# Etiket
##GENEL

Türkçülüğün Esasları / Azerbaycan / 2010

 

HER ZAMANDA ZİYA GÖKALP

(İKİNCİ NEŞRE ÖN SÖZ)

İkinci dünya savaşından sonra, yüzyılin ikinci yarısında dünya çapında sosyal-medeni hayatın bütün sahalarında yenileşmeler birbirini sür’atle izledi. Bu devrde dünyanın bir-birine karşı olan iki görünüşü, prosesi özünü keskin şekilde gösterdi. Bunun biri böyle bir görünüşden ibaret idi: Daha yüksek seviyyeli teknoloji yenilikler, bunların sırasında olan informAsya teknologiyasının büyük inkişafı neticesinde medeniyyetler, halklar arasında ünsiyyet sıklaşdı, dünya getdikce küçüldü, maddi ve manevî medeniyyetin bir forma-biçim alması sür’atlendi. 20-ci yüzyılin ikinci yarısında artıg muhtelif seviyyelerde milletüstü birliklerden, görünmemiş globallaşmadan söz edilmeye başlandı. Geçmiş Sovyetler Birliğinde ise «milli mesele» hall edildi ve Sovyet halkı artıg yaranmış oldu. Gerçekde ise bunlar sözle uydurmalar, Sovyet yalanları idi. 20-ci yüzyılin ikinci yarısında dünya çapında ne milletüstü deyilen birlikler insanların tarihi birliği olan «millet»i arka plana geçire bildi, ne de Sovyetler Birliğinde «milli mesele» hall edildi. Bunun gaçılmaz bir neticesi olarak Sovyet halkı da yaranmadı. Bu devrde dünyanın başka bir parlak görünüşü de yarandı. Buna ikinci görünüş, proses de diye bilerik. Bu dünya görünüşünü yığcam biçimde böyle açıklayag: Sözü geden devrde dünya ölçüsünde ayrı-ayrı insanların, ayrı-ayrı halkların öz etnik-milli mensubiyyetine, milli kimliğine maragları getdikce daha sür’atle artdı. Dünyanın bir çok halkları, milletleri öz etnik-milli psikologiyasının, milliyyetine meksus psikoloji yaradılışın, milli tarihin benzersiz olduğunu daha açık şekilde daha büyük coşgunlugla vurğulayarag muhtelif biçimde bildirmeye ve müeyyen bir etnosa mensubiyyeti derketmenin gaynar havası içinde yaşamağa başladılar. Bütün bu deyilenler halkların, milletlerin ilmî ve bedii-senet yaradıcılığında, maddi ve manevî medeniyyet mehsullarında, siyasi sahada, devletlerarası münasibetlerde eks olunurdu. Böylelikle, dünyanın birinci görünüş ile ikinci görünüşü mezmun ve hedef bakımından bir-birine karşı idi. Buna göre de bu hadiseye, duruma muasır devrin etnik paradoksu adı verildi. Bu etnik paradoks ömrünü 21-ci yüzyılin evvellerinde de yaşamagda devam etdi. Artıg etnik yükseliş çağdaş devrde bütün insanlıg inkişafının yönlendirici ve müeyyenedici özelliklerinden biriydi. Burada geçmiş tarihi-ilerini de bir az hatırlayag. 19-cu yüzyılde ve 20-ci yüzyılin evvelinde Pangermanizm, Panslavyanizm, Pantürkizm ve Türkçülük, bir geder de Turancılık çok işlek ifadeler – terminler sırasında yer tutdu. Panslavyanizm, Pangermanizm doktrinaları şovinist- irgçilik mahiyyetlerini çok tezlikle bildirdiler. Türkçülük-Pantürkizm tarihin gedişinden, yaranmış tarihi durumdan ileri gelen sebebler üzünden özünügoruma nazariyyesi, özünügoruma vasıtasi kimi meydana çıkdı. Ancak özünü gösterdiyi, yarandığı ilk günlerden ona gısganclıgla bakanlar onda bir irgçilik, tecavüz görmeye çalışdılar. Bu tamamile gerezli bir yanaşma idi. Onu söylemek yerinde olar ki, her bir «özünügoruma»da bir hücumçulug da var. Yaranmış tehlikeni ortadan galdırmag üçün tehlikenin herekete keçmesinden önce ona karşı herekete keçmek gerekdir. Türkçülüğün «hücum»u da buradan kaynaklanır. Pantürkizm ifadesini daha çok karşı taraf – Türkçülüğe gısganclıgla yanaşanlar, onun varlığıyla barışa bilmeyenler işletmişler. Bununla onlar Türkçülüğe gara yakmag istemişler. Ele bu sebebden de «Türkçülük» ve «Pantürkizm» anlayışları arasında fark goymag isteyenler de olub. Ancak tarafsiz, semimi yanaşıldıgda farklendirmenin gereksiz olduğu ortaya çıkır. Her bir büyük irmağın golları da var. Bu gollar onun hem de kaynaklarıdır. Kaynaklar, gollar ana ırmakda birleşirler. Türkçülük de böyle bir ırmakdır. Bu irmağın kaynaklan Türk tarihinde, mekan bakımından Türkiyede, Avrupada, o zamankı Çar Rusiyasının terkibinde olan Krımda, Volgaboyunda, Azerbaycanda, Orla Asyada, Yakın ve Orta Şergin bir sıra bölgelerinde ve bir de çarizmin şekillendirdiyi şovinist mühitde yerleşirdi. Ana irmağın yurdu Türkiyede idi. Türkçülüğün meydana gelmesinde Rusiya mühiti çok önemli yer tutur. Artıg 19-cu yüzyılin ortalarından Panslavyanizm rus burjuAsyasmm, çarizmin şovinist – milliyyetçilik ve istilaçılıg ideologiyası olarak bitkin şekil almışdı. Panslavyanizm bütün varlığıyla Türk düşmanliğine esaslanırdı. O devrde ortaya atılan ve çarizmin menafeyini ifade eden resmi milliyyet nazariyyesi, Panslavyanizmin terkib hissesiydi. Bu nazariyyenin esasını maarif naziri, graf S.S.Uvarovun 1834-cü yılda ileri sürdüyü «Pravoslavlıg, mütlegiyyet ve milliyyet» düsturu teşkil edirdi. Panslavyanizmin bu nazariyyesi medeniyyet, özellikle maarif sahasında mürtece görüşleri bildirirdi. Mekteblerde tedris-telim işleri, öyretme ve öyrenme bu Panslavyanist nazariyyenin tesiri, basgısı altında idi. Türk dünyasının ölümsüz mütefekkiri İsmayıl boy Gaspıralı (1851-1914) Panslavyanist ruhlu mektebde tahsil alarken her an Panslavyanist irgçilerin 6 basgısına uğramış ve bu ırkçılığa silinmez nifret duyarak sönmez bir Türk sevgisiyle yetişmişdi. O, mektebden ayrıldıgdan bir müddet sonra «Dilde, fikirde, işde birlik» ülküsünü – idealını ortaya atarak Türk milletinin dirçelişi uğrunda uzun iller yorulmag bilmeden savaşdı. Çarizmin böyle mektebleri Aslında rus olmayanalar üçün marginal bir mühit yaradırdı.Bu mühitde rus-slavyan olmayanlar sür’atle marginallaşırdılar. Bunun faydalı yam ise etnikmilli mensubiyyeti derkteme idi. Azerbaycanın ve bütün Türk dünyasının diger görkemli mütefekkiri Ali bey Hüseynzade (1864-1942) de «İsmayıl bey Gaspıralı yolu»nu geçdi. O, Tiflis gimnaziyasında, sonra ise Peterburg Universitetinde tahsil aldı. Universiteti bitirdikde artıg o, Türklüye, Türkçülüğe derinden bağlı olan bir şahsîyyet idi. Ali bey Hüseynzade 1905-ci yılda Türk-İslâm halklarının dirçelişinin «Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalaşmak» düsturunun hayata geçirilmesi neticesinde mümkün olacağını ileri sürdü. Bu sahada ilk teşebbüs ise Türkiyenin mücadileçi aydınlarından – ziyalılarından olan Ali Suavi (1839-1878) tarafinden gösterilmişdi. Bu üç görüşün – İslamcılık, Garbçilik ve yenice özünü göstermekde olan Türkçülüğün bir-birini tamamladığını ilk defa Ali Suavi ortaya goymuşdu. Ancak Ali Suavi bunu bir geder sistemsiz olarak ileri sürmüşdü. O zaman Türkiyede Osmanlıcılık – İslamcılık görüşü hakim durumda olduğuna göre Ali Suavinin fikri geniş tarafdar gazanmadı ve unuduldu. Ali bey Hüseynzae ise görüşünü Türkçülyün oyandığı bir devrde teklif etmişdi. Bir geder sonra Türkiyede Ziya Gökalp «Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak» başlığı altında makaleler derc etdirdi ve 1918-ci yılda ise aynı adlı kitabı neşr olundu. O, uzlaşmaz görünen bu üç görüşün uzlaşa bildiğini daha derinden sistemleşdire bildi ve bu uzlaşmanı celbedici bir nazariyye kimi ortaya goydu. Ziya Gökalp’ın çalışmalarıyla bu üçlü görüş geniş yayılabildi. Bugün ister ayrı-ayrı insanların, isterse de bütünlükde halkların etnik-milli kimliğini derketmesi, özünü her hansı bir etnos ile eynileşdirmesi getdikce artan bir hadise olub çağdaş zamanın bir özelliyi kimi özünü göstermekdedir. İnsan etnik-milli kimliğini derk etdikde, özünü her hansı bir etnosla, insan birliğiyle eynileşdirdikde içinde bir rahatlıg, memnunlug yaranır, onun yalgızlıg gorkusu ortadan galkmış olur, alınmaz bir galanın onu goruduğunu düşünür. Bu etnik- milli şüurun oyanışı, «inkişafı» demekdir. Ancak bu etnik yükselişe çağdaş devrde hem de etnoslararası gerginlik de yoldaşlıg edir. İmperialist güvveler ise bu durumdan 7 öz iddialarını hayata geçirmek üçün faydalanmağa çalışırlar. Muasır, çağdaş dünyanın bu gedişlerinde, çaknaşmalarında yol azmamag üçün har kese Ziya Gökalp’ın bu eseri ve bütün irsi yolgöstericidir, kurtarıcıdır.

* * *

Kitabın Azerbaycan Türkçesinde birinci neşrini hazırlayarken okucularımızın o zamanki hazırlığını göz önünde tutduk. Azerbaycan okucusu üçün yıllarla tanış olan ve onun işletdiyi alınma sözlerin (başka dillerden) bir çokunu aynı anlamlı Türk menşeli sözleri aralarına defis işaresi ve ya birini möterizeye almagla verdik. Bugün ise Azerbaycan okucusunun söz ehtiyatı ortak sözler ile zenginleşdiyi üçün bu gaydaya ikinci neşrde ehtiyac görmedik. Bu ikiliyi çok az yerde sakladık. Kitabın birinci neşri naşir Hacı İsmayıl Allahverdiyevin emeği sayesinde mümkün oldu. İkinci neşri ise Z.H.Bayramlı yerine yetirdi. Buna göre onların her ikisine de teşekkürümü bildirirem.

 

Elman Mustafa

 

REDAKTORDAN

İnsanların, her halkın öz ana dili, öz yurdu, vatani var. Her kese öz ana dili, öz yurdu, vatani doğmadır, hayatdır. Her bir insan bu doğmalar ile insan ola bilir, hayatda yaşaya bilir. İndi orta ve ali mekteb yıllarini hatırlayıram. Orta mektebde bize alayarımçıg Azerbaycan tarihi – Vatan tarihi tedris olunurdu. Orta mekteb üçün yazılmış o kitabların müelliflerine Allah rahmet eylesin, deyirem. Ancak o kitablar rejimin diktesi ile, telem-telesik yazılmışdı. Bizim Vatanemizin tarihinden gerçek malumatımız olmurdu. Tarihimizde Safevilerin gerçek rolu, yeri de obyektiv ışıklanıdırılmırdı. Türkiye ise «işgalçı» idi. Bize öğredilirdi ki, Türkiye Vatanımiza işğalçı yürüşler edib, 1918-ci yılda de işgal maksadıle ordu yeridib. Bize deyirdiler ki, onlar müdahileçiler idi. Ancak evimizdeki, gohum-akrebadaki, elde, oymagdaki yaşlılarımızdan başka şeyler dinleyirdik. Onlar Türkiyeden, Türklerden başka şeylerden – doğmalıglarından «bizi 1918-ci ildeki soygırım»dan kurtarmalarından danışırdılar. Bu deyilenlere bakardık, mektebde, kitabda deyilenler ile tamamile aks olan manzara görerdik. Mektebde rus Sovyet tarihi «amelli-başlı» tedris olunurdu. Biz ele bil, yol ayrıcında galırdık. Ali mektebde uyğun bildiyim bir fakültede okuyarken biz talebelerin bir çoğunu içimizdeki aynı istek birleşdirirdi. Fakültemizde mene ders deyen müellimlerin hamısını da indi minnetdarlıkla hatırlayıram. Rejimin tehlikesine bakmayarak bize imkan düşdükce hakikati başa salırdılar. İster ferd, isterse de insan birliği halk, millet seviyyesinde olsun, her kes öz milli müstegilliğini, öz milli kimliğini bilmedikce karanlıkda yol azmış kimi olur. Onun geleceğe geden yolu dumanlıdır. Sovyet devrinde bu kimliği tanımak üçün büyük engeller vardı. Türk-İslam dünyasının büyük mütefekkiri Ziya Gökalp’ın tegdim olunan bu kitabı kimliğimizi bilmek üçün gapılar açır. Ancak Sovyet devrinde bunun neşri kati mümkün deyildi: Ziya Gökalp’ın adını açık-aşkar söylemek bile «KGB» tehlikesini göz altına almak demekdi. Sovyetin son günlerinde talebe yoldaşım Elman bu kitabı çokdan hazırladığını, indise az-çok fürset düşdüyüne bakmayarak çap etdire bilmediğini söyledi. Talebe yoldaşımın imkanlarının mahdud olduğunu bilirdim ve men müayyen adamlara müraciet etdim. Sağ olsun, neşri boynuna götüren oldu (Hacı İsmayıl Allahverdiyev). Sovyetin son günleri olmasına bakmayarak o, sahneden tam çekilmemişdi ve uzun yıllerin vahimesi, ağrıları da yok olmamışdı. Bunlara bakmayarak kitab ışık yüzü gördü. Men özüm indi müallimem. Mene ders demiş müallimlerin zamanla bağlı çetinlikilerini indi yahşı başa düşürem. Müallim öz talebesine gerçeği söyleyende rahat olur. Büyük ihtiyac göz önünde tutarak Ziya Gökalp’ın eserini Azerbaycan Türkçesinde yeniden neşr etmeyi lazım bildik. İndi globallaşmadan mühtelif seviyyelerde çok danışılır. Avrupa bu globallaşmada baş rolu öz üzerine götürüb. Avrupa devletleri bir çok sahada vahid mekan gururlar, bir birliğe girirler. Buna hiç bir itirazımız yokdur, olsun. Halklar birbirine yakınlaşsa yahşıdır. Ancak bu globallaşmada erimemek de lazımdır. Türk dilli halkların bir-birine yakınlaşması üçün bir çok tabiî esaslar var. Böyle bir yakınlaşma ümumbeşeri karakter daşıyır, dünyanın sülh yolu ile inkişafına uyğundur. Ziya Gökalp’ın bu kitabı böyle bir yakınlaşmada ve dünyanın dininden, milliyyetinden asılı olmayarak diger halkları ile samimi münasibetlerin yaradılmasında büyük ehemiyyet daşıyır.

  1. H. Bayramlı

 

ZİYA GÖKALP VE ONUN «TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI» ESERİ

(Birinci neşr üçün)

Antanta ile Türkiye arasında 30 oktyabr 1918-ci yılda imzalanan Mondros barışığı birinci dünya savaşında sultan hükumetinin yenildiğini tasdikledi. Bundan sonra ingilislerin fitvası ile İstanbulda gabagcıl görüşlü adamlar, vatanseverler habs edilmeye başlandı, harbi mahkemeler kuruldu… İstanbulun kara günleri birbirini evez etdi. Böyle günlerin birinde – 1919-cu yılin evvellerinde bir harbi mahkeme de kuruldu. Bu mahkeme müttehimi idam etmeyi karşısına maksad goymuşdu. Mahkeme reisi ingilislere kulluk gösteren Nazim Paşa idi. Mağrur müttehim ile Nazim Paşa arasında böyle bir sual-cavab oldu: “- Ermeni gırğınına siz fetva vermişsiniz, bes buna ne diye bilersiniz? Bu sual onu (müttehimi) vulkan kimi püskürtdü: – Milletimize iftira etmeyin. Türkiyede ermeni gırğını deyil, Türk-ermeni müharibesi vardır. Bizi arkadan vurdular, biz de vurduk …” Müttehimden böyle bir cevabı gözlemirdiler. Heyretden Nazim Paşanın ağzı açıla galdı. Gaşları alnına dırmanmış, gözleri ise lal daşına dönmüşdü…» (Hakkı Süha). Bu korkmaz «müttehim» Türkiyenin ışıklı düşüncesinin öncüsü – lideri, Türk milletinin azadlığı, yükselişi yolunda özünü her cür odun-alovun ağzına, ölüme atan, adı dilden düşmeyen Ziya Gökalp idi. Kısa zaman içinde yurdsever, açıkgözlü adamları öz çevresinde toplayan, coşğun fikir akımlarını bir yöne yönelden, sistemleşdiren ve alage gurduğu bütün adamları, ziyalıları, yüksek devlet vezifelerinde çalışanları daim ruhlandıran bu şahsîn keçdiği hayatı, milletine verdiklerini küçük hacmli bir yazıda az-çok dolğun şekilde göstermek mümkün deyildir.

Büyük sosyolog, şair, publisist, tarihçi, siyasetçi Ziya Gökalp Türkiyenin, Türk dünyasının betninden doğmuşdu… 1908-ci il Genc Türkler ingilabı Yakın ve Orta Şarkın en büyük hadisesi idi. İngilab Türkiyenin sür’atli inkişafı üçün yeni ufuklar açdı. Türkiyede sosyal hayat ömrünün yeni, aşıb-daşan bir merhalesine girdi. 19-cu yüzyılin ahırları ve 20-ci yüzyılin ilk on yılinde Türkiyenin sosyal hayatında muhtelif fikir akımları özüne yer tutmuşdu. Bu fikir akımlarının bir-birinden bir çok farklari olmasına bakmayarak onlar bir maksadde birleşirdiler: Osmanlı imparatorluğunun bütövlüyünü saklamak, Avrupanın imperialist devletlerinin tecavüzünden Türkiyeni korumak ve onu parçalamağa dair bu devletlerin yaşı bir neçe yüz yil olan niyyetlerinin gerçekleşmesine yol vermemek. Genc Türkler ingilabına iki fikir akımı: «Osmanlıçılıg» ve «İslamcılık» («İslam birlikçiliği», «İttihad-i İslâm») daha güclü şekilde galib çıkmışdı. Osmanlıçılar ile İslamçılar, yeni İslâm birlikçileri arasında başlıca ayırılık «millet anlayışı»nda ortaya çıkırdı. Osmanlıçılar Osmanlı devletinin bütün vatandaşlarını – müselmanları, hristianları, yehudileri ve s.-ni, İslam birlikçileri ise yalnız müselmanları bir millet kimi kabul edirdiler. Göründüyü kimi, Osmanlıçılara göre millet dilleri, dinleri, ümumiyyetle manevî medeniyyetleri, yeni milli şahsîyyetleri (kültürleri) ayrı olan insan topluluglarmın birleşmesinden, İslamçılara göre ise dil ve milli şahsîyyet, milli manevîyyat bakımından bir-birinden tamamile farklenen müselman topluluklarından ibaretdir. Osmanlı imparatorluğu çok büyük bölgede (Asya, Avrupa ve Afrika) macar, yunan, bulgar, sırb, hırvat, rumın, ermeni, Arab, alban, yehudi ve s. kimi bir çok hristian, müselman ve Türk olmayan halkları birleşdirirdi. Bunların hamısı bir yerde sayıca Türklerden heyli çok idi. Hristianların ve Türk olmayan müselman halkların dil, milli medeniyyet (küllür) özgürlüyü-azadlığı saklanılmışdı. Osmanlı devleti bu halkların görenek ve geleneklerinin (adet ve anenelerinin) tokunulmazlığını daim gözleyirdi. Devletin güclü vaktlarında Türk olmayan halklara büyük hörmet gösterilir, onlar tam güvenlik-tehlikesizlik içinde yaşayırdılar. Ancak Osmanlı devleti zaifledikce bu halklar baş galdırmağa, muhtelif felaketler töretmeye başladılar. Osmanlı imparatorluğunda ticaret, senaye, iri kend tasarrüfatı istehsalı hristianların ve yehudilerin elinde toplanmışdı. Bunun neticesinde onlar sür’atle varlanırdılar. Bundan başka, Türk – müselman olmayan halklardan asger de toplanmırdı. Bu ise onların sayıca çoğalmasına sebeb olurdu. Ülkeni korumak, müharibelerde vuruşmak, en ağır işlerde çalışmak ise Türkün üzerine düşürdü. 19-cu yüzyılin evvellerinden Osmanlı imparatorluğunun geriliyi, zaiflemesi daha açık şekilde göze çarpmağa başladı. Avrupanın Fransa, Rusiya, İngiltere kimi devletleri Osmanlı devletinin zaiflemesini sür’atlendirmek üçün ellerinden geleni edirdiler. Onlar imparatorluğun hristian halklarını devlete karşı gızışdırırdılar. Hetta Türk olmayan müselman halklarını da Türke karşı kaldırmağa çalışır ve istediklerine çalırdılar. İngiltere Arebleri Osmanlı devletine karşı galdırmakla aslında Areblerin var-yokunu talamak maksadıni güdürdü. Osmanlı imparatorluğunda Türkler sözde «hakim millet» idi. K. Marks ve F. Engels bunu etiraf ederek 1853-cü yılda yazırdılar ki, «Türkiyede Türkleri hakim sinif adlandırmak çetindir» (Eserlerinin rusca 2-ci neşrinin 9-cu cildi, seh.6). Ne devlet onların adını daşıyır, ne de yeritdiyi siyasetde milliyyetçilik ruhuna söykenirdi. Bu bakımdan sultan II. Mahmudun bu sözleri danışdığımız gerçekliyi gözel ifade edirdi: «Men tebaemdeki din farklarini ancak cami, kilise ve sinagoglara girdikleri zaman görmek isterem». Devlet aslında ülke içinde Türkün menafeyini hristianların, Türk olmayan müselmanların menafeyine gurban verirdi. Buna göre de Türk ehalisi gözden düşmüş durumda idi. Türklerin bu durumu ağır yaşamı tanınmış fransız yazıçısı Röne Pinona bu istehzalı sözleri dedirtmişdi: «Osmanlı imparatorluğunda her bir kes üçün yer vardır. Türkler üçün de». Avrupa devletlerinin böhtanından, pis niyyetlerinden korunmak, hristianları, Türk olmayan ehalini narazı salmamak, imparatorluğun bütövlüyünü saklamak maksadıle Osmanlı devleti milli olmayan siyaset yeridir, «Osmanlı» adı ile çıkış edirdi. 1839-cu il «Gülhane hett-i hümayunu» – Tanzimat fermanı hristian halkların hukukunu daha da genişlendirdi. Bandan sonra Osmanlıçılıg resmi siyasete çevrildi. Tenzimat devrinde (1839- 1876) hristian uyruglar – tebaeler devlete karşı faaliyyetlerini daha da güclendirdiler. 1789-cu il Fransa ingilabının doğurduğu milliyyetçilik herekatını ve düşüncesini ilk önce hristian Balkan halkları menimsemişdi. Avrupa devletleri onların milliyyetçilik ve Türklere düşmançilik hissini daha da körükleyirdiler. Avrupada meydana gelmiş bir çok sömürgeci (müstemlekeçi) ve ırkçı akımlar, teşkilatlar, hususile panslavyanizm, panlatinizm Osmanlı devletini içden sarsıtmağa, didib parçalamağa çalışırdı. F.Engels bu ırkçı akımlardan biri olan panslavyanizmden danışarken yazırdı: «… Sathi malumatı olan bir neçe slavyan tarihçisinin kabinetinde tarihe zidd olan bu cefeng herekat meydana geldi ve öz karşısına – ne az, ne de çok – medeni Garbi vahşi Şark’a, şeheri kende, ticareti, senayeni, manevî medeniyyeti tehkimli slavyanların primitiv ekinçiliğine tabe etdirmek maksadını goydu. Lakin bu cefeng nazariyyenin arkasında Rusiya imperiyasının şahsînde gorkunc bir hakikat dururdu; ele bir imperiya ki, bütün Avrupanı slavyan tayfasının ve hususile onun yegane bacarıglı hissesi olan rusların malikanesi hesab etmek iddiası onun her addımında özünü büruze verir; ele bir imperiya ki, Peterburg ve Moskva kimi iki paytahtı ola ola, her bir rus kendlisinin öz dini ve öz milleti üçün asıl merkez saydığı «çar şeheri» (Konstantinopol, rusca Çargrad – çar şeheri) hakikatde rus imparatorunun ikametgahı olmadıgca yene öz ağırlıg merkezini elde ede bilmir; ele bir imperiya ki, son 150 yılda bir defa de erazi itirmemiş, eksine, her defa müharibe etdikce öz erazisini daha da genişlendirmişdir. Buna göre de Merkezi Avrupa, rus siyasetinin maksadlerine en çok uygun gelen ve yeni peyda olan panslavyanizm nazariyyesini hemin siyasetin ne kimi fitne-fesad vasıtasi ile müdafie etdiyine yahşı beleddir» (K.Marks ve F.Engels. Seçilmiş eserleri, I cild, Bakı, 1978, seh.371). Bütün bu haksızlıklardan, hücumlardan korunmak üçün Osmanlı devleti «Osmanlıcılık» akımını müdafie etmeye başladı. Sultan II Abdülhamidin devrinde Osmanlıcılık İslamcılık ile çulğalaşmış şekilde yeridildi. 19-cu yüzyılin 2-ci yarısında Avrupa devletleri müselman ülkelerini hammal bazarına çevirmek üçün var güvveleri ile hücuma geçmişdiler. Onlar Osmanlı imparatorluğuna «hasta adam»1 kimi bakır ve bu «hasta adam»ı hammal bazarını ele geçirmek yolunda engel sayırdılar. Bak, bu zaman «İslam birlikçiliyi» (İttihad-i İslâm) ülküsü-mefkuresi meydana çıkdı. İleriçi-mütereggi İslam ziyalıları «İslam birlikçiliyi» akımına sömürgeçiliğe (müstemlekeçiliğe) karşı mübarize vasıtasi kimi bakırdılar. XIX. yüzyılin ikinci yarısında İslâm birliği harekatının öncüsü ve ideologu olan Şeyh Cemaleddin Efgani (1838-1897) hemin yüzyılin 70-ci yıllarinden bir sıra müselman ülkelerini dolaşarak bütün müselmanları birliğe çağırırdı. Osmanlı devleti gizlice «İslam birlikçiliyi» akımının tarafini saklayırdı. Aslında Osmanlı imparatorluğu üçün İslamcılık ülküsümefkuresi seciyyevi idi. Böyle ki, Osmanlı devletinde din ile millet aynı sayılır, daha doğrusu, «ümmet» ve «millet» anlayışları arasında hiç bir ayrılıg görülmürdü; «millet»i «ümmet» anlayışı evez edirdi. Sultan hem de halife idi. Demeli, hem siyasi, hem de dini hakimiyyet onun elinde toplanmışdı. Sultan I Abdülazizin devrinde (1861-1876) «İslam birlikçiliyi» siyaseti gızğın şekilde yeridilmeye başlandı. Ondan sonra gelen Abdülhamidin faaliyyetinin esasını panİslâmist siyaset teşkil edirdi. 1908-ci il ingilabı öngününde -arefesinde hristianlar ve diger uyruglar (tebaeler) Abdülhamid zülmüne karşı hürriyyet adına «birleşdiler». Ancak bu, görünüşden birleşme idi, süni mahiyyet daşıyırdı, ingilabdan sonra hristianlar ve Türk olmayan müselman uyruglarm milliyyetçilik faaliyyetleri üçün geniş meydan yarandı. Onlar Avrupa devletlerinin yardımına arkalanarak imparatorluğu yok etmek, Türklere karşı düşmançilik niyyetlerini gerçekleşdirmek üçün ameli işe keçdiler. Bu halklar «Osmanlı» adını boş söz sayırdılar. Bu ad yene yalnız Türkün özüne galdı. 1908-ci yıldan sonra yaranmış durum Türk olmayan halkların keyrine oldu. Onlar indi tam aşkar şekilde düşmançilik edir, milliyyetçi-ırkçı kett yeridir, Türkleri arkadan vururdular. Balkan müharibesi (oktyabr 1912 may 1913) neticesinde Osmanlı devletinin İstanbul ve Şarki Trakiyanın bir hissesinden başka, bütün Avrupa torpagları elinden çıkdı. Bu «Osmanlıcılık» ülküsüne sarsıdıcı zerbe oldu. Artık bütün çılpaglığı ile yüze çıkdı ki, «Osmanlı milleti» anlayışı puç bir şeydir. I909-cu yılda albanların üsyan etmesi, birinci dünya savaşı illerinde ereblerin Türkleri arkadan vurması, onların Türkiyeden ayrılmak yolunu tutan «Elmühdül Arab» cemiyyetinin fealiyyeti ve Türklerin başına gelen felaketler «İslamcılık» akımmı aksatdı. Artık Osmanlı devletini felaketden ne Osmanlıcılık, ne de İslamcılık kurtara bilerdi. Devrin fikir akımlarından ikisi: 1) Âdem-i merkeziyyet ve teşebbüs-i şahsî ve 2) Asrilik (muasırlik, modernizm ve ya çağdaşlıg) bir fikir akımı kimi zeif olmuş ve Aslında o biri üç fikir akımlarının (Osmanlıcılık, İslam birlikçiliyi ve Türkçülüğün) gölgesinde kalmışlar. Âdem-i merkeziyyetçilik fikir akımının gurucusu Avrupa sosyalistlerinden gidalanmış Prins Sabaheddin bey idi. Âdem-i merkeziyyetçilikde iki fikir – bir merkezin olmaması (desentralizasiya) ve şahsî girişim (teşebbüs) esas götürülürdü. Osmanlıcılık prinsipine söykenen âdem-i merkeziyyetçiler merkezden asılılığı azaltmağın, yerlere geniş muhtariyyetler verilmesinin ve şahsî teşebbüslerin, liberal iktisadiyyatın yanlışı – tarafdarı idiler. Aslında âdem-i merkeziyyetçilik yeni bir Osmanlıcılıkdan başka bir şey deyildi. Asrilik, yani çağdaşlık Türkiye hayatını Garb modeli esasında muasırleşdirmeyi ileri sürürdü. Bu, bir növ ifrat Garbçilik idi. Eğer Türkçülük ve İslamcılık Garbin yalnız elm ve teknikasını kabul etmek isteyirdise, Asrilik bunlar ile birlikde Garbin milli cehetlerinin ve yaşayış terzinin de kabul edilmesini isteyirdi. Bununla böyle, Asrilik fikri bir sistem biçimini ala bilmemişdir. 1908-ci yıldan sonra gençliğe, aydınlara (ziyalılara) en büyük lesir eden fikir akımı Türkçülük idi. Türkçülük yarandığı vaktdan romantik, ilmî ve ülküçü (idealist) kimi üç merhaleni yaşadı. Garb Türkologlarının, yehudi Türkologların, Rusiya ve Türkiyedeki açık gözlü Türklerin çalışmaları Türkçülüğün kaynaklarını teşkil edir. Türkiyede Türkçülük akımının başlanması Rusiyadaki Türklerin tesiri ile bağlıdır. Bu Türkçü ziyalıların sırasında ise İsmayıl bey Gaspıralı (Kırım), Ahmed bey Ağaoğlu (Azerbaycan) ve Ali bey Hüseynzade (Azerbaycan) on ön yerleri tuturlar. 1908-ci yılda Türkçülük akımının organı olan «Türk demeyi» dergisi neşre başladı. Bununla böyle, Türkçülük Avrupa torpaglarının Türkiyenin elinden çıkmasından sonra dikkati çekdi. «Genc Kalemler», «Yeni mecmua», «Türk yurdu» kimi dergiler Türkçülüğün yayılmasına, halka aşılanmasına çalışdılar. Osmanlıcılığa karşı çıkan Türkçülük dahilî ve haricî düşmanler karşısında yalgız kalmış Türklerin kurtuluş yolunu ışıklandırmak üçün meydana çıkmışdı. Tripoliya (Trablis) ve Balkan müharibelerinde (1911-1912 ve 1912-1913) Türkiyenin başına gelen felaketler de Türkçülük akımını ön plana geçirdi. 2-ci Meşrutiyyetden (1908) sonra Türkçülük dil, soy ve tarih sahalarında sür’atle inkişaf etdi: Türk dilinin, Türkiyenin sınırlarından kenarda yaşayan Türk halklarının ve Osmanlılardan önceki Türk tarihinin öyrenilmesinde büyük coşğunlug yarandı. Türkçülüğün başında duran, ona ilmlik veren büyük sosyolog, şair ve publisist Ziya Gökalp idi.

Ziya Gökalp bütün hayatını Türkçülüğün gerçekleşmesine, Türk milletine aşılanmasına bağlamış, bütün hoşbektliyini Türklerin yükselmesinde görmüşdü. O, Türkçülüğe «Türk milletini yükseltmek demekdir» – diye tarif verdi. Türkçülüğün meydana gelmesini hayal özü dikte etmişdi. Türk milleti özünü onu gözleyen tehlikeden kurtarmalı idi. Bunun üçün ona kurtarıcı bir akım, ülkü-mefkure gerek idi. Türklerin geçmiş şöhretini gaytarmak isteyen Türkçüler arasında ilk önce Turancılık fikri çok geniş yayıldı. Turancılık bütün Türk halklarını bir devletde toplamak maksadıni güdürdü. Ziya Gökalp’ın 1911-ci yılda «Genç Kalemler» jurnalında (Selanik) çıkan «Turan» şiiri Turancılık ülküsünü parlak şekilde ifade etdi:

Vatan ne Türkiyedir Türklere, ne Türkistan,

Vatan büyük ve müebbet bir ölkedir: Turan.

Türkiyede imparatorluk düşüncesi hele güclü idi. Osmanlıçıların «Osmanlı imparatorluğu» düşüncesine karşı Ziya Gökalp «Turan imparatorluğu» düşüncesini, İslam birlikçilerinin müselmanların devlet birliği fikrine karşı «İslâm ümmetçiliyi» fikrini ileri sürdü. Ziya Gökalp öz düşüncelerini şeir ve makaleleri ile yayır, onları bu yolla Türk halkına aşılamağa çalışır, ileriçi-müterakki düşüne bilen ziyalıları başına toplayırdı. 1912-ci yıldan Türkçülük (Turancılık) «İttihad ve Terakki» partiyasının siyasetinde özüne möhkem bir yer tutdu. Ancak Turancılık ülküsü o zaman daha çok hayâli bir seciyye daşıyırdı. Zaman geçdikce Ziya Gökalp öz düşüncesinde değişiklik edir. Türkçüler arasında artıg «Türkleşmek, İslamlaşmak, Garbleşmek» fikirleri güclenmeye başlamışdı. Ziya Gökalp 1915-1917-ci yıllarda bu üç düşünceni birleşdirib yazılarında bunu esaslandırdı. Bütün bu yazılarını 1918-ci yılda neşr etdirdiği «Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak» adlı kitabında topladı. Burada Ziya Gökalp Türkçülük ile İslamcılık ve Muasırlığı uzlaşdırmağa çalışmışdı. Ümumiyyetle, 1916-cı yıldan Ziya Gökalp Turancılık meselesine tokunmur. 1917-ci yılda neşr etdirdiyi «Kavim» («Gavm») adlı şerinde «Türkiye devletim, Türklük milletim» – deyir. Böylelikle 1915- 1917-ci yıllarda o, faaliyyetinin yeni bir merhalesine -Türkçülük merhalesine girir. Ziya Gökalp yazırdı: «Türkçülüğün gayesi çağdaş bir İslâm Türkçülüğüdür. Türkçülüğün millet ülküsü mefkuresi Türkçülükdürse, ümmet ülküsü-mefkuresi de İslamcılıkdır. Türklerin hamısı İslam olduğu üçün Türkçüler hiç bir zaman İslam ümmetçiliğine eks bir duyğu beslemeyecekler. Türkleşmek, İslamlaşmak ülküleri arasında bir çatışma-ziddiyyet olmadığı kimi, bunlar ile Muasırlaşmak ihtiyac arasında da bir uyuşmazlıg ola bilmez. Bugün bizim üçün Muasırlaşmak – Avrupalılar kimi zirehli gemiler, avtomobiller, teyyareler hazırlayıb istifade etmek demekdir. Muasırlaşmak şekilce ve yaşayış tarzi ile Avrupalılara benzemek demek deyildir. Muasırlik ihtiyac Avrupadan yalnız ilmî ve ameli biliklerin alınmasını bizden teleb edir. Avrupada dinden ve milletden doğan, Böylelikle, bizde de bu kaynaklarda aranması lazım gelen bir sıra manevî ehtiyaclarımız vardır ki, bunların Garbden alınması lazım deyildir. Böyle oldugda, yeni ülkünün mefkurenin üç maksadı vardır: Türklük, İslamlık, Muasırlik. Türkçülüğün maksadi Türk harsı (milli kültürü, milli şahsiyyeti) yaratmagdır. Bu ülkü İslamcılık ve ‘Garb’ medeniyyeti ile tamamlanır. Bu halde, her bir Türk’ün inancları (etigadları) bu terzde ifade olunmalıdır: Türk milletindenem! İslam ümmetindenem! Avrupa medeniyyelindenem!».

Büyük sosyolog bu eserinde «Muasırlaşmak» (çağdaşlaşmak), «İslamlaşmak» ve «Türkleşmek» (yeni milli kültürünü dirçeltmek, millileşmek) meselelerini derinden araşdırarak böyle kanaate gelir ki, «muasırleşmeye» ve «İslâmlaşmağ»a nisbeten «Türkleşmek» arka planda (geride) kalmışdır. Çünkü Türkler bir ülküden ötrü var olanı (mevcud olanı), yeni Osmanlı imparatorluğunu, Osmanlı halklar birliğini tehlike karşısında goymagdan çekinmişler. Buna göre Türk fikir adamları «Türklük yok, Osmanlılık var» deyirdiler. Çünkü Osmanlı devletini Türkler gurmuşdular. Gerçekden de, Osmanlı imparatorluğunda Muasırlaşmak (Avpopa muasırliyi bakımından) ve İslamlaşmak bir sistemli fikir akımları kimi «Türkleşmekwden daha erken meydana çıkmışdı. Ziya Gökalp böyle netice çıkarır ki, millet ülküsü-mefkuresi ilk önce Osmanlı imparatorluğunun müselman olmayan halklarında, sonra albanlarda ve ereblerde, en sonda ise Türklerde özünü göstermişdir. Göründüyü kimi, Ziya Gökalp bir millet üçün ölüm-dirimden ibaret olan oldukca önemli bir meselenin mahiyyetine varır. Çünkü bir milleti, halkı «millet ülküsü» görünmemiş derecede güclü edir. Ancak Türklerde «millet ülküsü»nün çok derin tarihi kökleri vardır. Bu ülkünün sonralar «gizlenmesi»ni, en sonda çağdaş bakımdan meydana çıkmasını incolomeyi bu yazıda karşıya maksad goymamışık. Türkçülük Atatürk devrimleri-ingilabları üçün zemin hazırladı. Türkiye Respublikası elan edildikden (29.10.1923) sonra hayata geçirilen bir çok değişiklikler Ziya Gökalp’ın eserlerinde ileri sürülen fikirlerden gidalanmışdır. Osmanlı imparatorluğunun yıkılması, Türkiye Respublikasının meydana gelmesi Ziya Gökalp’ın Türkçülük ülküsünde bazı değişiklikler etdi. Bunlar 1923-cü yılda yazıb tamamladığı «Türkçülüğün Esasları» adlı ünlü kitabında öz aksini tapdı. Bu kitabı ile onun milliyyetçi faaliyyetinin üçüncü merhalesi başlanır. Ziya Gökalp milliyyetçilik meselesini, Türk milletinin manevî kuruluşunu araşdırıb açıklayarken Türk tarihine, mitologiyasına, folkloruna, sosyologiyasına arkalanmış ve bu zaman fransız sosyologiya mektebinin gurucusu Emil Dürkheymin (1858-1917) sosyologiya metodundan yaradıcı şekilde istifade etmişdir. Ziya Gökalp E. Dürkheymin taklidçisi olmamışdır. O zaman Dürkheym sosyologiyası Avrupada geniş yayılmışdı. Hem de bu 18 sosyologiyanın Ziya Gökalp’ı özüne çeken en esas sebeblerinden biri fransız sosyologunun her bir sosyal hadisenin sebebini cemiyyetin özünde aktarması idi. Dürkheym sosyologiyası bugün de geniş yayılan ve getdikce artan önemi olan (mesele, Amerikada) bir sosyologiyadır.

 

Kitab şeklinde ilk defa 1923-cü yılda çıkan «Türkçülüğün Esasları» sonralar Türkiyede defalarla neşr edilmiş ve edilmekdedir. Hatta haricî dile çevrilerek Avrupada ışık yüzü görmüşdür. Bugün Türk gençliğinin, ziyalıların seve-seve okuduğu bir eserdir. «Türkçülüğün Esasları» bir çok üstünlüklerini bugün de korumakdadır. Bu kitab iki bölümden ibaretdir. Birinci bölüm nazari olub Türkçülüğün mahiyyetini, ikinci (ameli) bölüm ise Türkçülüğün programını açıklayır. Ziya Gökalp bu eserinde Türk milletini yükseltmeyin programını, yollarını ve prinsiplerini işleyib hazırlamış ve göstermişdir. Ziya Gökalpı daim düşündüren, bütün çalışmalarının mahiyyetini teşkil eden bir başlıca mesele vardır: milli şüur ve milli vicdan. Türk milletinin milli şüurunu, milli vicdanını güclendirmek üçün, bu başlıca meselelenin halli üçün varından yok olmuşdur.

Her şeyden önce, Türkçülüğü «Türk milletini yükseltmek demekdir» – diye tarif eden Ziya Gökalp Türkçülük ülküsünü mefkuresini büyüklüğü bakımından 3 dereceye ayırır: 1. Türkiyeçilik; 2. Oğuzçulug ve ya Türkmençilik; 3.Turancılık. Ziya Gökalp bugün yalnız Türkiyeciliğin gerçeklik sahasında olduğunu gösterir. Milli Türk devletinin Türkiye Respublikasının kurulması ve Türk adını alması bunu tasdik edir. Büyük sosyolog Türkçülükde yakın ve uzak ülkü kimi iki ülkünün olduğunu ileri sürür. Yakın ülkümüz Oğuzçulug Oğuz birliği veya Türkmençilikdir. Bugün kültür (milli duyguların bütünü) bakımından asanlıgla birleşe bilenler Oğuzlardır. Türkiye, Azerbaycan, İran ve Orta Asya Türkmenleri Oğuz soyundandır. Ancak bu yakın ülkü Oğuzların kültür bakımından birleşmesinden ibaretdir. Siyasi birleşmeden danışmag ise hele tezdir. Türkçülüğün uzak ülküsü Turancılıkdır. Turan yer yüzündeki bütün Türklerin birleşmesidir – Büyük Türkistandır. Turan adı ile birleşen bütün Türk halklarının (Oğuzlar, Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar, Yakutlar, Kazaklar ve s.) dil, edebiyyat, kültür bakımından birleşmesi Türkçülüğün uzak ülküsüdür. Bes bu gün hayâl olan bu uzak ülkünün gerçekleşmesi mümkündür mü? Bunu gelecek gösterer.

Ziya Gökalp bundan sonra millete tarif vererek onun dil, din, ahlâk, estetika bakımından ortak olan, yeni aynı terbiyeni görmüş ferdlerden (insanlardan) ibaret toplulug olduğunu deyir. Görkemli sosyolog bununla hem de ırkçılığa karşı çıkır. Ziya Gökalp milletin manevîyyatını araşdırarken kültür ve medeniyyet meselesine büyük ehemiyyet verir. Burada o, fransızca «kültür» sözüne Arabcadan aldığı «hars» sözünü, «sivilizasiya»ya ise «medeniyyet» sözünü karşılıg kimi işledir. Ziya Gökalp’ın sosyologiyasının, taliminin esasını hars (milli kültür) ve medeniyyet ikilisi ve sentezi teşkil edir, Büyük sosyologa göre, kültür (hars) milli, medeniyyet ise beynelmileldir. Türk milleti yükselmek ve kurtulmak üçün öz milli harsını – kültürünü (din, ahlâk, hukuk, bedii, iktisadi hayatlarının uyumlu-ahengdar bir toplamını) koruyarak tam şekilde Garb medeniyyetine girmelidir. Ziya Gökalp gösterir ki, Türkler öz milli kültürünü, milli ruhunu saklamakla tam şekilde Garb medeniyyetine ona göre gire bilerler ki, Garb medeniyyetinin feminizm (kadın hukuku), demokratiya ve s. kimi temel dayakları, prinsipleri Türklerde en eski çağlardan vardır. Ziya Gökalp yazır; «Başka milletler bugünkü medeniyyete girmek üçün geçmişlerinden uzaklaşmağa mecburdurlar; halbuki, Türklerin bugünkü medeniyyete girmeleri üçün yalnız eski geçmişlerine dönüb bakmaları yeter». Ziya Gökalp araşdırmalar neticesinde böyle bir fikre gelib çıkır ki, Türk milletinin yükselmesi, yeni öz harsını milli şahsîyyetini koruyub saklamakla Garb medeniyyetine tam gire bilmesi üçün ziyalılar halka ve Garbe doğru getmelidirler. İlk önce, yeni Garb medeniyyetine girmeden önce milli kültürü (harsı) arayıb tapmag lazımdır. Milli kültür (hars) ise halkdadır. Ziyalılar, halka doğru getmekle halkdan harsı – kültürü menimsemeli, milli kültür terbiyesi görmelidirler. Aynı zamanda halka medeniyyet aparmalıdırlar. Burada «medeniyyet» dedikde çağdaş dünyanın en ileriçi medeni nailiyyetleri göz önünde tutulur. Garbe doğru ona göre getmek gerekdir ki, Garbin en ileriçi elm ve teknikasını, metodikasını öyrenib bunların vasıtasile milleti yükseltmek lazımdır. Ancak bu öyrenme yamsılamak, taklid etmek şeklinde deyil, yaradıcı olmalıdır. «Halka doğru» ve «Garbe doğru» fikirleri uyğun şekilde milli kültür (hars) ve yetkinlik (tehzib) metodlarını ileri sürür. Ziya Gökalp fransızca «kültur» sözünün iki anlamı olduğunu 20 deyir: a) «milli kültür» (hars), b) «yetginlik» (tehzib). Kültür ile yetginlik arasında iki fark vardır. Kültürün «demokratik», «yetginliyin ise «aristokratik» olması birinci farkdir. «Kültür halkın geleneklerinden enenelerinden, alışganlıglarmdan verdişlerinden, adetlerinden, şifahi ve ya yazılı edebiyyatından, dilinden, musigisinden, dininden, ahlâkından, bedii ve iktisadi mehsullarından ibaretdir». Böylelikle, kültür halkda olduğu üçün demokratikdir. «Yetginlik ise yalnız yüksek tahsil görmüş, yüksek bir terbiye ile yetişmiş hegigi ziyalılara aiddir». Yetginliyini aristokratik olması da buradan ileri gelir. «Yetginlik hususi bir terbiye ile teşekkül etmiş duyma, düşünme (tefekkür) ve yaşayış biçimidir». Kültürün milli, yetginliyin milbtlerarası (beynelmilel) olması ikinci farki bildirir. Bir insan milli kültürün tesirile yalnız öz milli kültürüne deyer verir. Ancak hemin şahs yetginleşibse, yeni tehzib görübse, başka milletlerin kültürlerini de sever. Ziya Gökalp ikinci anlamı «tehzib» sözü ile bildirir. Erebce «tehzib»in sözlük anlamı «islah etme», «düzeltme», «seçme», «saflaşdırma» ve «torbiyo»den ibaretdir. Ancak Ziya Gökalp «tehzib»i «seçici» anlamında işletmişdir. Böyle ki, «tehzib» milli deyerler ile milbtlerarası (beynelmilel) deyerler arasında, millilik ile milletlerarasılık arasında seçici rol oynayır, sintez yaradır. «Seçicilik» etmek, sintez yaratmag üçün yüksek seviyyeye, yetginliye çatmag teleb olunur. Buna göre biz Ziya Gökalp’ın işletdiyi «tehzib»e karşılıg olarak «yetginlik» sözünü işletmeyi uyğun bildik. Ziya Gökalp milli kültür ve yetginlik ile bağlı olarak milli zevk ve haricî zevk meselesini de karşıya goyur. Milli zevk milli kültüre, haricî zevk ise yetginliye uyğundur, «…her bir milletin esil ve daimi zevkü «milli zevk»dür. Haricî zevk, ancak ikinci derecede galdığı zaman kabul edile biler». Eğer haricî zevk ön plana, milli zevk ise arka plana geçirilerse, onda yetginlik zererli olur, kosmopolitizm meydana çıkır. Ziya Gökalp yazır: «Bir yetginlik milli kültürün hukukuna riayet etdiyi müddetde normaldır, milli kültürün haglarım tapdalamağa başladığı andan ise keste ve şikest bir yetginlik mahiyyetini alır».

Ziya Gökalp burada böyle bir neticeye gelir: Türkçülük ile kosmopolillik uyğunlaşa bilmez, ancak Türkçülük ile milletlerarasılıg (beynelmilelçilik) arasında hiç bir ziddiyyet yokdur, her bir Türkçü aynı zamanda beynelmilelçidir. Ziya Gökalp: «başka milletlerin milli kültürlerini, onlara aid gözellikleri seveceyik» – deyir. Ancak bu «sevgi» hiç vakt aludeçilik mahiyyetini almayacagdır, çünkü «biz könlümüzü ezelden beri milli kültürümüze vermişik. Bizim üçün dünya gözeli milli kültürümüzün gözelliyinden ibaretdir». Tarih boyunca Türkler başka milletlere karşı gerezli ve saldırğan-tecavüzkar olmağı bilmemişler. Başka milletlere karşı o milletin pisliyini görmedikce, (hetta, çok halda gördükde de) mehriban ve canıyanan olmuşdur. Bu milli karakter tüklerin manevî servetlerinde de öz eksini tapmışdır. Türklerin manevîyyatını en eski çağlardan yaşadığı zaman geder araşdırıb inceleyen Ziya Gökalp Türkçülüğün, Türk karakterinin böyle bir doğru terifini verir:

«… Türkçülük bütün eşgi ile yalnız öz orijinal kültürüne vurğun olmagla beraber, şovinist ve fanatik deyildir. Avrupa medeniyyetini tam ve nizamlı suretde almağa girişdiyi kimi, hiç bir milletin kültürüne karşı lageyidliyi ve saymamazlığı da yokdur. Eksine, bütün milli kültürlere giymet veririk ve hörmet edirik. Hetta bir çok pisliklerini gördüyümüz (tecavüzlerine hedef olduğumuz) milletlerin böyle, siyasi teşkilatlarım sevmekle beraber, medeni ve kültürle bağlı eserlerine heyran galacağıg, müttefekkirlerine ve senetkarlarına karşı saygı ile davranacağıg».

Ziya Gökalp «Türkçülüğün esasları»ıım ikinci bölümünde «Türkçülüğün programı»nı 8 bölüme ayırarak bir-bir incelemişdir: 1. Dilde Türkçülük; 2. Estetikada Türkçülük; 3. Ahlâkda Türkçülük; 4, Hukukda Türkçülük; 5. Dinde Türkçülük; 6. İgtisadiyyatda Türkçülük; 7. Siyasetde Türkçülük; 8. Felsefede Türkçülük. Böylelikle, o, Türk kültürünü (harsını) teşkil eden milli deyerleri 8 bölümde toplamışdır.

Ziya Gökalp dilde Türkçülük bölümünde dilin sadeleşdirilmesi meselesini yığcam şekilde ve bütün aynntıları- teferrüatları ile incelemişdir. Estetikada Türkçülük bölümünde ise edebiyyatda, musigide, incesenetin diger sahalarında hem halk, hem de Garb senetinden istifade etmeyi esaslandırır. Üçüncü bölümde ahlâk anlayışı altı gola ayrılarag ayrı-ayrı araşdırılır: Vatan ahlâkı, Meslek ahlâkı, Aile ahlâkı, Cinsi ahlâk, Medeni ahlâk (şahsî ahlâk), Milletlerarası (beynelmilel) ahlâk. Ziya Gökalp hukukda Türkçülüğün gerçekleşdirilmesini millet hökmranlığı prinsipini menimsemekde, milletin ganunçulugda iştirakını temin etmekde, devleti idareetme selahiyyetini yalnız ona vermekde görür. Guran, din kitabları, kütbeler, vezler, dualar da Türkçe olmalıdır. Bunun yerine yetirilmesi dinde Türkçülükdür. İgtisadiyyatda Türkçülük bölümünde ölkede ağır senayeni gurmag ve inkişaf etdirmek, haricî regabete karşı bu senayenin gömrükler yolu ile gorunmasını temin etmek 22 meselesi incelenir. Siyasetde Türkçülük ölkenin idare edilmesinde halkçılıg prinsipinin gerçekleşdirilmesi – hayata geçirilmesi demekdir. Felsefede Türkçülük ise Türk halkının zengin milli felsefesini arayıb tapmağı karşıya goyur. Ziya Gökalp hem de dilin sadeleşdirilmesi uğrunda yorulmadan mübarize aparmışdır. Melumdur ki, Osmanlı dili Osmanlıca Arab, fars ve Türk sözlerinin süni garışığından ibaret idi, Osmanlıca Arab-fars gaydalarına söykenirdi. Halk bu dili anlamırdı. Ona göre de, hele tenzimat devrinden dilin sadeleşdirilmesi uğrunda mübarize başlamışdı. Ancak dilin sadeleşdirilmesi 1908-ci yıldan sonra güclü bir akım şeklini aldı. Dil meselesinde üç istigamet özünü göstermişdir. Bunlardan birincisi, Arab-fars terkibli osmanlı dilinin tarafdarlığı (mes., Seı votifünunçular, Fecriatiçiler) idi. İkincisi, dilden bütün yabançı sözleri çıkarmağı, ancak yeni sözleri Türk kökünden töretmeyi ve başka Türk lehcelerinden almağı ileri sürenler idi. Tam üzleşdirme (öz hegigi simasını verme) tarafdarı olan bu istigamete tesfiyeçilik deyiilirdi. Üçüncüsü ise orta mövge tutanlar idi ki, bunların da öncüleri Ömer Seyfeddin, Ali Canib Yöntem ve Ziya Gökalp idi. Ziya Gökalp’ın dil meselesinde düşüncelerini, gısaca böyle ifade etmek olar: Danışık dilini ya/л dili etmek, dilden yabançı sözleri, Arab ve fars gaydalarını çıkarmak, ancak halkın menimsediyi ve eşanlamlısı – sinonimi olmayan sözleri saklamak; Avrupada latin ve yunan dillerinin oynadığı rolu şarkda Arab ve fars dilleri oynaya biler… Teessüf ki, Ziya Gökalp arkaikleşmiş, ölü Türk sözlerini diriltmeye, başka Türk lehcelerinden sözler almağa karşı çıkırdı. Ziya Gökalp’ın felsefe dili canlı olub fikrini ardıcıl şekilde misallar esasında izah edir ve esaslandırır. O, «mefkure», «hars», «tehzib» ve s. kimi bir çok terminler getirmişdir. Bunları Avrupalı alimlerin işletdiyi terminleri çevirmek yolu ile dini kitablardan, İslam felsefesinden, fıkh ilminden almış, onlara yeni anlamalar vermişdir. Ancak o, Türk köklü sözlerden termin düzletmekden çekinmişdir. Bu, elbette, müeyyen geder o zamanki şeraitden ileri gelirdi. Bütün bunlara bakmayarak Ziya Gökalp’ın Türk dilinin sadeleşdirilmesinde çok büyük kidmeti olmuşdur. Ziya Gökalp’ın bedii yaradıcılığı da zengin olmuşdur. O, bir çok menzum ve mensur destanlar, efsaneler, lirik şiirler, Türk tarihine aid menzum eserler yazmışdır. Şiirleri sağlığında çap edilmiş üç kitabda toplanmışdı: «Gızıl Alma» (1915), «Yeni Hayat» (1918) 23 ve «Altun Işık» (1923). Sonuncu kitab menzum ve nesrle yazılmış dastanlardan, menzum efsanelerden ibaretdir. Ziya Gökalp ilk önce şiirlerini aruz vezninde yazmış, sonralar hece vezninden istifade etmişdir. 1913-cü yıldan ise yalnız hece vezninde yazmışdır. Şiirlerinde de öz ülküsüne- idealına sadık kalmış, Türk milli şüurunun oyanışını öymüşdür. Onun lirik şiirleri dikkatçekicidir. Ziya Gökalp Divan edebiyyatını, tanzimatçı ve «servetifünunçu» edebiyyatları özgün-orijinal ve milli edebiyyat saymırdı. O, yalnız halk edebiyyatına özgün ve milli edebiyyat kimi bakırdı.

***

Ziya Gökalp 23 mart 1876-cı yılda Diyarbekirde anadan olmuşdur. Esil adı Mehmet Ziyadır. Atası Mehmet Tofig efendi bir sıra vezifelerde çalışmış, bir müddet resmi gezet olan «Diyarbekir»in redaktoru olmuşdur. Ziya 1883-1894-cü yıllarda Diyarbekirdo ilk ve orta tahsil almışdır. Alasını erken itirdiyine göre emisinin kömeyine arkalanır. Bu yıllarda o, Arab, fars ve fransız dillerini öyrenir, şergin filosof ve sufilerinin (Gezali, Mühyiddin Erebi ve s.- nin) eserlerini okuyur. İslam felsefesine, tesevvüfe derinden beled olur. Ziya bununla yanaşı Garbin felsefesini, ilmini de derinden öyrenmeye başlamışdı. Ancak Şerg ve Garb felsefesini uzlaşdıra bilmemesi onda ruhi böhran yaradır. Genc Ziya Diyarbekirde orta tahsilini başa vurdugdan sonra ali tahsil almag üçün İstanbula getmek isteyir. Ancak emisi ve dayısı ona icaze vermek istemirler. Bir yandan bu hadise, diger yandan ise onda baş veren ruhi böhranlar Ziyanı özünü öldürmeye getirib çıkarır. 1894-cü yılda, 18 yaşında iken o, özünü tapança ile vurur, ancak gülle alın sümüyünde ilişib galır. Bir müddet müaliceden sonra Ziya sağalır. Onun özünü öldürmek istemesinin esil sebebei bugüne kimi tam aydınlığı ile üze çıkarılmamışdır, bugün do bu mesele mübahiselidir. Ziya 1895-ci ilin iyun ayında gizlice İstanbula gedib pulsuz pansionatı olan Ali baytar mektebine girir ve 1899-cu ile geder burada tahsil alır. İstanbulda tahsil alarken Abdülhamid rejimine karşı çıkan gizli teşkilatlar ile elageye girir. Nehayet 1899-cu ilin mart ayında hebs edilir ve 9 ay «Taşgışla» hebskanasında yatdıgdan sonra, 1900-cu yılda Diyarbekire sürgün olunur. 1908-ci il ingilabından derhal sonra «İttihad ve Terakki» partiyasının Diyarbekir şöbesini gürur, gızğın ilmî ve edebi fealiyyete başlayır. Ziya Gökalp güclü mütalie ve öz üzerinde çalışmag yolu ile 24 derin bilik gazanmışdı. O, neinki Şergin alim ve filosoflarının, hem de Garbin Dürkheym, Demolen, Bergson, Fule, Tard, Fikte ve s. kimi filosof ve sosyologlarının eserlerini derinden araşdırmış, Türk manevî kuruluşunu öyrenerken yeri geldikce onların fikir ve metodlarından yaradıcı şekilde faydalanmışdır. Ziya Gökalp 1910-cu yılda Selanikde «İttihad ve Terakki» partiyasının kurultayında partiyanın merkezi komitesinin üzvü seçildi. Burada o, «İttihad ve Terakki» partiyasının litseyini teşkil ederek ilk defa sosyologiya ilmini programa saldırır. 1911-ci yıldan «Genc gelemler» dergisinde (Selanik) şeirler, makaleler derc etdiren Ömer Seyfeddin ve Ali Canib ile birlikde «yeni dil» uğrunda çalışır. Bu vaktdan artıg Ziya Gökalp en alovlu Türkçü, sosyolog, fikir adamı kimi tanınır, bütün ileri görüşlü adamlar çevresine toplanır. Ziya Gökalp’ın «İttihad ve Terakki» patiyası öncülleri üzerinde güclü nüfuzu vardı; o, «partiyanın düşünen beyni» idi. Ziya Gökalp oktyabr 1914-cü yıldan 28 yanvar 1919-cu ile geder (İstanbulu ingilislerin tutmasına geder) istanbul universitetinde sosyologiya professoru oldu. Bu zaman büyük hevesle telebelerine Türk manevîyyatını öğredirdi. Ziya Gökalp bu yıllarda gızğın ilmi ve edebi çalışmaları ile Türkçülüğü ilmi sistem şekline saldı, Türk milletine gelecek ışıklı yolu gösterdi. 1919-cu ilin evvellerinde Darülfünunda ders zamanı hebs edildi ve Bekirağa bölüyünde (hebskana) 4 ay yatdıgdan sonra, may ayında Yusif Akçura, Ahmed Ağaoğlu ve s. kimi bir çok görkemli Türkçüler ile birlikde ingilisler onu Malta adasına sürgüne gönderdi. Ankara hökumetinin çalışması neticesinde 1921-ci ilin may aymda yoldaşları ile birge sürgünden gurtuldu. Ziya Gökalp sürgünden azad oldugdan sonra derhal Ankaraya geldi. Ancak dolanacag üçün bir iş tapa bilmediyine göre Diyarbekire gayıtdı ve bir müddet burada yaşadı. Diyarbekirde «Kiçik mecmue» adlı dergi (33 sayı, 5 iyun 1922, 5 mart 1923) neşr etdi. 1923-cü yılda Ziya Gökalp yeniden Ankaya çağrılarag Milli Maarif nazirliyinin «Telif ve tercüme komissiyası»na başçı leyin olundu. Atatürkün büyük hörmet beslediyi ve özünün manevî atası saydığı Ziya Gökalp Türkiye Cümhuriyyetinin ilk konstitusiyasının hazırlanmasında feal iştirak etdi. 2-ci devrde Türkiye Büyük Millet Meclisine millet vekili seçildi (11 avgust 1923). Yorulmag bilmeyen, bütün hayatını milletine hesr ederek milleti ve vatani üçün azman kidmetler gösteren bu adam çok az 25 yaşadı, bir geder keste yatdıgdan sonra 25 oktyabr 1924-cü yılda İstanbulda öldü ve Sultan Mahmud türbesi mezarlığında torpağa tapşırıldı.

Ziya Gökalp sözün asıl manasında nikbin, sabahına sevincle bakan adam idi. Bütün çetinliklere merdlikle dözür, etrafındaki adamları daim ruhlandırırdı. «Umud menim ruhumun zaruri ihtiyacıdır» deyirdi. Onu tanıyanlar onun dönmezliğine, nikbinliğine ve oldukca maddi sıkıntılar içinde yaşamasına bakmayarak, daim aşıb-daşmasına hayran kalırdılar. «Ziya Gökalp pulu tanımadan yaşadı, tanımadan öldü» (Yusif Ziya Ortac). Ziya Gökalp’ın adı Türkiyede ebedileşdirilmiş, eserleri sağlığında ve ölümünden sonra defalarla çap edilmiş, onun hakkında sayısız-hesabsız eserler yazılmışdır. Bugün de büyük sosyologun eserleri çap edilmekde ve adı daim saygı ile anılmakdadır.

ELMAN MUSTAFA