Hüseyin Nihal ATSIZ: HÜRRİYETİN SINIRLARI
HÜRRİYETİN SINIRLARI
Hürriyet ve demokrasi, eski rejimlerin baskısından ve çok defa bu baskıların keyfî oluşundan doğdu. Baskı idareleri insan haysiyetine aykırı olduğu için insanlar, özellikle aydın kimseler bu rejimlere karşı geldi; bunun sonunda hürriyet ve demokrasi rejimleri doğdu.
Sosyal bir gelişme ile bu rejimlere kavuşan ülkelerde hürriyetin ve demokrasinin kötüye kullanıldığı şimdiye kadar pek görülmedi. Fakat sosyal merhaleleri geçmeden, sırf taklitle demokrat olan memleketlerde hürriyetin de, demokrasinin de yozlaştığı inkâr olunmaz bir gerçektir.
Düşünce ve davranış hürriyetlerinin makul, haysiyetli ve başkalarına zarar verici olmaması icap eder. Fikir hürriyeti vardır diye her sapık fikir ortaya pervasızca atılırsa bunun ne korkunç kargaşalıklara kadar varacağı kestirilemez.
İngiltere’den sonra hürriyet ve demokrasinin anayurdu sayılan Fransa’da, Birinci Cihan savaşından sonraki başbakanlardan Yahudi ve sosyalist Blum, toplumu temelinden sarsacak bir fikri, fikir hürriyeti adına ortaya atmış, erkeklerin kız kardeşleriyle evlenmelerini teşvik etmişti.
Fikir olmasına bu da bir fikirdi. Tarihte de eski Mısır Firavunlarında görülmüş, fakat başka her insan topluluğunda reddolunmuştu. Hele İslâmiyet’ten önceki Türklerde aynı oymak fertleri yakın akraba sayıldığı için başka oymaktan kız almak mecburiyeti Türk türesinin baş ilkelerinden biri olmuştu.
Blum’un ortaya attığı fikrin ırk sağlığı bakımından olan büyük zararlarını şöyle bir tarafa atsak bile, binlerce yıllık sosyal düzeni çökertip ahlâkî kargaşalığa yol açmaktan başka ne faydası olacaktı? Belliydi ki bu herze, Fransız milletini bozup yıkmak için öne sürülmüştü. Bu türlü fikir kepazelikleriyle bulanan Fransızlar bunun yemişlerini 2. Cihan Savaşında devşirdi: Millî ülkü ile aşılanmış 800.000 Alman askeri, Majino’nun arkasına gizlenmiş olan iki buçuk milyonluk Fransız ordusunu, hem Majino’yu iki yerinden delerek, hem de Belçika’dan inerek on, onbeş günde darmadağın etti. Fransız şerefi lekelendi. Çünkü Fransız askerleri savaşmadılar. “Ölmek mi? Kimin için ve ne için?” sloganlarıyla sadece kaçtılar.
***
İnsanı hayvandan ayıran özellikler konuşma ve düşünmeden önce, fikri uğruna ölmesi ve utanmasıdır. Utanma duygusu, ahlâkın, namusun ve şerefin temellerinden biridir. Bir toplumu yıkmak istiyor musun? Önce ondaki utanma duygusunu kaldırmalısın. Bu iş, Türkiye’de yıllardan beri yapılmaktadır.
Birkaç yıl önce Kadeş gemisiyle Çanakkale Şehitlerini sözde ziyarete giden kızlı erkekli yüzlerce üniversitelinin gemide ve karadaki rezilâne davranışları o zamanki gazete ve dergilere geçmiş, fotoğraflar yayınlanmış fakat hiçbir kovuşturma yapılmadan hükümet tarafından örtbas edilmişti.
Şimdi de solcuların, sözde milliyetçilikle eğlenmek için şurada burada söyledikleri sözler millî duyguyu şiddetle incitiyor. Mehmed Akif in, Çanakkale Şehitleri için yazdığı o eşsiz şiirin:
“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker” mısraını söyledikten sonra buna “ayağa kalk ve üstündeki tozları silkele” herzesini eklemeleri insan haysiyetsizliğinin ve şerefsizliğinin en büyük örneğinden başka bir şey değildir. Böyle bir düşüklüğe çingenelerde bile rastlanamaz.
İnsanlar mizah ve şaka yapabilirler. Fakat bazı konular vardır ki onlar asla şakaya gelmez. Orada ciddî olmak insanlık borcudur. Bayrakla alay edemezsin. Millî tarihle eğlenemezsin. Kuranı mizah konusu yapamazsın. Aile namusunu hiçe sayamazsın. Bunlar millî mukaddesattandır. Millî mukaddesatı olmayan millet, millet değil hayvan sürüsüdür.
Bayrak aslında bir kumaş parçasıdır ama bir millet onu sembol haline getirmiş ve uğrunda yüzyıllarca kan dökmüştür. Bayrağa bez parçası diye baktıktan sonra her şeye bir kulp takmak, insanı insan yapan her konuyu inkâr etmek mümkündür. Zaman zaman böyle inkarcılar çıkmıştır. Bunlar tımarhane dışında yaşayan psikopatlardır. Kötülüğün savunmasını yapmak, iyiliğin ve ahlâkın savunulmasından çok kolay olduğu için hanların sözlerinde adamın gözlerini kamaştıracak: bazı noktalar elbette vardır.
Bugün uzay çağında yaşamamıza rağmen insanlarda gerek geçmiş zamanlardan gelen, gerekse medeniyetin yarattığı ruh hastalıklarından doğan gayrı tabiilikler gönüllere rahatsızlık verecek kadar çoktur. İnsanlar bir fikre ve inanca bağlanmak zorundadır. Sarılacak düşünce ve inanç bulamayan insanların, tıpkı yemeklerindeki kalsiyum eksikliğini duvar yalamakla gideren küçük çocuklar gibi, anormal düşüncelere ve inançlara bağlanmasını tabiî karşılamak gerekir. Türk milletinin millî ülküsü olan Türkçülüğe son elli yıldan beri hükümetler eliyle darbe indirilmeseydi, bu ülkü, bütün milletlerde olduğu gibi beslenseydi bu günkü manevî huzursuzluk asla görülmeyecek; millet, düşman kamplarına ayrılmayacaktı. Türkçülüğe vurulunca onun yerini maddî veya manevî mükâfatlar vaat eden komünizm, particilik, nurculuk, Süleymancılık, ümmetçilik, masonluk, kozmopolitlik aldı. Bir de Kıbrıs davasının kritik günlerindeki şahane millî birlik manzarasını düşünün. Bu manzara millî ülkünün bir milleti nasıl şahlandırdığına, nasıl güçlendirdiğine en büyük tanıktır.
Türkçülük itilip, Türkçülere faşist, kafatasçı falan denilmeye başlayınca Türkistan Türkleri dramını umursamayanlar Lumumba’ya, Gevara’ya, Viyetnam’a destanlar yazmaya başladılar. Hattâ Türklüğü inkâr ederek bizim, Hititler’in devamı olan, dil bakımından Türkleşmiş bir Anadolu milleti olduğumuzu iddia ettiler. Bütün bu anormal davranışlar taraftar kazanıyordu. Çünkü milleti kenetleyen, tutkal eritilmişti.
Bu şartlar altında birisi çıksa da: “Türkçe geri bir dildir. Bu dille yüksek bilim, felsefe ve edebiyat yapılamaz. Onun için resmî dil olarak Fransızcayı kabul edelim” deyip bir dernek kursa bu derneğin yüzlerce, belki binlerce üye bulacağına hiç şüpheniz olmasın. Zaten 1932 yıllarında, şimdi ölmüş olan bir profesör, ortaya böyle bir iddia atmıştı.
Son zamanlarda yurdumuzda görülen anormal davranışlardan biri de bir numaralı vatan Haini ve Islav tohumu Nâzım Hikmetof Yoldaşı büyük şair ve büyük yurtsever olarak öne sürmek hususundaki gayretlerdir. Turancıların sıkı yönetim, mahkemesindeki beraatini “delil kifayetsizliği” ne bağlayan akıllı kişilere göre bir numaralı hainin vaktiyle giydiği hüküm adlî yanlışlık veya kasıttır.
Nâzım Hikmetof büyük bir yurtsevermiş… Kendi vatanını Moskof’a peşkeş çekmenin adı yurtseverlik olduktan sonra dünyada güdülmeyecek iddia kalmaz: Dünya dört köşedir. Şeyh Said isyanı büyük bir yurtseverlik ayaklanmasıdır. Hacıhüsrevli yankesici Çingene karıları sosyal adaleti sağlayan fedakârlardır, v.b..
Yurtsever adam yurt dışına çıkınca kendi yurdu aleyhinde bulunmaz, beni Stalin yarattı demez, yabancı soyadı almaz, radyolarda memleket aleyhine konuşmazdı, Daha önce de bir iki defa tekrarladığımız bu sözleri yeniden söylemeye zorlayan sebep bir savcının Nâzım Hikmetof’u savunurken göklere çıkaran bir yazısı oldu: Cumhuriyet gazetesinin 15 Mart 1968 tarihli sayısının “Görüşler” sayfasında “Faruk Sükan’a Açık Mektup” başlığı ile ortaya çıkan bu yazıyı Koyulhisar Savası Şiar Yalçın adında bir vatandaş (ama ne vatandaş) yazmıştır. Kanık Sükan’ın Millet Meclisindeki bütçe görüşmeleri sırasında, Türk hâkimleri tarafından mahkûm edilmiş Nâzım Hikmeti hâlâ büyük bir Türk şairi sayıp saymadığını Çetin Altan’a sormasını konu olarak alan bu açık mektup şu fikir incilerini ihtiva ediyor:
Nâzım Hikmet bir ideolojiye inanmış, namuslu ve vatanperver bir insandır. Bazı kişilerin gayretkeşlikleri yüzünden haksız yere mahkûm edilmiş olduğu da yayınlanmış belgelerle sabittir. Bu itibarla, Nâzım Hikmeti ideolojisinden ve mahkûmiyetinden dolayı tezyif etmeye, küçük düşürmeğe kimsenin hakkı yoktur. Olgun ve kültürlü bir insansak kişiliğine hürmet etmemiz lâzımdır.
Farzı muhal olarak, Nâzım Hikmet’in kötü, ahlâksız bir insan, hattâ bir vatan haini olduğunu kabul edecek olsak dahi, bu onun bütün medenî dünyaya ün salmış olan büyük şairlik vasfına zerre kadar halel getirmez. Oscar Wilde, Rimbauve Verlaine birer homoseksüel, son ikisi belki birer serseri idiler. François Villon iki defa idama mahkûm edilmiş bir haydut, bir katildi. Böyle olduğu halde İngiliz ve Fransız edebiyatının medarı iftiharları olmaktan çıkmamışlardır, işte bu bakımdan da, Nâzım Hikmet hakkındaki sözlerini Faruk Sükan’ın dirayetine yakıştıramadık.
Şahsî kanaatimize çekinmeden ifade edebiliriz ki Nâzım Hikmet yalnız Türkiye’nin değil, belki dünyanın yetiştirdiği en büyük şairlerden biri ve son derece namuslu ve vatansever bir insandır.
Şiar Yalçın
Koyulhisar C. Savcısı
Bir hukuk adamının bir vatan hainini vatansever diye övmesine söyleyecek söz bulamıyor, bu savcının, üstüne aldığı konularda delilleri hangi mantıkla toplayacağını düşünmek bile istemiyoruz. Herhalde bu sava hiç düşünmeden konuşuyor. Böyle olmasaydı Nâzım Hikmetof’u dünya edebiyatları çerçevesinde mütalaa etmeye kalkmazdı. Acaba dünya edebiyatını ne kadar biliyor? Edebiyat Fakültesi mezunu olduğum halde bunun hakkında ben bile bir şey bilmiyorum. Türk edebiyatına gelince acaba neler biliyor? Yoksa Türk edebiyatı deyince Orhan Veli misilli birkaç zavallının tekerlemelerini mi kastediyor? Uygurlar ve Karahanlılar’dan başlayarak Yahya Kemal’e kadar gelen ünlü Türk şairleri arasında kaç tanesini biliyor? Bunları okusa anlayabilir mi? Acaba hangi edebiyat öğretmeninden feyz aldı?
Bir devlet memuru olan savcının bir bakana çıkış yaparken bir sayılı vatan hainini savunması kanun bakımından suç değilse dünyada suç kalmıyor demektir. Bu türlü yazıları okuyup bunların cezasız kaldığını gören Türk çocuklarını yarın nasıl birer vatandaş olacağını kestirmek güç değildir.
Nâzım Hikmetof’un başka bir savunulması da aşırı solcu yazarlardan İlhan Selçuk tarafından 19 Mart 1968 tarihli Cumhuriyet’te yapıldı: Yahudi asıllı Rus Bolşeviği Erenburg, hatıralarında komünizmin ilk yıllarını anlatırken, Nâzım Hikmetof’tan da bahsetmiş ve Nâzım’ın, Stalin’in büstünü görmeye bile tahammül edemediğini yazmış. O halde Nâzım Hikmetof’un “beni Stalin yarattı” demesi hakkındaki haber doğru olamazmış.
Bu mantık karşısında da insan epsem kalıyor. Hiçbir vatan haini, hiçbir hırsız, hiçbir fahişe, anasından hain, hırsız ve fahişe olarak doğmaz. Onların da çocukluk, ilk gençlik, hattâ belki de olgunluk çağlarına kadar geçen namuslu bir hayatları olabilir. Fakat bu, onları, daha sonraki suçlarıyla hain, hırsız veya fahişe olmaktan kurtaramaz. Nâzım Hikmetof, Moskova’daki ilk yıllarında, daha çok Marks ve Lenin’in tesirindeyken belki Stalin’in büstüne sinirlenmiştir. Fakat sonra da pekâlâ “beni Stalin yarattı” demiştir. Bunu demeye de mecburdu. Demeseydi daha ilk aylarında ya kalp sektesinden, ya da apandisit krizinden ölebilirdi.
Cihan Savaşının son yıllarında Nâzım Hikmetof bir Türk vatanseveriydi. Yaralı Hayalet diye de bir savaş sonu manzumesi yazmıştı. Bunlara bakarak nasıl onun için milliyetçidir denemezse, Erenburg’un naklettiği olaya göre de “beni Stalin yarattı” dememiştir diye iddia olunamaz.
***
Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Bugünkü kanunlarımız hürriyetin ve demokrasinin kötüye kullanılmasına, milletin zehirlenmesine engel olamayacak açıklıklarla malûldür. Atatürk Kanunu ile ona hakaret etmek nasıl yasaklanmış ise yeni bir kanunla da vatan hainlerinin, ahlâksızlıkların, toplumu soysuzlaştıracak şeylerin övülmesi yasak edilmeli ve bir “Millî Kültürü ve Ahlâkı Koruma Kanunu” çıkarılmalıdır. Öyle sanıyorum ki bu konuda iki büyük partiden başka CKMP, MP, GP de birleşerek tam bir millî birlik halinde ortaya bir eser çıkarabilirler.