu da bizi hem prestij bakımından kayba uğratır hem de yıllarca övündüğümüz o mücadelenin vakur duruşunu zedeler.

Unutmamalıyız ki; “Bir başa taç olmak istiyorsak eğer, ilk önce ona baş olmasını da bileceğiz…”

Leave a comment