# Etiket
#EDEBİYAT #Geziler - Anılar #Kültür/Sanat #Tarih

TÖRE ailesine Bağdat Mektubu-1972

Mektup:

Bağdat’tan Sevgilerle

A. ERGENEKON

— TÖRE ailesine —

Cihan Padişahı Kanunî 1534 yılında «leşker-i deryâ-hurûşu» ile Bağdat’ı fethettiği zaman, Fuzûlî bu mutlu günü şu mısra ile tarihe yazmıştı :

“Geldi burc-ı evliyaya Pâdişah-ı nâmdar.”

 

Bağdat’ta yıllarca Osmanlı İmparatorluğu’nun valisi olarak bulunan Süleyman Nazif de, Fuzûlî’den 420 yıl sonra, bu «evliyalar diyarının» elimizden çıkışına şöyle hayıflanmıştı :

Yed-i ihmâlimizde dört yüz yıl

Kanadın gizli bir ceriha gibi.

Bilmedik biz senin de kıymetini

Derd-i millimizin budur sebebi.

Ne o çehrende an-be-an kararan

Beni korkuttu gördüğün rüya,

O karanlık, ölümlü uykundan

Söyle Bağdat, uyanmadın mı daha?

Ben şimdi işte o Bağdat’tayım. Buraya, yıllarca sıla hasreti çekmiş bir gurbet yolcusunun heyecanı içinde geldim. Milletimize: «Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz» hükmünü verdiren; şairimize: «Âşıka Bağdat sorulmaz, ufukları aşar gider» dedirten duygu, bana Bağdat’ın da en az İstanbul kadar bizim olduğunu düşündürüyordu.

Böyle düşünmekte o kadar haklıyım ki…

Kaşgarlı Mahmud, hem Türk dilinin arapça kadar zengin bir dil olduğunu isbat etmek, hem de Araplara Türkçeyi öğretmek gayesi ile yazdığı Divânu Lügati’t-Türk adlı meşhur eserini Abbasi halifesine burada takdim etmişti. Tarihî Türk milliyetçiliğinin Bilge Kağan’dan sonra, ikinci yazılı âbidesini kuran bu büyük âlim, kitabını hazırlamak üzre o günki Türk ülkelerini adım adım gezerken, eminim ki, kendisinden beş asır sonra Kanunî Süleyman’ın, altı asır sonra da Dördüncü Murad’ın, bütün İslâm âleminin hakimi ve halifesi olarak Bağdata geleceklerini rüyasında görmüştü. Hatiften gelen ses, Ona Genç Osman Destanını da dinletmiş olmalıydı :

Eyerleyin kır atımın ikisin

Fethedeyim düşmanların hepisin,

Sabah namazında Bağdat kapısın

«Allah Allah» deyip açtı Genç Osman…

Böyle düşünmekte o kadar haklıydım ki…

Dört mezhepten en büyüğünün kurucusu İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin türbesi Bağdat’tadır. Buranın en temiz ve muhafazakâr semti ile en büyük camiine O’nun adı verilmiştir. İmam-ı Âzam’ı, sadece bir mezhebin kurucusu olduğu için değil, aynı zamanda Türk olduğu için de seviyor ve sayıyoruz. Gerçi bir çok kaynaklar, bu büyük âlimin Arap ve Acem olmadığını kesinlikle belirtiyor fakat Türk olduğunu itiraf edemiyorlar. Halbuki İslâm mezheplerinin en mantıklı ve müsamahalısını kurmuş olması bile İmam-ı Âzam’ın Türklüğünü isbata yeter.

 

Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı!

mısraları ile yalnızlık duygusunun âbidesini diken Fuzûli de Bağdat’ta doğmuş, Bağdat’ta yaşamış ve orada ölmüştür. Dillere destan eserlerini burada yazmış olan şairimiz, bu topraklarda yatmaktadır.

Gelin ey ehl-i hakikat çıkalım dünyadan

Gayrı yerler görelim, özge safâlar sürelim.

derken, Altay Dağlar’ırim eteklerinden kopup Tuna boylarına, Roma’ya Afrika ve Sibirya’ya kadar yayıldığı halde göçten ve akından bıkmayan Türk ruhunu Fuzûlî biraz filozofça, biraz da şairane, ne güzel ifade etmişti. Onun doğduğu ve yattığı diyar, elbette Konya kadar bizimdi.

Ya Bağdatlı Ruhî? Kim, bizim garipliğimizi ve asırlardır unutamadığımız gurbet duygusunu onun gibi dile getirebilmiş :

Devr eylemedik yer komadık bir nice yıldır,

Uyduk dil-i divâneye, dil uydu havaya.

Olduk nereye vardık ise aşka giriftar

Alındı gönül bir sanem-i mâh-likaya.

Bir sipahinin oğlu olan Ruhî, belki de at üstünde, o zamanki vatan coğrafyasını diyar diyar dolaşmış fakat adını ve manevi gıdasını bu topraklardan almıştır.

Ziya Paşa ona İstanbul’dan ne güzel selâm göndermişti :

Uğrarsa sabâ râhın eğer semt-i Iraka

Bağdat iline doğru dahi azm ü hıram et.

Tahsinini arz eyleyip evvelce Ziya’nın

Âdâb ile git ravza-i Rûhî’ye selam et!

On dördüncü asrın büyük tasavvuf şairi Nesimi de Bağdatlıdır. Fuzûlî ile Nesimi’nin Türkçesi göstermektedir ki, Irak Türkleri ve Azeriler Oğuzların aynı koluna mensupturlar.

Bağdat’tan bahs edince Ahmet Haşim’i hatırlamamağa imkân var mı?

Melali anlamayan nesle âşinâ değiliz!

diyen O BELDE şairinin, bu mısra ile kimleri kasdettiğini şimdi çok iyi anlıyorum.

Haşim’e Yollar şiirinde:

Onlar

Hangi bir belde-i hayâle gider

Böyle sessiz ve kimsesiz şimdi?

dedirten de, Bağdat’ın insana ürperti veren yarı çöl yarı ova ikliminin hakim bulunduğu tenhalık ve yeknesaklık olmalıdır.

Bütün bunları çoğumuz biliriz. Ama adı efsaneleşen Genç Osman’ın mezarının Bağdat’ta olduğunu ben burada öğrendim. Dördüncü Murad’m 1630 yılındaki Bağdat seferine on yedi yaşında bir delikanlı olduğu halde katılan Konya Aksarayı’ndan Osman, tıpkı Ulubatlı Hasan gibi, sancağı kalenin bedenine dikerken şehit olmuştur. Buradaki Türk şehitliğinde temsili bir türbesi vardır.

Tarih-i Âlem kitabının müellifi, askeri okulların talimatını hazırlayıp, müfredatına Türk tarihi dersini koyan ve Şıpka kahramanı sıfatı ile tanıdığımız büyük Türkçü Süleyman Hüsnü Paşa da Bağdat’ta yatmaktadır.

İşte bunun için Bağdat en az Bursa kadar bizim olmalı, bizim kalmalıydı…

Bağdat’a hareket ederken, sevdiklerimden ayrılışın verdiği acıyjı, içimdeki bu serin duygular hafifletiyordu. Fakat, daha uçaktan iner inmez, hiç bir sıfat ile anlatılamayacak ağırlıktaki sıcak, her şeyi âdeta kavurdu. Şehir, büyük bir düzlük üstünde alabildiğine yayılmış. Bahçe içinde, toprak veya kiremitten yapılmış, en fazla iki katlı evler. Etrafta görülen yalnız yüksek boylu hurma ağaçları.

Ana caddeler geniş ve asfalt. Ara sokaklar dar ve tozlu. Camiler, ancak kubbe ve minarelerinin dışı renk renk, çinili olduğu için dikkati çekebiliyor. Yoksa tek kubbeli ve küçük. Minarelerini, bizim semaya yükselmiş ince, sivri ve üç şerefelilerle mukayeseye imkân yok. Türkün mimari estetiği buraya girmemiş.

Galiba tabiat şartları buna imkân vermiyor. Çünki taş yok, mermer yok. Bir de, san’atkâr olmayınca, başka ne yapılabilir?

Bağdat’ta, ilk zamanlar, umduğunuzu bulamamış olmanm boşluğu ve ümitsizliği içine düşüyorsunuz. Ancak, bir müddet sonra durum değişiyor. Günler geçtikçe buradaki Osmanlı tesirinin, İngilizlerin bütün gayretlerine rağmen, silinemediğini anlıyorsunuz. Genç nesil Türkleri sevmiyor. Fakat güngörmüş ihtiyarlar Türk idaresini hasret ve hürmetle anıyor. Ayrıca, kanunlarına, müesseselerine, yemeklerine ve ev hayatına Türk kültürü hakim. Dillerine girmiş yüzlerce Türkçe kelime ve ek var. Bir çok mevzuat Osmanlılardan kalmış. Hukuklarının esasını

Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’si teşkil ediyor. Osmanlı devrinden kalma, dört yüz büyük defter halinde, «şer’iye sicilleri» vardır ki, bütün miras ve intikal dâvaları onlara dayanılarak neticeye bağlanıyor. Güzel bir Türkçe ile yazılmış bu «siciller», mütehassıslar tarafından, harıl harıl arapçaya tercüme ediliyor.

Bir meydandan geçerken, kocaman bir top görüyorsunuz. Topkapı Sarayı’nın bahçesindekiler gibi. Halk, ona «Genç Osman Topu» diyor. Dördüncü Murat’tan kalmış bir yadigâr. Buradaki Türkler, çocukları hastalanınca doktora gösterdikten sonra, bir kere de bu topun etrafını dolaşürırlarmış. Bâtıla inandıkları için değil tabii. Kimbilir hangi duygu, hangi mânevi açlık ve ruhî yalnızlık onlara böyle yaptırıyor…

Şehre ve semtlerine alıştıktan sonra, sık sık sizin dilinizi konuşan soydaşlarmıza rastlıyorsunuz. Türk olduğunuzu anlayınca dolmuş şoförü para almıyor, taksi ise sembolik bir ücret istiyor. Esnaf malın en iyisini en ucuz fiyatla veriyor.

Annesi babası Türk olduğu halde, Türkçe bilmiyenler de var. Bunlardan birine rastladım. Berberdi. Tıraş bitikten sonra Türk olduğumu öğrenince, ne yapacağını şaşırdı. Bileğini uzatarak parmağı ile damarını gösterdi. «İkimiz kardeş! Men anası Türk, babası Türk.» Sonra eli ile başına vurdu: «Türkî bilmiyor, hacalet, hacalet!» Oturtup çay ısmarladı. Bu, bir çok örneklerden bir tanesidir. Demek ki Türkler ana dillerini unutmağa başlamışlar… Tabii sayıca çok az oldukları bölgelerde görülüyor bu durum.

Bağdat’ta Türkiye suyu içiyoruz. Şehrin içme suyu Dicle’den temin ediliyor.

Fakat bu sizin vatan için duyduğunuz susuzluğu gideremiyor. İlk günlerde Türkçe konuşan bir soydaşın hasretini çekiyorsunuz. Ona rastlayınca, hasret ve susuzluğunuz daha da artıyor. Çünki karşınızdaki yıllardan beri gurbette… Şairin :

“Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetleşir”, dediği gibi. Bunların vatanı «gurbetleşmiş»! O sizden çok «sılayı» özlemiş… Gene şairlere sığınıyorsunuz :

Neler çeker bu gönül, söylesem şikâyet olur! Yahut :

Kangı derdim söyleyem, dağlarca derdim var benim! deyip sükut ediyorsunuz.

Buraya Türkiye’den «ilerici» gazeteler muntazam geliyor. Onlar sayesinde memleketimiz hakkında doğru ve güzel haberler alıyoruz. Bir de, radyonun gücü yeterse, akşamlan bizim TRT’nin Diyarbakır istasyonunu dinleyebiliyoruz. Türkiye ile alâkalanan herkes, tabii heyecanla bu istasyonu arıyor. «Gurbetteki»lerin vatan hasretini giderecek program ve konuşmalara rastlamak ümidi ile… Ben iki güzel program yakalayabildim: «Besteciler ve yaşantıları.» Bir hafta Mendelson’un, bir hafta da List’in «yaşantısını» büyük bir zevkle dinledim. Diğer Türkçe bilenler de dinlemişler. Tıpkı Türk halkı gibi, buradakiler de bayılmışlar bu programa!..

Ancak devamını bekliyorlar. Çaykovski, Stranvinski, Korsekof, Rahmaninof ve Haçaturyan gibi bestecilerin «yaşantılarını» ne zaman dinleyeceklerini soruyorlar.

«Arkası yarın» programlarında da, bir hafta kızılderililerin, bir hafta zencilerin, bir hafta da Rus mujiklerinin «yaşantısını simgeleyen yapıtların» seçilmesi arzu ediliyor. Bilmem TRT sorumluları ne düşünür?

Mektubumu bitiriyorum. Sağlıcakla kalınız.

TÖRE, Sayı:19, Aralık-1972, s.17-20.

KAYNAK: http://www.ulkunet.com

Leave a comment