Metin SAVAŞ: MİLLİYETÇİ YAZAR OLMAK
MİLLİYETÇİ YAZAR OLMAK
Metin SAVAŞ
Milliyet kimliği bir aidiyet duygusu olduğuna göre, milliyetçi yazar her şeyden önce kendisini büyük bir topluluğa ait hisseden kişidir. Bundan ötürü de milliyetçi yazar tek başına değildir. Yani bütünüyle bağımsız, yani müstakil, yani başına buyruk olamaz. Milliyetçiliği bir ideoloji şeklinde tanımlarsak, diğer ideolojileri benimsemiş yazarlar da bağımsız değildirler. Bu itibarla bir sanatçının tastamam objektif olması gerektiği söylemi daima havada kalıyor. Hiçbir yazar fikirsiz değildir ki lâyıkıyla objektif kalabilsin. Objektiflik yanılsamadır veya yanıltmacadır. Bir yazar objektif kalmaya çalıştığını samimiyetle söylüyorsa hem kendisini hem okurunu aldatıyor demektir. Victor Hugo başlangıçta kralcıydı, sonradan ihtilalci oldu. Fikirsizlik ve tarafsızlık imkânsızdır. Milliyetçi yazar ise kendi iradesiyle kendisini bir ülküye bağlamış kişidir. Hiç kimse alnımıza silâh dayayıp da milliyetçilik çizgisinde ya da milliyet aleyhinde kitaplar yazacaksın dayatmasında bulunmuyor. Bu bizim kendi tercihimizdir. Elbette ki satılık kalemler veya istihbarat kalemleri türünden yazarlar da vardır ama onlar konumuz dışıdır. Biz bu yazımızda milliyetçi yazarın konumunu işleyeceğiz.
Milliyetçiliğin birtakım kırmızı çizgileri bulunuyor. Milliyetçi yazar bu çizgilerin şuurunda olan, bu çizgileri kâh kıskançlıkla koruyan kâh bu çizgileri sorgulayan ve zorlayan yazardır. Çünkü ne derece ülkücü olursa olsun milliyetçi yazar (sanatçı ruhlu olması itibarıyla) daha fazla hür fikirlidir. Keza hür fikirli olmak yaratıcılık demektir. Yazarlar için söylersek, estetik yaratıcılık söz konusudur. Bundan maksat tanrısal yaratıcılık değildir elbette. Bundan kastımızın millî düşüncenin ve millî sanatın tekâmülüne katkıda bulunmak olduğu aşikârdır. Herkes bilir ki yazarları dizginlemek neredeyse imkânsızdır. Yazarlar umumiyetle aykırı tiplerdir. Fakat onlardaki aykırılık savruktur. Milliyetçi yazarlar ise kendi özlerindeki savrukluğu milliyet ülküsünün yararına olacak şekilde yönlendirme tutkusuna sahiptirler. Milliyetçi bir yazar her hamlesinde, her eserinde, her cümlesinde mensubu bulunduğu kendi milliyetine fayda sağlamayı arzu eder. Çünkü o yazarın bir istikameti vardır. Bu istikamet üç aşağı beş yukarı bellidir. Bununla birlikte her sanatçı gibi milliyetçi yazar da sorgulamayı sever. Milliyetçi yazar tedirgindir. Kendisi için değil milleti için tedirgindir. Dostoyevski her romanında çok sevdiği Rus milleti için kaygılanıyor. Rus milletini sarsıyor, yıpratıyor, sorguluyor, kıyasıya eleştiriyor, hatta yerden yere vuruyor fakat bütün bunları daha olgun bir Rus milleti düşlediği için yapıyor. Dostoyevski gibiler kendi toplumlarına Oryantalist zihniyetle bakmıyorlar. Türk milliyetçisi yazarlar da kendi milletlerine kendileri olarak baktıklarında vicdanları ezilmiyor.
Milliyetçi yazarın sorumlulukları vardır. Sırça köşkünde yaşamaz. Mümkün mertebe milletinin içindedir. Cengiz Dağcı kendi yurdundan çok uzaktaki Londra’da yaşarken bile Kırım’la beraberdi. Daima Kırım için yazdı. Yazarların iç dünyalarına dönüklüğü ayrı bir meseledir ve onların yazgısıdır bu içe dönüklük. Sırça köşk dediğimiz şey aslında yazarın iç dünyasıdır. Milliyetçi yazarların sırça köşküyse kendi milletleri ve kendi vatanlarıdır. Milliyetçi yazarların iç dünyalarındaki köşk de muayyen bir milliyetin ruhunun mağarasıdır. Bizim korunaklı mağaramız Ergenekon yurdudur ki her Türk milliyetçisi yazar çalışma odasına çekildiğinde (bilerek veya bilmeyerek) eserini Ergenekon ikliminden aldığı ilhamla ortaya koyar. Bundan kaçış yoktur. Ergenekon sorumluluğunu taşıyamayan ya da taşımak istemeyen bir yazar milliyetçiliği terk ederek başka yollara sapabilir. İşte bu nedenle milliyetçi yazar olmanın ayrı zorlukları bulunuyor. Milliyetçi yazar sadece kendisi olmaktan ibaret değildir. Milliyetçi yazar hem kendisidir (hürdür), hem de milliyetinin insanıdır (bağımlıdır). Dolayısıyla milliyetçi yazar çift kimliklidir. Fert olarak kendisidir ama milliyet asabiyeti itibarıyla da milletine aittir. Eserleriyle hem kendisini hem milletini temsil eder.
Milliyetçi yazarın bir özelliği de âdeta tarih dışı kalmışlığıdır. Aslında tarihin içindedir fakat onun iç dünyasında kronolojik zamandan ziyade millî zaman hüküm sürer. Biz buna kolektif (toplumsal) zaman diyebiliriz. Nihal Atsız 300 sayfalık “Ruh Adam” romanına 2000 yıllık Türk tarihinin psikolojisini sığdırmıştır. Türk mitolojisindeki tanrıça Umay Ana’nın hayat ağacında yaşayan kuşlar vardır. Reşat Nuri Güntekin (muhtemelen farkında olmaksızın, bilinçaltının yönlendirmesiyle) meşhur romanına Çalıkuşu adını vermiştir. Çalıkuşu Feride mitik evren boyutunda Umay Ana’nın kızıdır. Ruh Adam romanının merkezinde yer alan Prenses Leylâ da işte böylece Umay Ana’yı sembolize eder. Yazarlar bu unsurları eserlerinde ya bilinçli kullanırlar yahut da farkında olmaksızın kullanırlar. Çünkü binlerce yıllık Türk kültür kodları kendilerini bir şekilde ve bilhassa sanatçılar üzerinden yansıtırlar. Milliyetçi yazarlar kendi kültürlerine daha fazla yakın durduklarından ötürü bu yansıtma onlarda çok daha yoğundur. Keza daha fazla yakın durmak sözü yanlış sayılabilir. Milliyetçi yazarlar kendi kültürleriyle sarmaş dolaştırlar dememiz gerekiyor. Madam Bovary’nin yazarı Flaubert bir mektubunda şöyle der: “Önemli sanatın bilimsel olduğuna, kişisel olmadığına inanıyorum.”
Biz de zaten yukarıda milliyetçi yazar salt kendisi değildir demiştik. Milliyetçi olsun olmasın bir yazar sırf kendisini tatmin için yazdığını sanıyor olabilir. Fakat onu yönlendiren sihirli bir güç vardır. Bu büyülü itkiyi tanımlamak da zordur, keşfetmek de zordur. Bazı şeyler kendiliğinden olur. Yine de kendiliğinden meydana çıkabilmesi için birikim lâzımdır. Sanatın çok eski çağlardaki büyüden doğduğunu düşünürsek günümüz yazarları bir nevi çağdaş şamanlardırlar. Dede Korkut anlatıcıdır. Yazarlar da anlatır. Söz konusu birikimse iki yönlüdür. Yazarın şahsî birikimi ve binlerce yıllık kültür kodlarının yazar üstünde birikmesi esere anlam ve ruh katar. Milliyetçi yazar (kendi varoluşunu milliyet kimliği üzerine inşa ettiği içindir ki) kendi kültürünü çok yönlü tanımak mecburiyetindedir. Tarihten sosyolojiye pek çok alanda kendisini yetiştirmekle görevlidir. Tabii ki bir yazar hem sosyolog hem de tarihçi olmayacaktır. Olamaz da zaten. Onun görevi her çiçekten bal almaktır. Aksi takdirde yazdıkları eser sıfatını kazanamaz, piyasa metinleri olarak kalır. Tanpınar bir makalesinde ne diyor bakalım: “Coğrafya bir kaderdir. Bu demektir ki bunun gereklerini kabul etmek, ona ayak uydurmak şartıyla onunla iyi kötü uzlaşabiliriz.” Milliyetçi yazar kendi milliyetine mensubiyeti bir kader olarak görür ve milletinin bütün değer yargılarıyla uzlaşmaya özen gösterir. Uzlaşırken de makul ölçülerde ayak direr, milletinde gördüğü yanlışlıkları cesaretle haykırır ve eserlerinde sergiler. Bu ölçülü isyan o yazarın hem iyi niyetidir hem de vicdani görevidir. Kaldı ki her sanatçı doğası gereği isyankârdır. Dede Korkut kendi toplumunu töreyle korkutuyordu. Yazar da kendi toplumunu ve bütün insanlığı kalemiyle ürkütür.
Yazarın şahsî birikimi kişisel zamandır, daha mahrem ve olabildiğince dardır; yazarın kolektif birikimiyse ferdiyetin ortadan kalktığı en geniş zamandır. Ernst Fischer çift kimlikli olmak durumunu şöyle açıklıyor: “Sanatçı genellikle çifte görev yükleniyor: birincisi bir şehrin, bir kurumun, toplumsal bir bütünün ona yüklediği dolaysız görev; ikincisi de, kendisi için önemli olan bir yaşantıdan, yani toplumsal duyarlığından doğan dolaylı görev. Bu iki görevin her zaman uyuşması da gerekmiyor. İki görev arasında sık sık çatışma oluyorsa, bu o toplum içinde gittikçe artan karşıtlıkların bir belirtisidir.” Kaldı ki zaten gerilimin bulunmadığı yerden tahkiye çıkmaz. Gerilim (veya karşıtlık) yoksa anlatacak pek bir şey de yoktur. Peki ya anlatılması gereken veya anlatılmaya değer olan nedir? İşte burada artık anlatıcı yazarın tercihi söz konusudur. Hiçbir gerçek yazar yeni kitabımda ne anlatayım diye okurlarına sormaz. Kendisi karar verir. Okur bu kararı ya reddeder (o kitabı okumaz) ya da kabul ederek okur. Şu halde bir yazarın beni anlamıyorlar, değerimi fark etmiyorlar tarzında yakınmaları yersizdir. Hiç kimse bir yazarı el üstünde tutmak için yaratılmamıştır. Ama tabii algı oluşturmak suretiyle (kitleleri yönlendirerek) bir yazarı okurların gözünde büyütmek de mümkündür. Gerçek sanatçı böylesi operasyonlara tevessül etmez. Gerçek yazar kendi okurunu arar ve bulur. Aslında okur onu bulmuştur. Bu bir keşiftir.
Çok merak edilen ve bilhassa roman yazarlarına sorulan şudur: “Bir karakteri nasıl canlandırabiliyorsunuz, yaşamadığınız bir olayı nasıl anlatabiliyorsunuz?” Öyle ya, ömrü hayatında hiç cinayet işlememiş bir yazar pekâlâ çok başarılı cinayet romanları kaleme alabiliyor. Bu nasıl mümkün oluyor Peyami Safa’dan öğrenelim: “Her roman kahramanı romancının içindeki sayısız şahsiyet imkânlarından birinin yumurtasından fırlamıştır.” Bu muhakkak ki çift kimlikli yazarın kolektif kimliği sayesinde mümkün olabiliyor. Aksi halde yazar meselâ Ulubatlı Hasan’ı anlayamaz, onu tahayyül ve tasavvur edemezdi. Bırakın geçmişte yaşamış birini, yazar bizatihi zamandaşı olan birini dahi roman karakterine dönüştüremezdi. Gözlem, sezgi, dikkat, hassasiyet, gördüğü parçaları bütünleştirme veya tam tersine gördüğü bütünü parçalara ayırabilme yetileri yazara sonsuz imkânlar alanı açmaktadır. Bir yazar kendisinde bağımsızlık vehmedebilir, aslında bağımsız olmaktan uzaktır, farz edelim ki öyledir. Fakat milliyetçi yazar kendisini bağımsız hissetmez ve hatta onun bağımsız kalma derdi de yoktur. Milliyetçi yazar kendisini yine kendi iradesiyle milletine adamış kimsedir. Hiç kimse beni milliyetçi olmaya zorlamıyor. Bu kendi tercihimdir. İstersem bütün ülküleri bir kenara atıp hayatımı keyfe keder yaşayabilirim. Ne ki milliyetçilik öylesine büyülü bir aidiyet duygusudur ki milliyetçi yazar bundan vazgeçemez, kendisini zora sokma pahasına doğru bildiği yolda yürümeyi sürdürür.
Metin Savaş