# Etiket
##GENEL #Kültür/Sanat

Dr. Hayati BİCE: Ülkücü Hareket ve İslâmîleşme Süreci: Görüntü Netleşti

Dr. Hayati BİCE

Görüntü Netleşti: “Ülkücü geleneğimiz, geleceğimizdir…”

-Lütfi Şahsuvaroğlu’nun “Bizim Muhsin” Yazısına Şerh Babındadır-

Ülkücü hareketin yakın mazisi diyebileceğimiz 70-80’li yıllardan uzaklaştıkça ortama egemen olan sis perdesi kalınlaşıyor. O günlerin aktörlerinin, tabiî/gayrıtabiî olarak birer birer dünya sahnesinden çekiliyor olmaları, dönem ile ilgili spekülasyonlara ivme kazandırıyor. Başbuğ Türkeş’in; Muhsin Başkan’ın ölüm yıldönümlerinde hız kazanan spekülatif tartışmalar bir sonuca bağlanmadan, genç nesil ülkücülerin kafasını biraz daha karıştırarak öylece kala kalıyor. İşte bu noktada, dönemin önde gelen isimlerinin Türk milliyetçiliği tarihine ışık tutan gözlem ve izlenimlerini kayda geçirmeleri önem kazanmaktadır.

‘Ülkücü Hareketin İslâmlaşma Dinamikleri’ adını verdiğim süreci konu alan, dizi yazılarını hazırlarken incelediğim kaynaklar, 12 Eylül öncesindeki İslâmîleşme sürecine değinirken bir ülkücü dergi ile bir ismi öne çıkartıyordu: Nizâm-ı Âlem Dergisi ve Muhsin Yazıcıoğlu. Muhsin Yazıcıoğlu hakkında kamuoyunda genel bir fikir birliği olduğu söylenebilirse de 12 Eylül öncesinin Nizâm-ı Âlem Dergisi konusunda, bırakın genel bir kanaatten söz etmeyi, ülkücüler arasında bile bir fikir birliği yoktu.[1] Bazı ülkücüler bu dergi ile başlayan sürecin MHP-BBP ayrışmasını –ve böylece Türk milliyetçiliği hareketinin zayıflatılmasını- planlayanların işi olduğunu iddia ederken; bazı ultra İslâmcılar ise bu dergi ile, istihbarat güçlerinin sistem için tehdit haline gelen İslâmî bilinçlenmenin zemin kaybetmesini hedeflediklerini iddia etmişlerdir. Her iki iddia da münferit olarak ele alındığında bazı yönleri ile değerli bulunabilir. Ancak, işin içyüzünü bilenler biliyorlar ki, Nizâm-ı Âlem dergisinin yola çıkışı da, aniden ortadan kayboluşu da bu “derin izahat”lara ihtiyaç duyulmayacak derecede yalındır.

İşte bu nedenle, 12 Eylül öncesi ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden birisi olan Lütfi Şahsuvaroğlu’nun “Bizim Muhsin” başlıklı ve -çıkartılmasıyla kapatılmasıyla tam ortasında olduğu- Nizâm-ı Âlem macerasını konu alan uzun değerlendirmesini dikkatle okudum. Yazısında Muhsin Yazıcıoğlu’nu anlatan bir roman ve bir araştırma dizisi kaleme alma sözü veren Şahsuvaroğlu’nun dergi ile ilgili olarak yazdıklarının, “Ülkücü Harekette Nizâm-ı Âlem Etkisi” olarak adlandıracağım sürecin birinci elden öyküsünün yarının tarihçileri önemli bir kaynak olacağını söyleyebilirim. [2]

Ülkücü Hareket ve İslâmîleşme Sürecinde “Nizâm-ı Âlem Etkisi”

Ülkücü hareketteki “İslâmîlik” dozu hakkında yapılan yorumların pek çoğunun asılsız dedikodulardan yola çıkılarak üretildiğini ele veren Şahsuvaroğlu, herhalde bu yazısı ile ilgili olarak kendisine ulaşan yankılardan “Ülkücü Harekette Nizâm-ı Âlem Etkisi” konusunu açıklığa kavuşturmasının kendisine düşen bir görev olduğu yolundaki ısrarımın nedenini anlamış olmalıdır. Yazısında bu ısrarımdan söz ederek “Türk’ün İslâm ile tokuşturulması” gayretinin boşa çıkarılmasının önemini vurgulayan Şahsuvaroğlu’nun “rating patlaması yapan yazısı”ndaki şu değerlendirmelerini altını çizerek, paylaşmak isterim: “12 Eylül darbesi olmasa ülkücü hareketteki (oradaki unsurların bile anlayamayacağı/anlayamadığı) milletle buluşma ve iktidar olma süreci tamamlanacak; lüzumsuz ve bin yıllık terkibimize uygun olmayan (1960 İhtilali’nden sonra sahneye konan genel milliyetçi – muhafazakâr ana damarı kategorize eden) sun’i bölünmeler ve buradan kültürel taban yaratmalar önlenecekti. İthal İslâmcılıklar yerine bin yıllık terkibin izini sürenler, organik milliyetçiliği mihver ve çekirdek yaparak, üstüne geniş bir çatı kuracaklar ve Nizâm-ı Âlem’in yürüttüğü fonksiyon sayesinde ülkeyi tehlikeli mecralara sürükleyen sözde İslâmcı, fakat ‘globalizme teşne’ – ‘emperyalizme oyuncak’ politikalardan ülkeyi ve milleti kurtaracaklardı. Eğer 12 Eylül olmasaydı, ülkenin, ithal İslâmcıların elinden çıkacak olan, müslüman potansiyeli; ana damara, organik milliyetçiliğe, bin yıllık terkibe [Türk İslâm Ülküsü’ne, HB] tamamiyle mensubiyet duyacaktı.”

Bugünün Türkiye’sinde yaşadıklarımızın tarihî arkaplanına bu kadar net bir teşhis konulduğunu bugüne kadar, ne milliyetçi/Türkçü çevrelerde ne de İslâmcı akımlarda görmediğimi belirterek Şahsuvaroğlu’nun analiz isabetine takdirlerimi kayda geçiriyorum. Konunun ‘önemli odaklar’ca nasıl algılandığını gösteren, “devletçi milliyetçilik’ damarını özümsemiş Muzaffer Özdağ’ın Şahsuvaroğlu’na söylediği “12 Eylül’ün sebebi Nizâm-ı Âlem’di Lütfi…” sözleri aslında konuyu bilenler için bir sürpriz değil…. Muzaffer Özdağ’ın bu tesbitini, -şu veya bu nedenle- küçümsemeğe kalkacaklar, şu son on yıllık süreçte ülkemizde, İslâm ülkelerinde yaşanan ve genelde bütün Türk milliyetçileri kadar, sıradan vatandaşları bile rahatsız eden -ve muhtemelen önümüzdeki on yıl içerisinde gırtlağımıza kadar dayanacak- gelişmelere bir baksın…

Bugün, ülkemiz ile ilgili hesabı olanların ajandasında bile, ülke kaderini değiştirecek konularda “ülkücü hareket nasıl hareket eder?” sorusu bir değişken olarak ihmal edilir noktaya gelmiş ise, oturup uzun uzun düşünmeliyiz. Şahsuvaroğlu’nun söyleyişi ile “Türklük ile İslâm’ın bin yıllık terkibinin bugün nasıl anlaşılmaz bir gaflet sonucu hercümerç edildiğini idrak etmek” Türk Gençliği’nin –bugünkü- “birinci vazife”sidir.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Şahsuvaroğlu’nun 12 Eylül öncesi ülkücü hareketin aksiyoner niteliği ile günün gereğine göre evrilerek yeniden kendisini üretebilme yeteneğini tam içerisinden yaşamış bir gözlemci olarak yansıtan şu satırlarına bakalım:
“70’li yılların ortalarından itibaren yeni söylemler ve bakış açıları geliştirdik. Fakat bütün bunlar çekirdeğin, Türk milliyetçiliğinin ve ondan önemlisi ülkücülüğünün üzerine bina edilebilirdi. Ayrışma ve kopuşların birçoğu şahsi meselelere dayansa bile, sözde ideolojik -hatta inanca taalluk eden- meseleler addedildi ve Türk siyasası hiç de hak etmediği bir kalitesizliğe evrildi. Böylece milliyetçilikten İslâmcılığa [son zamanların moda tabiri ile cemaate;HB] devşirildiler suçlamaları haklı gibi gözükmeye başladı. Öyle ki daha sonra bu değerlendirmeler sanki ana gövde harekete sızan bir takım insanlar tarafından yoldan saptırılmış da aslında hareketin katı çelikleşmiş kalıpları varmış da… gibi söylemleri haklı göstermeye başladı. Ve fakat bu gelişme milliyetçiliğin hiç de hak etmediği bugünkü MHP’nin olduğu kadar, Türk Ocağı ve diğer bütün kuruluşlarla birlikte BBP’nin de içinde bulunduğu siyasi yelpazedeki yerimizi güdükleştirdi. Öyle değerlendirmeler oldu ki, bugünkü siyasi başarısızlıklara mesnet arandığında işin kolaycılığına kaçılarak işte Burhan (Kavuncu), işte Muhsin (Yazıcıoğlu), [işte bilmem kim…HB] … ; onların davayı terk etmesi ve veya yoldan çıkarma girişimleri yüzünden böyle oldu gibi suçlamalar, otuz yıl öncesinin hatta yüz yıl öncesinin bile çok çok gerisinde bir ideolojik ve entelektüel kısırlığa sebep oldu. Türkçülük tarihinde hiç görülmemiş, Türklükle alakası olmayan, Türklüğün yanına uğramamış mülahazalar bile yapılır oldu.”

Ülkücü gençliğin İslâm’a yönelişini -hiç değilse Muhsin Başkan’ın şahsında- ; “İslâm’ı anlama ve en doğru çizgide bulunma arayışında samimi çabalar” olarak gören Burhan Kavuncu’nun alıntılanan yazısında “Nizâm-ı Âlem’e yönelişimiz, sahih İslâm’ı anlama çabasıyla tasavvuf-gelenek karışımı bir din anlayışı arasındaki arayışlar biçiminde gelişti” sözleri de objektif bir tesbittir. Bugün bile ülkücü hareketin temsil ettiği İslâmi çizgi, anahatlarına bakılırsa sahih İslâm’ı anlama çabasıyla tasavvuf-gelenek karışımı bir payda oluşturur. Kavuncu’nun yazısındaki “Nizâm-ı Âlem çizgisi, sürekli ‘ülkücü kalarak kendini daha İslâm’a uygun hale getirme’ gayretlerinin ürünü oldu.” sözü ne kadar isabetli ise “Muhsin Başkan ve arkadaşlarının tercihlerinin mümkün olamayacağını bizzat Türkeş gösterdi.” değerlendirmesi, yakın tanığı olduğu 12 Eylül zorbalığının, kanırta kanırta yüklendiği ülkücü harekette yol açtığı travmayı dikkate almaması ile insafsızdır.

Şahsuvaroğlu’nun “Tam da Hayati Bice’nin endişelerinin giderilmesi amacını taşıyan Nizâm-ı Âlem’i çıkarmamızın arkasındaki saik, milletimizin mayasındaki derin şuur idi” sözleri ile; nerdeyse on yıldır elimden geldiğince söyleyerek/tartışarak/yazarak “Türk’ün İslâm ile vuruşturulmasını; İslâm’ın Türk’ün dinamik aksiyonerliğinden mahrum bırakılmasını hedefleyen her hareketin, her söylemin; zahirden bakıldığında ‘Türk’e aşık, İslâm’a meftun’ dillerden çıktığı görülse, işitilse bile, hem Türk’e hem de İslâm’a ihanet ile eşdeğer olduğunu vurgulama çabamın -hiç değilse Şahsuvaroğlu gibi bir dost tarafından- anlaşıldığını görmek, yetmez ama, sevindirici oldu benim için; çünkü bir yazar için yazdıklarının bir işe yaradığını görmenin anlamı tartışılamaz.

Şahsuvaroğlu’nun birinci elden tanıklığı ile, bayi satışı yüzbini bulan tirajlara ulaşarak o zamana kadar çıkartılan hiçbir ülkücü yayın organının görmediği bir taban ilgisi ile karşılanan Nizâm-ı Âlem çizgisi, maalesef daha sonra aynı isimle bir dergi de çıkartılmasına rağmen; “demir tavında dövülür” şeklindeki Türk atasözünü isbatlar şekilde bir daha yakalanamadı. ‘Aynı ırmakta iki kez yıkanılamayacağı’ şeklindeki Uzakdoğu felsefesini de anımsatan bu elden kaçırışı bugün, ancak –halden anlayabilen dost meclislerinde- hüzünle yâd edebiliyoruz.[3]

Hayatın Pratiği Teorik Kalıpları Parçalar

Şahsuvaroğlu’nun yazısındaki şu sözler, teori ile pratik arasındaki dengeyi ortaya koyar: “Teori (=ülkü) yolumuzu aydınlatır, bize rehber olur. Ülküyü kaybettiğimizde ülkücülüğün nesi kalır?” “Ben ülkücülük derken, korkusuz bir iman yeleğinden bahsediyorum. Onu giyene ölüm vız gelir.” Ülkücü harekete katılmış saf Anadolu çocukları”nın mücadelenin en ağır yıllarında sergilediği yiğitlik ve kahramanlığı bir türlü anlayamayanların, özellikle o “ateşle imtihan” günlerinde “mücahit, millî görüş gömleği” üzerlerinde olduğu halde girecek delik arayanların, gömleklerinin altını yoklayarak “bir iman yeleği”nden yoksun olup olmadıklarına bakmalarını tavsiye ederim. Bu ‘masum Anadolu çocuğu damarı’nı tevarüs eden bugünkü Türk gençliğinin de, yeri ve zamanı geldiğinde, aynı görünmez “iman yeleği” ile ateş ile imtihan meydanlarına atılacaklarından zerre kadar kuşkum yoktur.

Şahsuvaroğlu, Nizâm-ı Âlem çizgisinin çığır açıcı niteliğini şu sözleriyle ortaya koyar: “Ben sadece bugün için değil o zaman da Atsız ile Nurettin Topçu’nun tarih tezlerinin farklılıktan ziyade benzerlik gösterdiğini yazdım. Serdengeçti ve Arvasi bizimle aynı davayı paylaşıyorlardı, nasıl ki Erol Güngör, Dündar Taşer’le aynı davayı paylaşıyorsa… Türkeş’in İslâm’a bakışında ne problem vardı ki? Başbuğ Türkeş’in İslâm’a bakışı, (tüm ülkücü gençler gibi) benim de Muhsin Yazıcıoğlu’nun da damarlarını titretti. Hareketin kuru bir cihangirlik davası olmadığı, zaten çok çok eski çağlardan beri mayamızda var olagelen bir gerçeklik. O yüzden Selçuklu Osmanlı ile, o da Cumhuriyet ile buluşuyor. O yüzden milliyetimiz başka milletlerin sahip olamayacağı bir zenginlik ve imkân bahşediyor. Türkistan’dan Anadolu’ya çalınan maya kültürün de medeniyetinde üstünde bir görev ifa ediyor ve dokunduğunu yekpare homojen bir kimliğe –etnik kimliği ne olursa olsun- Türk kimliğine ulaştırıyor. Bunların hiçbirinde hiçbir yazarın etkisi olmadı, hiçbir siyasinin veya cemaatin-tarikatin rolü olmadı.”

Bu sözlerin altını birkaç defa çizmek gerek: “Hiçbir yazarın”, “hiçbir siyasînin” ve günümüz için özellikle önemli olarak “hiçbir cemaatin”… “Ülkücü hareketin tekevvün süreci”ni ‘Rahmanî bir oluş’ olarak gören bu satırların yazarı için bu sözler, hiç de sürpriz değildir. ‘İlahî kudret eli’ni ihmal ederek, yeryüzündeki her değişimi sadece bazı komplo teorileri ile açıklama kolaycılığının, İslâmî bilinç yönünden yaklaşıldığında ‘neredeyse şirke varan’ bir gaflet olduğu bile söylenebilir. Ülkücü hareketin oluşum ve gelişim sürecine ‘Rahmanî bir oluş’ olarak bakmak, ülkücü mücadelenin binlere varan şehîdleri için, her adları anıldığında neden gönül tellerimizin titrediğini de (… ) açıklar; ve başka hiçbir izahat, bu konuda kalbimizi tatmin edemez.

Komploculuk Her Zaman İyi Satar

Nizâm-ı Âlem çizgisi, sadece ülkücü hareketin tabanını etkilemekle kalmamış Nurcusundan, Süleymancısına; Tarikatlısından Mezhebsizine bütün İslâmî eğilimli tabanları da sarsmıştır. Bu sarsıntının altlarındaki zemini salladığını fark eden “Müslümancı siyaset esnafı” ve “İslâmist basın/yayın kolu” hemen savunmaya geçmiş ve “en iyi savunma saldırıdır” şiarı ile de bu ‘Nizâm-ı Âlem’ işinin “derin güçlerin imalatı olduğu” şayiaları çıkartmışlardır. MHP’ye “üç hilalli amblem” tasarlama sabıkası(!) bulunan Yılmaz Yalçıner’in ‘partilerüstü tutmağa çalıştığı’ Şura dergisi, Kadir Mısıroğlu’nun MSP destekçisi Sebil Mecmuası, henüz bir filiz halindeki Nizâm-ı Âlem’i suçlamaya, bu dergilerin çekim alanından çıkıp Nizâm-ı Âlem yörüngesine girme eğilimine kapılan okuyucu kitlelerini elden kaçırmama çabasına girmeleri, anlaşılabilir -ancak hoşgörülemez- bir telaşın ürünüdür.

Bu saldırının gerisindeki hesabı Şahsuvaroğlu: “Bizim 1977’den sonra icad ettiğimiz bir şey yok. Hele hele MİT’in oyunu olduğu görüşleri tamamen aynı okuyucu piyasasını kaptırmak istemeyen Sebil ile Şura dergilerinin iftirasıydı. Çünkü Nizâm-ı Âlem, önceki dergilerimiz –ki onları da biz çıkarıyorduk- Hasret ve Genç Arkadaş’ın toplamından daha fazlasını direkt bayiden satıyordu. Son sayının tirajı yüz bini bulmuştu.” sözleri ile açığa çıkartmıştır. Nizâm-ı Âlem çizgisi, gayrımillî odakların güdümünde gelişmek bir yana, tam tersine millî değerlerin tamamını ihata edici bir çerçeve oluşturarak beynelmilelci/elit (bugünün tabiri ile global güç odakları ve güdümündekiler ) unsurların elindeki malzemeyi, bahaneyi alıyor; sağcı, samimiyetsiz politika esnafının halkın inançlarının, ‘her şekilde’ suistimalini önleme potansiyeli arz ediyordu. Bu ‘her şekilde suistimal’in şerhine girilmesini, özellikle haberiniz.com.tr okurları için gereksiz görüyorum. Her şey o kadar açıktadır; o kadar gözler önündedir.

Şahsuvaroğlu’na göre Türk gençliğini Türkçü/İslâmcı diye kategorize etmenin, önyargı ve korkuların ve gençliği ayrı ayrı kompartmanlarda bölünük tutan siyasetler haksızdı ve yanlışlığı 12 Eylül deneyimi ile test edilmiştir: “Niçin gençlik şucu-bucu diye bölünmüş olsundu ki… Olayları daha iyi kontrol ve her kesim üzerinde manüplasyon fırsatı bulabilmek için mi? Bu kolay yöneticilik devri artık kapanmalıydı. Muzaffer Özdağ’a “eğer ordumuz bu yanlış tutumunu sürdürürse memleketin başına ilerde daha büyük gaileler açacak, 12 Eylül eğer Nizâm-ı Âlem gibi bir dergi yüzünden telaşa kapıldıysa, gerçekten akıbetlerinden korkulur” demiştim.”

Siyasî Harekette Nizâm-ı Âlem Etkisi

Nizâm-ı Âlem çizgisinin sarsıcı etkisi, sadece okur kaybetme yitirme tehdidi ile karşılaşan basın/yayın organlarında yankılanmakla kalmamış, daha ilk adımlarından itibaren MHP içerisinde de tartışılmış, hatta 12 Eylül diktasının açtırdığı MHP davasında savcıların iddianamesine kadar yansımıştır. [4] Konu, sürece dışarıdan bakan “MHP uzmanı” yazar/gazeteci taifesi tarafından ülkücü harekette siyasal İslâmcılarla girişilen bir dindarlık yarışı olarak sunulmak istenmiştir.[5] Şahsuvaroğlu’na göre olayın seyri şu şekildedir: “O sıralar gençlikten sorumlu olanların Türkeş’e mevzuyu doğru intikal ettiremeyişi, adları bende saklı olan iki politikacımızın da divanda, kendilerine bazı yerlerden gelen mesajları aktarmaları ve “bu dergi bizimmiş; ama, hiç bize benzemiyor” demeleri ile tartışma başlamış. Türkeş Bey de bunun üzerine önce Eğitimciler Grubu sorumlusu olan Namık Kemal Zeybek, sonra da gençlik koordinatörü Ramiz Ongun’u konuyu incelemekle görevlendirmiş. Dergideki arkadaşlarla tartışmışlar. Bu arada “Başbuğun talimatı “diye Namık Kemal Zeybek, ülkücü basın/yayın grubundan derginin kadrosundan dergileri çıkardığımız ekip denebilecek üniversiteli dört genç ülkücüyü, Türkeş’in huzura çıkarıyor.[6] Sonra, ÜGD başkanı durumundaki Hasan Çağlayan’ı çağırıp öfkesini boşaltıyor. Herkesin samimiyetinden kimin kuşkusu olabilirdi ki?”
Dönemin ‘legal ülkücü örgütü’nün başında bulunan Çağlayan, o günkü hissiyatını şöyle dile getirmektedir: “Odaya girdiğimde yaşadığım olaylar, yani, liderin Nizâm-ı Âlem’in neden çıkarıldığına ilişkin tepkisi ve kapatılmasını istemesi, iç dünyamda fırtınaların kopmasına sebebiyet verdi. Üzüldüm. Nizâm-ı Âlem Gazetesi’nin kapatılması hadisesinde de Türkeş Bey’in odasından çıktıktan sonra, olgunlukla davrandık.”

MHP Başkanlık Divanı toplanıp Ahmet Er ve S. Ahmed Arvasî’nin muhalefetine rağmen Nizâm Âlem dergisinin kapatılması kararı alınır. Ahmed Er’in: “Merak etme, ben Başbuğ’u iyi tanırım. Kin tutmaz, unutur. ‘Nizâm-ı Âleme’ diye küçük bir üst başlık yapıp ‘‘Nizâm-ı Âleme Çağrı” diye yeni bir dergi çıkarırız” tesellisinden sonra -Muhsin Yazıcıoğlu ve Yılmaz Şenyüz’ün telkini ile-, o akşam Türkeş’in evine giden Şahsuvaroğlu’nun anlatımı Nizâm-ı Âlem çizgisinin ne kadar hasbî olduğunun ve spontane (=kendiliğinden) geliştiğinin kanıtıdır: “O akşam yurdun her yanından gelen ve “artık biz de Nizâm-ı Âlemciyiz” diyen binlerce akıncı, milli mücadeleci, nurcu, Süleymancı ve farklı gruplardan samimi mektupları irice bir çantanın içine doldurup Başbuğun Oran’daki evine gittim. Açtım çantayı, okudum mektupları… ve projemi anlattım. Projemiz ile inanan/inanmayan ayrımı kalkıyor ve Türk İslâm Ülküsü zafere doğru yol alıyordu. Türkeş Beye evinde bunları anlattığımda çok takdir etti. “Bana böyle anlatmadılar oğlum” dedi. “İstersen devam et, şimdi anladım gayet güzel bir iş, müspet bir proje” dedi. “Fakat ne yapabiliriz, Divan böyle bir kapatma kararı aldı, ama sen istersen devam et. Kararı sana bırakıyorum” diye de ekledi; Türkeş partide kızmış ama akşam evine gittiğimde bana hiç kızmadı; beni uğurladı. Başbuğ Türkeş’i partisinin divanı karşısında zora sokmamak için, ayrıca ekonomik sebepleri de ileri sürmedik de; suçu Sıkıyönetime atarak derginin kapatıldığını duyurdum.”

Şahsuvaroğlu, Nizâm-ı Âlem’in macerasını anlattığı yazısında son dönemde bazı çevrelerin ısrarla gündeme taşımak istediği “ulusalcı sol/ülkücü” işbirliğinin ilk çerçevesini de o sıralarda çizmek istediklerini şöyle dile getirmektedir: “(…) Nizâm-ı Âlem çıkarken böyle bir olgunlukla çıktı. Liderine sadakatle bağlı, davaya sadakatle bağlı, ama yeni bir strateji ve insan kazanma ameliyesi üstüne yeni bir üslupla… Kâmil davranışlar içinde bulunup olgun tavırlar alanlar, gençliği inanan/inanmayan ayrımından kurtardıktan sonra solun ihanet içinde olmayan yerli ve millî kesimine kapısını aralayacaktı. Bu minvalde rahmetli Seyfettin Manisalıgil ile birlikte Attila İlhan’a gittik. [Sıkı bir Sultan Galiyefçi olarak bilinen,HB] Attila İlhan da bize yazacaktı.”

Bütün Zamanların Ülkücülerine…

Ülkücü gençliğin yıldız isimlerinden Lütfi Şahsuvaroğlu’nun Nizâm-ı Âlem çizgisi ile ilgili olarak yazdıkları, benim ‘Ülkücü Hareketin İslâmlaşma Dinamikleri’ konusunda yazdığım altı yazıyı tamamlaması ile bugünün ve yarının gençlerine ülkücü hareketin bir dönemi konusunu anlayabilmeleri için ‘sağlam bir zemin’ olmuştur. Bu sağlam zemin üzerinde ülkücü hareketin 12 Eylül sonrası süreçlerinin nasıl şekillendiğini, gençlik cephesindeki gelişmeleri yazmak görevi, artık o dönemlerin gençlerine, kendilerini “90’lı kuşak” olarak adlandıran, bugünün olgun delikanlılarına düşüyor…

Bizden bu kadar vesselâm…

_________________________________________

İletişim: http://www.hayatibice.net

[1] Lütfi Şahsuvaroğlu’nun, yakın arkadaşı Muhsin Başkan için yaptığı şu net tesbit, tarihî değerdedir: “Muhsin Başkan ülkücü kimliğini ve iddiasını hiçbir zaman kaybetmedi. Baştan beri, baştan aşağı ülkücüydü.”

[2] Lütfi Şahsuvaroğlu, “Bizim Muhsin…”, 2 Mart 2012.
http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi50368-Bizim_Muhsin….html

[3] Bir ülküdaşımızın “Nizâm-ı Âlem” dergisinin içerik analizini eksik bıraktığımız tesbiti doğru olmakla beraber, bu analizin bir tez kapsamında yapılması gereklidir. Umarım, genç bir ülkücü, -belki bir bitirme tezi olarak- tüm “Nizâm-ı Âlem” koleksiyonunu inceleyerek böyle bir analize imza atar.

[4] Lütfi Şahsuvaroğlu’nun yazısı ile haberdar olduğum Kadir Tosun’un şu tesbitinin ilk kısmı doğru olmakla birlikte son kısmı gerçeği yansıtmamaktadır: “Bir ara Serdengeçti, Necip Fazıl ve Arvasî etkisiyle İslâmi söylem ve sloganlar ön plana çıkmış olsa da Türk Milliyetçiliği ülküsü her zaman klasik laik çizgisini korumuştur. Hiçbir zaman rejimle, sistemle çatışmamıştır. MHP iddianamesini hazırlayan “Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Nurettin Soyer bile bu tür (İslâmî) söylem ve sloganlara inanmamış; arkadaşlarımız hakkında irticadan değil ırkçılıktan dava açmıştır.” MHP davası ırkçılıktan açılmışsa da, sıkıyönetim savcıları son mütalaalarında, Başta Alparslan Türkeş olmak üzere bütün sanıkların TCK’nın –mülga- 163. maddesi uyarınca “devletin yapısını dinî esaslara göre düzenleme”ye çalışmaktan cezalandırılmalarını talep etmişlerdir. Bu talep, mahkeme tarafından “delil yetersizliği” nedeniyle reddedilmiş ve sonuçta uzun bir yargılama süreci sonunda MHP Genel Merkez Yönetimi, üzerlerine atılan tüm suçlamalardan beraat etmişlerdir.

[5] Bu konudaki tipik değerlendirmeler için bkz: Tanıl Bora, Kemal Can, Devlet, Ocak, Dergâh -12 Eylülden 1990’lara Ülkücü Hareket- İletişim Yay. , İstanbul, 2000.
Merdan Yanardağ, MHP Değişti mi? Ülkücü Hareketin Analitik Tarihi, Gendaş Yayınları, İstanbul, 2002.

[6] Şahsuvaroğlu, o gün Türkeş’in fırçasından nasibi alanların Namık Kemal Zeybek, Mümtazer Türköne, Naci Bostancı ve Burhan Kavuncu olduğunu belirtmektedir. Bu gruptan Burhan Kavuncu; Türkeş’in “Bu davayı ben kurdum, adını ben koydum. Beğenmiyorsanız çekip gidersiniz, ama asla değiştirmeye kalkmayın.” sözleri ile kendilerini azarladığını Şahsuvaroğlu’nun alıntıladığı yazısında yazmıştır. Türkeş bu türden, benzeri sözleri BBP’nin kuruluşu öncesinde MÇP’de bulundukları sırada Muhsin Yazıcıoğlu’na da sarf ettiği şeklinde yaygın bir söylenti vardır. Bu söylentinin aslı olup olmadığını net olarak öğrenebilmek, -her ikisi de artık dünyada olmadıklarına göre- mahşere kaldı, denebilir.

Leave a comment