Alparslan Türkeş’in MHP Davası Savunması’nda Ahmed Yesevî
Alparslan Türkeş’in MHP Davası Savunması’nda Ahmed Yesevî
Türk milleti, Asya’nın doğu kıyılarından, Büyük Okyanus’tan Atlantik Okyanusu’na kadar ve kuzey yarımkürenin buzullarından Hindistan yarımadasının güneyi, Arabistan Yarımadası ve Afrika’nın büyük sahra çölleri arasında kalan, bilinen en eski dünya toprakları üzerinde Batı Avrupa hariç çeşitli zamanlarda büyük devletler kurmuş, büyük medeniyetler meydana getirmiştir. Henüz tekniğin bugünkü gibi gelişmediği telgraf ve telsizin bulunmadığı, motorlu kara araçları ve uçakların icat edilmediği o çağlarda bu kadar geniş alanlarda kalabalık, çeşitli milletlerin ve medeniyetlerin üzerinde büyük imparatorluklar kurmak tesadüflere bağlanamaz. Çin gibi her devirde dünyanın en güçlü devleti ve büyük medeniyetlerinden biri olarak kabul edilmiş olan bu ülkede ve aynı şekilde bulunan Hindistan’da, dünyanın büyük medeniyetlerinden biri olan İran’da, Bizans imparatorluğu üzerinde ve diğer çeşitli topluluklar üzerinde hâkimiyetler kurarak, yerli medeniyetlerle kendi kültür ve medeniyetini sentez yaparak yeni medeniyetler meydana getirebilmek, yüksek vasıflara ihtiyaç gösteren bir husustur. Milletimizin bu başarıyı gösterebilmesi, gittiği her yerde insan haklarına saygılı olması, hak ve adalete dayanması, insan sevgisi ve insanları şefkatle sarmak yoluna gitmesi ile mümkün olabilmiştir. Gidilen her yerde insanları horlamak, ezmek veya yok etmek yerine, daima “Yaşa ve Yaşat” ilkesi ile hareket olunması, ırk, din, dil, renk farkı gözetmeksizin in-sanlara sevgi ve şefkatle, hak ve adaletle davranılması yoluyla büyük medeniyetler ve büyük devletler kurmaya muvaffak olunmuştur. Tarihimizde aa ve tahripkâr çöküntülere başlangıç teşkil eden iki büyük felaket vardır. Bunlardan birisi 13. yüzyılın başında Asya’nın doğusundan çıkan Cengiz Han’ın başkanlığındaki putperest Moğol istilasıdır. Diğeri ise 1683 yılında 2. Viyana muhasarası sırasında uğranılan yenilgidir. Bunlar sebepleri ve neticeleriyle seminerlerde konferanslarda işlenmeye çalışılmıştır. Bu konular gerek iddianamede gerekse mütalaanamede iddia makamı tarafından, ilme ve gerçeklere aykırı olarak, yorumlanmış ve böylece çok hatalı bir yorum yoluyla suçlamaya gidilmiştir. Bu sebeple konuyu mahkeme huzurunda mümkün olduğu kadar özet bir şekilde anlatmak ve açıklamak mecburiyeti hâsıl olmuştur.
13. yüzyılın başlarında Moğol orduları doğudan batıya taarruza geçtiler. Bu sırada Türkistan’da Ural Dağları ile Hindistan arasında hüküm süren Harzemşahlar devleti bulunuyordu. Bu devleti kısa zamanda yıkarak büyük katliamlar yaptılar ve camiler, medreseler, birçok medeniyet eseri, kütüphaneler yakıldı, yıkıldı, yerle bir edildi. Bundan sonra bir kısım Moğol kuvvetleri Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya doğru akarken diğer kısımları da Horasan, İran ve Kafkaslarda bulunan Selçuk devletlerini çiğneyerek Anadolu’ya Irak ve Suriye’ye doğru akalar. Bu sıralarda Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş ve büyük hükümdarlarından Alâaddin Keykubat’ın yönetiminde parlak bir dönem yaşıyordu. Fakat çok geçmeden Moğolların önünden dehşet içinde kaçan çeşitli Türk boyları Anadolu içlerine kadar dökülmeye başladılar. Bir zaman sonra İran’a yerleşen Moğollar tarafından İlhanlı Devleti kuruldu. Moğol orduları Anadolu’yu da baştan aşağı talan etmeye başladılar. Alâaddin Keykubat ölmüş ve kendisinden sonra gelen kardeşleri, oğulları ve torunları arasında taht kavgaları başlamıştı. Bu sıralarda Moğol akınlarını durdurmak için toplanan 80.000 kişilik bir Selçuklu ordusu Sivas’ın doğusunda Kösedağı bölgesinde Moğolları karşıladı. Fakat daha savaşa girilmeden sebepleri aydınlanmayan bir panik neticesinde Selçuk ordusu kaçarak dağıldı. Bundan sonra bütün Anadolu en ücra köyüne kadar talana uğradı. Kan ve ateş içinde kaldı. Selçuk devleti dağılmış, Anadolu birbiriyle boğuşan küçük beyliklere bölünmüştü. Bütün Türk ve Müslüman dünyasında birbirini takip eden katliamlar, zulümler ve yangınlar hüküm sürdü. İşte bu sıralarda Türkistan’da kurulan Çağatay devleti ve İran’da bulunan İlhanlı devletine hükmeden Moğollar da İslamiyet’i kabul ederek Müslüman oldular. Fakat zaman içinde bu devletler de parçalanarak çöküntüye uğradılar. Hüküm süren bu perişanlık ve sıkıntılar içinde bulunulurken, Türkistan’ın Yesi şehrinde Hoca Ahmet YESEVİ ismini taşıyan ve daha sonraları da “Hz. TÜRKİSTAN” ismiyle anılan büyük bir iman ve ilim adamı zuhur etti. Bu zat İslamiyet’in ulu esaslarını yeniden öğreterek insanlar arasında sevgiyi, barışı, kardeşliği, hakkı, hukuku, adaleti ve Allah, Peygamber sevgisini yerleştirerek gözyaşlarını dindirmek üzere müritler yetiştirmeye başladı Hacı Bektaş Veli gibi, Taptuk Emre gibi, Baba İshak gibi, Saru Saltuk gibi büyük iman ve fikir adamları yetiştirerek Horasan Bölgesinden Batı’ya doğru gönderdi. Saru Saltuk Karadeniz’in kuzeyinden bugün Romanya’da kalmış plan Kuzey Dobruca Bölgesine gelerek dergâhını açtı. Ahi Evran da Anadolu’da bir hayli dolaştıktan sonra Kırşehir’e yerleşti. Taptuk Emre Eskişehir Bölgesine yerleşti. Mevlâna Celâleddin-i Rumi Hazretleri de Horasan’ın Belh şehrinden kalkarak çeşitli Ortadoğu memleketlerini gezdikten sonra Karaman şehrine geldiler. Bir müddet burada oturduktan sonra Selçuk hükümdarının daveti üzerine Konya’ya yerleştiler. İşte bu büyük şahsiyetler İslam’ın büyük ruhunu aşılayarak, dergâhlarında müritler yetiştirdiler. Bunlar bütün Anadolu’ya ve daha sonra da Rumeli’ye yayıldılar. Gittikleri her yerde sevgi, kardeşlik, hak, hukuk, adalet ruhunu yerleştirmek için çalıştılar. Bu uğurda büyük hizmetler etmiş olan değerli şair ve iman adamı Yunus Emre’de Taptuk Emre’nin dergâhında yetişen bir müritti. Ahi Evran esnaf ve sanatkârları nizama kavuşturan, sosyal adalet ve sosyal güvenlik teşkilatı ile düzenleyen büyük hizmetler yaptı. Bu şekilde yetiştirilen ve Allah (c.c.) rızası için topluma faydalı olmak çalışmalarını benimseyen bu insanlar, tarih kayıtlarına göre dört ayrı isim altında ve dört ayrı kol halinde fakat birbiriyle koordineli ve dayanışma içinde Türk toplumunu yeniden ileri bir hukuk düzenine ve yüksek bir ahlak düzenine kavuşturdular. Bunlar sırasıyla; Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Bacıyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum adları ile teşkilatlanan gruplardır. Bunların görevleri ve gayeleri toplum içinde eğitim, yardımlaşma, dayanışma, sosyal adalet, sosyal güvenlik ve millî güvenlik hizmetlerini düzenlemek ve geliştirmektir. Bu faaliyetlerin sonunda 14. yüzyıl ve 15. yüzyılda batıda Osmanlı Cihan İmparatorluğu, kuzeyde Altınordu Devleti ve Doğuda da Türkistan Devleti, Hindistan’da da Babüroğlu Türk İmparatorluğu medeniyetleri meydana geldi. Türk Milletinin tarihi boyunca meydana getirebildiği en büyük ve en parlak eseri Osmanlı imparatorluğu ve Osmanlı medeniyetidir.
İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde de “Alp”lik geleneği bulunmaktaydı. Alpler, yüksek ahlakı temsil eden millî kültür sahibi ve millî ülkü sahibi kahraman yaradılışlı devlet ve millet için her fedakârlığı yapabilen insanlar olarak vasıflandırılıyordu. Yani gerek Alpler ve gerekse daha sonra “Alperen” isimleriyle anılan bu idealist ve imanlı insanlar teokratik nizam ile ilgisi olmayan kimselerdi. Bunlar tarihimizde ve millî kültürümüzde yer almış olan bir topluluktur. Biraz önce belirtilmiş olan değerli kişiler tarafından yetiştirilen bu müritlere zaman zaman “Alperenler” ve “Derviş Gaziler” denilmiştir. Bunların Türkiye Cumhuriyetini meydana getiren, bugünkü toplumumuzun nereden nereye geldiğini anlatmak ve insanlarımıza millî ruh ve güven duygusu vermek için ve millî kültürümüzün nasıl geliştiğini anlatmak için öğretmeye çalıştık.
İddia makamının iddia ettiği gibi suç teşkil eden herhangi bir fiili gerçekleştirmek için yapmadık. İnsanlarımızı, anayasamızın başlangıç bölümünde öngörüldüğü gibi vatandaşlarımızı, millî şuur ve ülküler etrafında birleştirmek ve yabana ideoloji ve yabana kültür saldırılarına karşı uyanık ve dayanıklı hale getirmek için yaptık. Özellikle bölücülük ve komünizm akımlarına karşı, kanlı terör tedhişine karşı, anayasa düzenini daha şuurlu bir şekilde benimsemeleri için yaptık.
KAYNAK: Alparslan Türkeş ve Ülkücü Hareket, Savunma, Hareket Yayınları, İstanbul-2011, s.16-20.