# Etiket
#Tarih

Tarih ve Gelecek Arasında “Türklük” / Mehmet Akif OKUR

Tarih ve Gelecek Arasında “Türklük”: Süreç ve Anayasa Tartışmaları Üzerine

Mehmet Akif OKUR
17 Şubat 2013
“…Bu da Türk’dür. Amma Arab, adına Arap dilince Eyyub-i Ensari dirler…”
(Saltuknâme’den, 1480)
 
“İnancını değiştirip, camide boyun eğip Türk olacak mısın, Diakos?”
“Siz ve inancınız defolun, yok olun gidin kafirler! Ben Yunan doğdum, Yunan öleceğim!”
İsyancı Yunan Rahip Vlachavas, 18. yüzyıl

Kimlik, etnisite, ulus, millet… Hararetli siyasi polemiklere havada uçuşan kavramların eşlik ettiği günlerdeyiz. Daha azını değil, tarihin ve tarihlerimizin içinde şekilleneceği çerçeveyi konuşuyoruz. Tek tek “ben”lerle beraber topluca “bizim” geleceğimiz söz konusu olduğu için de “biz”in nasıl tarif edileceği sorusu karşımızdaki meselenin kilit taşına dönüşüyor. Evet, “Türklük”ten bahsediyorum. Mevcut tartışmaları sağlıklı ve kuşatıcı zeminlerde sürdürmek istiyorsak, kilit taşımıza ihmal edilen yönlerden de yaklaşabilmeliyiz. Türklüğe, daha az aşina olduğumuz pencerelerden bakmaya çalıştığımızda neler mi görürüz?

Öncelikle karşımıza, uzun asırların biriktirdiği hatıra ve çağrışımlarla bezeli büyük bir anlam sarayı çıkıyor. Bu saray, yalnızca “etnik” tariflerle sınırlanamayacak geniş bir kimliğin evi. Onu anlayabilmek için modern ulusların/ulus devletlerin doğuşuna dair genel şemalarımızla Türklüğün özgün tarihi arasında denge kurabilmeliyiz. Türklük, modernliğin icad ettiği bir ulus kimlikten ibaret değil. Modern çağda yeniden kurgulanmış köklü bir tarihsel kimlik. Geçmişte bu kimliğin içine yalnızca “doğulmuyordu”. Türklük aynı zamanda “kazanılan”, yani iradi kararla benimsenebilen, “olunan” bir kimlikti. Dil dahil, etnik aidiyeti tarif ederken başvurduğumuz kültürel özellikler paylaşılmaksızın siyasi örgütlenmenin ideolojisi ve hedefleriyle bütünleşerek bu kimliğe katılmak mümkündü.

Örneğin, ünlü tarihçi Gumilev bize Göktürkler çağında siyasi birliğin dil ortaklığını öncelediğini anlatıyor. Türk dilinin doğuşu ile Türk adını taşıyan toplulukların tarih sahnesine çıkışının farklı hadiseler olduğunu gösteriyor. Gumilev’i okurken Türk ismi etrafında birleşen kabileler topluluğunda herkesin Türkçe konuşmadığını öğreniyoruz. Eski Türk tarihi alanında otorite kabul edilen bir başka bilim adamı, Barthold, Türk adını Göktürklere katılmayan ancak Türkçe konuşan tüm toplulukları da kapsayacak biçimde kullananların bölgeyi dışarıdan inceleyenler olduğunu söylüyor. Araplar, Orta Asya’da iletişime geçtikleri birçok kavmin VII-VIII. yüzyıllarda savaştıkları Türklerle aynı dili konuştuklarını görmüş ve hepsine Türk demişler.

Bu veriler, Orta Asya’daki hızlı “Türkleşme” sürecini açıklayan, tarihçi Osman Karatay’ınki gibi bilimsel teorileri de destekliyor. Eski Türklerin kendilerini daha çok siyasi üst kimlikle tarif ettiklerini söyleyen Karatay, iktidarı elinde tutan boyun isminin nasıl kolayca benimsendiğini anlatırken ilginç noktaların altını çiziyor. Göktürk devleti kurulunca, başlangıçta küçük bir boy olan Türklerin kimliği de genişleyerek devletin sınırları içindeki herkesi kapsar hale gelmiş. Hatta pek çok Ortaçağ kaynağı bu sebeple Rusları ve Slavları da Türklerden sayıyor. Dolayısıyla, söz konusu dönemde gözlenen hızlı ve yoğun “Türkleşme”, öncelikle etnik veya dilsel nitelik taşımıyor. Karşımıza, doğrudan siyasi aidiyetle ilişkili bir kimliklenme süreci çıkıyor.

Aktardığımız arka plan notları, Osmanlı çağlarının Müslümanlıkla özdeş kabul edilen geniş Türklüğünü daha iyi anlayabilmemizi sağlıyor. Bu noktada, Müslüman olmakla siyasî yapıyı var eden zihniyeti içselleştirmek arasındaki ilişkinin altını öncelikle çizmeliyiz. Osmanlı klasik çağının Türklüğü, Türk doğanlarla Türk olanları aynı teknede yoğuran bir “Tarihli Müslümanlıktı.” İdeal ortaklığının yeni akrabalıklar için zemin hazırladığı bir deneyimdi. Nitekim yazının başındaki ilk epigraf, Türklüğün bu dönemde nasıl bir geniş çatı olarak tasavvur edildiğini gösteriyor.

Söz konusu genişlemiş kimlik algısının tezahürleri dışarıdan da fark ediliyordu. Dilerseniz şimdi de bu dönemin Türklüğüne mücadele ettiği “öteki”sinin, Batı’nın gözleriyle bakmayı deneyelim.
Early English Books Online adlı bilgi bankası, 1473 ile 1700 yılları arasında İngilizce basılı tüm eserleri kapsıyor. Burada Türk kelimesi ve türevleri, 807 kayıtta 2721 defa karşımıza çıkıyor. Aynı veritabanında Ottoman kelimesi ve türevlerine ise 66 kayıtta 187 defa rastlanıyor. Bu sonuçlar söz konusu dönem için Türklüğün, Osmanlılıktan daha meşhur olduğuna dair bir karine teşkil ediyor. Türklüğe hangi anlamların yüklendiğini ise şu kitap başlıkları güzel özetliyor. ”The Mahumetane or Turkish Historie”, Fransızca ve İtalyanca metinlerden yapılan tercümelerle 1600’de Londra’da basılmış bir Türk tarihi. Kitabın içindekiler kısmında, Türklerin kökenleri ve yazarın ifadesiyle ”Muhammed’in batıl mezhebinden doğan dört imparatorluklarının tarihi” beraber yer alıyor. Başlıktaki ”or/veya” bağlacı, Türklük ve Muhammedîlik olarak isimlendirilen Müslümanlık arasında nasıl bir özdeşlik ilişkisi kurulduğunu gösteriyor. Basım tarihi 1519 olan farklı bir metin, ”Kuran adlı Türk kanunu”ndan bahsediyor. ”The Life and Death of Mahumed/Muhammed’in Hayatı ve Ölümü” Türklüğün tarihî çağrışımlarını göstermesi bakımından başka bir ilginç örnek. 1679’da Londra’da yayımlanan kitabın alt başlığında Hz. Peygamber’e (S.A.V.) yakıştırılan ünvan şöyle: ”The Author of the Turkish Religion/Türk Dininin Müellifi”. II. Viyana kuşatmasını takiben yazılan Alman halk şarkılarında ise Hz. Muhammed’e Türk’ün Tanrısı deniliyor.

Tarihçi Kumrular, diğer Avrupa dillerindeki yazılı eserlerde de benzer bir tabloyla karşılaştığımızı gösteriyor. Çalışmalarından XVI. yüzyılda Avrupalıların,  “turbante” (sarık) ve “cimitarra” (Arap kılıcı) taşıyan her insana “Türk” dediklerini öğreniyoruz. “Türk olmak” ifadesi, Batı dillerinin tamamında karşımıza çıkıyor. Bu dönemde İspanyollar, Türkçe konuşmayan Tlemsen ve Cezayir Müslümanlarını Türk kabul ederken, Venedikliler de Ulahlar, Arnavutlar ve Türkleri birbirlerinden ayırt edemiyorlarmış. 19. yüzyıla girilirken patlak veren isyanlarda “Türk olmanın” nasıl reddedildiğini anlatan ikinci epigraf, Türklüğün hangi parametreler etrafında algılandığını da gösteriyor. Nitekim Müslümanlıkla özdeşliği sebebiyle Türklüğü resmi söylemde geri plana alan nötr bir Osmanlılık kimliği arayışında bu reddedişin payı bulunmaktaydı.

Ardından geniş kitleler üzerine gerilen kimlik çadırı, Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve Batılı fikirlerin artan etkinliğiyle birlikte Türk/Müslüman nüfusun üzerinden de toplanmaya başladı. Yani, imparatorluk mekânındaki hâkimiyet el değiştirirken, “biz” duygusunun bileşenlerindeki dönüşüm ve daralma sebebiyle kolektif kimliğin kuşatıcılığı aşındı. Cumhuriyet döneminde modern Batılı bir ulus inşası uğruna yapılan ve ısrarla sürdürülen yanlışlar da, Türklüğe ait zengin çağrışımların tahrip sürecine hizmet etti. Türk kimliği, ötekisi olarak Müslümanlıkla özdeşleşmiş Osmanlı geçmişini kabul eden bir format etrafında yeniden tasarlanmaya çalışılırken daha da daraltıldı.

Sözkonusu süreci, imparatorlukların tasfiyesiyle birlikte şahit olduğumuz kimlik daralmalarından farklılaştıran bazı özellikler var. Bunlardan biri, genişlemenin de daralmanın da aynı kavram, “Türklük” üzerinden gerçekleşmesidir. Örneğin İngiltere’de benzer tartışmalar “British/English” kavram çifti etrafında devam ediyor. Bizim deneyimimizde ise, kimliğin dar/geniş/dini ve seküler yönlerini vurgulayanlar, aynı kavramı, “Türklüğü” yeniden anlamlandırmak için uğraştılar. Bu durumun güncel tartışmalarımız bakımından nasıl özel bir öneme sahip olduğunu aşağıda göreceğiz.

***

Önümüzdeki temel soru şu. Yeni bir tarihi kavşaktayız ve hangi yöne doğru gideceğiz? Türklüğü etnikleştirerek daraltan süreçleri veri kabul edip küçük evimize mi çekileceğiz? Yoksa tarihte en az iki kez yaşanmış genişleme evrelerine dikkat kesilip geleceğin Türklüğüne bir medeniyet kimliği nazarıyla mı bakacağız? İlk seçeneği tercih edenler, niyetleri her ne olursa olsun bugünkünden çok farklı bir Türkiye ortaya koyamayacaklar. Mevcut tartışmada, siyaset yelpazesinin farklı kesimlerinden büyük bir çoğunluk kavgalarını bu ilk çerçevenin sınırları içinde yürütüyor. İkinci yol da kolay değil, yanı başımızda ütopik bir cennetin olduğunu söylemiyor. Ancak yakın vadede en azından, farklılıklara tahammül eşiğimizi yükselterek etnik çatışmaları tetikleyen psikolojik bagajdan kurtulmamıza hizmet edebilir. Uzun vadede ise bize hep birlikte yürüyebileceğimiz bir hedef, bir ideal gösterebilir.

İkinci tercih, Türklük evine kimliğin “tüm” tarihi çağrışımlarını koruyan, canlandıran, dışarıdakiler için de genişleten bir gözle yaklaşılmasını gerekli kılıyor. Demokrasi, bu tadilata uygun bir zemin sunuyor. Laik ulusalcılar 1923’le başlayan bir tarihte kendilerini buluyor. Yüzü Batı’ya daha çok dönük kesimler, Cumhuriyet Türklüğü’yle hayat tarzlarını özdeşleştiriyorlar. Milliyetçilerin bir bölümü, eski Türk tarihinden sembolleri vurgulamayı seviyor. Farklı dindarlıkları, siyasi muhafazakarlığı ve milliyetçilerin büyük bölümünü kapsayan renkli bir yelpaze Osmanlı asırlarının Türklük terkibinde heyecan duyacak çok şey buluyor. Türklükle özdeşlik kurarken değişik şeyler düşünüyorlar, ancak kavramın lafzı üzerinde mutabıklar. Çok farkında değiliz ama bu mutabakat demokrasimizi güçlü kılan dayanaklar arasında. Devamı, kimsenin etnikleştirilmiş tek bir hegemonik tarifi kabule zorlanmamasıyla mümkün. Demokrasi, kavramı tümden reddeden kesimlere de toplumun geneliyle zamana yayılmış entegre edici ilişkiler kurabilecek bir zemin sunuyor. Yani demokrasiyle köprüleri kurulmuş Türklük tasavvuru, Türkiye’nin gerçekten kilit taşı.

Mevcut tartışmamızın en önemli gündemlerinden biri anayasa meselesi. Adsız anayasa, bu kilit taşını sökerek sorun çözmüş olmayacak. Türksüzleştirme girişimi, “büyük kimlik” arayışlarını imkansız kılacağı gibi, memnun etmeyi umduğu kesimleri tatmin için de yeterli olmayacak. Üstelik bu doğrultudaki adımların yaratacağı tepkiler, ayrışma dinamiklerine ivme kazandırabilir. PKK, siyasî uzantıları ve destekçilerinin, ortaya çıkacak “adsız” metne toplumsal uzlaşma belgesi gibi değil, hedefe giden yolda terörün akıttığı kan sayesinde erişilmiş ara bir durak nazarıyla bakacaklarını tahmin edebiliriz. Ankara’da üç nokta ile boş bırakılan yerler, birlikte yaşama azimleri güçlenmiş Kürt vatandaşlarımız tarafından doldurulmayacak. Geleceklerinde Ankara’nın daha az söz sahibi olacağını iyice fark eden endişeli suskun kitle, kalemlerini Kandil’de açanların yazdıklarını yeni kaderleri olarak görecek.

Madalyonun diğer yüzü de karanlık. Etnik sorunların çözümü umuduyla Türk lafzının anayasadan çıkarılması, artık hukuken bütünü temsil iddiasını yitiren Türklüğün etnikleşmesi sürecini hızlandırabilir. Etnikleşme, şimdiye kadar Türklük şemsiyesi altında ciddi düzeyde kimlik problemi hissetmemiş önemli bir kitlenin uzak geçmişteki köken arayışını daha da teşvik edecektir. Bu aşamadan sonra, ayrışan grupların karşı karşıya konumlanması kimse için sürpriz olmamalı. Sırrı Sakık’ın Kafkasya ve Rumeli muhacirleri hakkındaki sözleri, vatandaşlığı coğrafyaya izafeten tanımlayarak sorunlarımızı çözemeyeceğimiz gibi ne türden yeni kavgalara adım atacağımızı da gösteriyor. Türklükten Türkiyeliliğe geçildiğinde, etnikçiliği bu kez “nativizm” postunda mı karşımızda bulacağız? Anadolu’da kimin daha eski olduğu sorusu üzerinden ayrıştırıcı ve yıpratıcı yeni bir tartışmayı istiyor muyuz?

Ayrıca şu soruyu da göz ardı etmemeliyiz. Adsız anayasa, hayat tarzlarını esas alan uzun süreli ve şiddetli siyasî gerilimlerin uzaklaştırdığı mahalleler arasındaki köprüleri tahkim mi, tahrip mi eder? Hukukun desteklediği “biz” kabulü olmaksızın, muhafazakar ya da laik vb. kutuplar etkilediği herkesi kapsayacak meşru siyasi/kültürel projeler üretebilirler mi? Mahalleniz dışındakileri daha dindar/laik/milliyetçi/liberal/sol vb. bir dünya görüşü lehine ikna etmek istediğinizi varsayın. İlk ihtiyaç duyacağınız şey, diyalogu mümkün/anlamlı kılan “biz” parantezi olacaktır. Diyarbakır-Trabzon’a bakarken, İzmir-Konya’yı da görmeliyiz. Öyleyse ne yapacağız?

Etnik farklılıkların doğal kültürel tezahürlerini zenginlik kabul edeceğiz. Temel hak ve özgürlükleri genişleteceğiz. Bunları yaparken “Türklüğe” dokunmayacağız. Fakat yarınlarda küçülmesi değil, büyümesi muhtemel bir Türkiye’yi düşünerek “olunabilir” niteliğinin altını çizeceğiz. Yani, anayasada Türklüğü korurken, kavramın etnik değil hukuki bir içerik taşıdığını daha güçlü biçimde ihsas edeceğiz. Bunu söze dökmek ise hiç zor değil. Türk vatandaşlığını düzenleyen maddenin altına vatandaşlığın yitirilme şartlarını konu edinen şöyle tek bir cümle yazdığımızı farz edin. “Türklükten hangi hallerde çıkılacağı ilgili kanunla düzenlenir.” Vatandaşlık statüsündeki değişimle yitirilen bir sıfat etnik aidiyeti işaret ediyor olamaz. Böyle bir madde anayasadaki Türklüğün açıklayıcısı olacaktır. Bu sayede, kolektif kimlik üzerinde uzlaşarak istikrarlı bir demokratik hayatı mümkün kılan kesimlerin mutabakatı korunurken, Türklüğün anayasada yer almasına etnik içerik taşıdığı için yöneltilen itiraz da cevaplanabilir.

Çok değişkene bağlı meselelerin tek başına hukuk metinleriyle halledilmesi elbette imkansız. Sorunlarımıza kalıcı ve gerçek çözümleri geleceğe yürürken bulacağız. Bu yolculukta farklı şeyler deneyebiliriz, fedakarlıklar yapabiliriz. Ama tek bir şeyi, kilit taşımızı yitirmemeliyiz. Aksi takdirde tüm yapıyı kaybederiz. Bu hususta dikkatli olmak hepimizin sorumluluğu. En çok hassasiyet göstermesi gerekenler ise Türkiye’yi düşünürken hatırına yalnızca bir ülke değil, insanlığın geleceği için görülen büyük bir medeniyet rüyası gelenler…

Leave a comment