Şövalyeler ve Alperenler… / Metin BOZDEMİR
Şövalyeler ve Alperenler… / Metin BOZDEMİR
Bazı kavramlar vardır ki ilkokuldaki kara tahtalardan, çocukluğumuzda
seyrettiğimiz siyah beyaz filmlerden, okuduğumuz romanlardan öte bir
çağrışım yapmaz zihnimizde.
Birdenbire gündemin ortasına düşen bir kelimeyle kitapların tozlu sayfalarında
kaldığını zannettiğimiz bilgiler tazeleniverir.
Bilgiyle tanışıklığın, kaynaştığı veya sildiği oranda hafızamızın tazelenme tezahürü,
“ilgi” nispetindedir.
Çoğunlukla bilgi ve ilgimizi istidatımızla şekillendirmek, hayatımızı vakfettiğimiz, emek verdiğimiz ve emeğimizin karşılığını kısmen aldığımız, geçindiğimiz bir meslek, zanaat
veya sanat dalı haline gelir.
Kaliteli bir “geçim“den ayrı “seçim” sanatı diyebileceğimiz siyaset, ilgi ve bilgi alanımızdaysa yönetir, aksi takdirde yönetiliriz. Ülkenin en küçük eyaleti olan aile kurumunun sağlığı dahi eş seçiminin isabetiyle alakalıdır. “Siyaseti sevmiyorum“
veya “bize göre değil” diyenlerle sıkça karşılaştığımıza göre “genel olarak yönetim zaafiyetleri yaşamamızın bir sebebi olabilir mi” şeklindeki soru işaretini
yedeğinde tutmaları gerekir “seçim” mağdurlarının…
Seçim ve geçim hususunu uzmanlarına bırakarak, okul yıllarında tarihe olan ilgisinden iyi bir tarihçi ve siyasetçi olur gözüyle baktığım değerli dostum, gönüldaşım Şükrü Alnıaçık kardeşimin başlattığı Şövalye tartışmalarına “yangına körükle varmak” değil kâl lisanından ziyade hâl lisanıyla değerlendirerek ve taraflara bilgilerimizi tazeledikleri için teşekkür ederek yakın tarihten hatıralarla katkıda bulunmaktır niyetim.
* * *
Yetmişli yıllar…
Puslu bir Ankara seherinde bir can düşer toprağa..
35 kuruş düşer cebinden yanı başına.
İki gündür midesinin boş olduğu yazılır otopsi raporuna…
Bir simit almaya dahi yetmez Yusuf İmamoğlu’na cebindeki kuruşlar..(*)
Yüreği, bileği, fikri güçlü onbinlerce gencin deliktir cepkeninin cepleri…
Parayla, pulla iyi değildir araları, Anadolu’nun gönlü zengin fakir delikanlıları…
“Düşürme: Sahip ol al bayrağına;
Türk-İslam mührünü gel, vur çağına;
Fitneyi, yalanı götür lağıma
Dök dökebilirsen, iş başa düştü.” (**)
diye haykıran şaire cevap, toprağa dökülen aks-i sedalardır.
“Şakağımdaki kansa, o benim gülüşümdür,
Namert sürünmektense, erkekçe ölüşümdür.” (***)
Ne toprak doyuyordu kana, ne hasreti bitiyordu kanın toprağa…
“Mübarek fermandır bu kan yazısı“
Vatan uğruna, dava yoluna, Allah aşkına sebildir kanları.
Dertleri geçim değildir. Seçimler yaklaşmıştır.
“Ben sizi, Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak Yolu’na, Hakikat Yoluna, Allah Yoluna Çağırıyorum” diye haykıran Başbuğlarına bu sefer kanlarını başka türlü akıtarak cevap vereceklerdir.
Kızılay Kan Merkezleri önünde uzun kuyruklar vardır.
Kan vermek için yarışan gençlerin içerisinde bir aksakallı dikkatini çeker reislerin;
-Amcacığım, senin ne işin var burada?
-Kan vermeye geldim.
-Ama?…
-Ne aması ben kan veremez miyim?
-Ama amca…
-Ne oldu? Ülküdaşınız, kardeşiniz Süleyman ÖZMEN benim oğlum, kanını bu dava için döküp şehit olmadı mı? Onun fedakarlığı yanında ben bir ünite kan vermişim çok mu gördünüz?..“
Göz pınarları sel olur, boğazlar düğümlenir.
Toprağı vatan, bayrakları bayrak yapan kan artık hastalara şifa, canlara can,
teşkilata nefes olur.
Savaş binitsiz yapılmaz. Ve “en iyi binite sahip olmak” buyruk gereğidir. Uzaktaki köyler bizim köyümüzdür artık. Chevrolet Caprice Anadolu’nun tozlu yollarını, yalçın dağlarını, ırak köylerini yakın eder.
Üç hilalli sancak yükselmektedir.
* * *
12 Eylül 1980
Emperyalist güçler arasında bütün şiddetiyle devam eden soğuk savaşın galibi bellidir.
Afganistan bataklığı ve kızıl zulmler, asya emperyalizminin sonunu getirmiştir.
Savaş stratejilerinin düşman rengi kızıl renk, yeşile dönüşür galipler için.
Soğuk savaş döneminin SSCB’ye karşı örgütlendirilmiş yeraltı örgütlerinden bağımsız
ve bağlantısız olarak tamamen “milli refleks”lerle ortaya çıkan teşkilatlar tehlikelidir artık.
Kontrol altına alınmalıdır. En kolay yolu ittifakçılarının idareye el koymasıdır.
Galipler açısından dezavantaj gibi görülen marksistlerle işbirliği yaparak iktidara gelen
Humeyni rejimi, yeni stratejiler için avantaj sağlamıştır. İslam dünyasının aykırı çocuğu
İran’ın ve destekçilerinin radikal fikirleri ve uygulamaları daha sonra malzeme olarak
kullanılmak üzere perde arkasından desteklenir.
Dünya egemenliği için “Ortadoğu”nun bir kilit, Türkiye’nin ise anahtar olduğu bir sır değildir artık.
Osmanlı’nın ufacık tefecik yaramaz çocuğu Yunanistan, bizzat 12 eylül cuntası tarafından
Türkiye’ye karşı ileri karakol olarak güçlendirilir.
Marksizm gibi dünyada küçümsenmeyecek ölçüde taraftar bulan bir ideolojinin kanalize
edilmesi, kendileri için değil yaşadıkları ülkelerin başına bela yapılması gerekmektedir.
“Solcu müslümanlarla, sağcı hristiyanlar çatıştı” tarzı garabet Lübnan haberleriyle zemini hazırlamışlardı zaten tıpkı “darbe zemini oluşturmak için iki sene bekledikleri gibi…“
İnançlı marksistleri radikalleştirip, inançsızlarını PKK militanı olarak dağlara salmak
zor olmadı onlar için, “cunta” her türlü gözü kapalı emirlerindeydi.
Türkiye Türk’lere bırakılmayacak kadar önemliydi.
Son zamanlarda yakın tarihimizle ilgili operasyonlarda gündeme hiç gelmeyen, ancak
tarihimizin en büyük ihanetlerinden birisi olan “çekiç güç” ile PKK hareketi güçlendiriliyor,
meclise girmeleri sağlanıyordu.
1991 yılı seçimlerinin neticesi olarak sadece, Demirel’in başkanlığında kurulan DYP-SHP
koolisyonunun öncesi ve sonrasında marksistlerin işbirliğiyle PKK , DEP olarak resmileşmesi ve daha da güçlenmesi değil, üçlü ittifakla Meclise giren Ülkücü Hareketin içtihat farklılığına sebep olmuş beraberinde ayrılıkları da getirmişti.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu, “aralarında DEP’lileri de barındıran bu koalisyona Başbuğ neden destek için o kadar ısrar ediyordu?” sorusuna cevaben;
“Güvenoyu verilmesiyle partinin daha avantajlı hale geleceğini düşünmüş olabilirdi. Kadroların değerlendirilmesi, işsiz arkadaşlarımızın iş bulması açısından… İdeolojik olarak bu hükümet DEP’lilere mahkûm hale gelmesin gibi bir gerekçe de vardı. Güvenoyunu biz vermesek bile hükümet yeterli sayıya sahip. Türkiye’nin çıkarlarına uygun olan her hareketi destekleyelim bizim fikriyatımıza uygun olan… Ama ben toptan irademizi böyle bir iktidara vermeyi doğru bulmuyorum. Bu bir görüş… O zaman Seyfi Oktay Adalet Bakanı’ydı. Bu bakanlığın böyle bir zihniyetin eline verilmesinin mahsurlarını anlattım. En az 30 yıl bunların ektiği tohumları tarladan temizleyemeyiz dedim. Dolayısıyla bu zihniyetin mesuliyetini almamamız gerektiğini düşündüm.” diyerek istifa ediyor, ancak hemen ardından;
“Ülkücünün ülkücüyle kavga etmesine hiçbir zaman rıza göstermedim.
Bu bir dayanıksızlık veya acziyet değildir. Ülkücünün ülkücüye şiddet unsuru kullanarak iç mücadeleye razı olmadım. Olmam da… Çünkü onun telafisi mümkün değil. Müsade de etmedim. Aslında ayrılış ve kopuş böyle bir hassasiyetin de sonucudur. Tarihi olayları o tarihin şartları içerisinde değerlendirirsek doğru yaparız. Bugüne getirirsek yanlış yaparız. Ülkücüler, farklı partilerde, farklı siyasal yöntemler izleseler, hatta farklı organizasyonlara sahip olsalar da, önce birbirlerinin hukukuna saygı
göstermelidirler. Arkadaşlık, mazi birliği ve ülküdaşlık bunu gerektiriyor. Bugün de beklentimiz odur. Ülkücüler birbirlerine sahip çıkmalı, sezgilerini ve çabalarını geliştirmeli… Bu görüşümüz devam ediyor, Ülkücünün ülkücüye küslüğünü, şiddet unsuru kullanmasını, birbirinden kopmasını asla bağışlamıyoruz ve buna izin vermiyoruz” açıklamasını yapıyordu.
* * *
Yıl 1992
Yine yetmişli yılların heyecanıyla kanımız kaynıyor.
Baba ocağına saygımız baki kalmakla beraber, bakış açılarımızın bize sağladığı
büyük fotoğraf karesinin bize görünen tarafıyla ve vefa duygularıyla yine çileye talipliyiz.
Yetmişli yıllarda kanını satarak en ücra köşelere davasını taşıyan gençler yanlız değildir artık. Eşleri ve çocuklarına helalinden rızkın peşinde, sadece seçim değil, geçim derdindedir de artık o gençler. Kan parası değil süt paraları toplanır Türkiye’nin dört bir tarafında,
son damlasına kadar helal ettiğimiz…
İzmir’den götürülecek emaneti teslim edecek heyetin içindeyim.
Türkiye’nin her ilinden, ilçesinden, köyünden gelen heyetler sırasıyla Muhsin Başkan’la görüşüyorlar.
İzmir heyeti olarak çağırıldığımızda kapının önünde bekleyen iki heyecanlı genç dikkatimizi çekiyor. Kapı açılır açılmaz Muhsin Başkan’a sarılıyorlar.
“Abi bizi tanıdın mı?”
Bozuntuya vermiyor, her zamanki o sıcak tebessümüyle “hoşgeldiniz“le karşılıyor.
Belli ki gençler “adap” bilmiyor. Hemen konuşmaya başlıyorlar;
“Abi biz burada yakında oturuyoruz. Sizin burada olduğunuzu duyunca çalıştığımızdan dolayı hafta sonunu zor ettik ve koştuk, bir emriniz var mı? diye sormaya geldik. Askerlikte yaşadıklarımızı hiç unutamadık. Sen nasıl bir insansın abi ya, unutmak mümkün değil..!“
Mesele anlaşılmıştı. Yüzündeki o sıcak tebessüm daha da yayılarak gülmeye başladı başkan. Bizlerden özür dileyerek durumu izah etmeye çalıştı.
Daha önce duyduğumuz ancak ayrıntısını bilmediğimiz, bir yazar tarafından da farklı anlatılan ve yazımızın başlığıyla da ilgili olayları bizzat yaşayanlardan dinlemenin keyfiyle araya girmedik ve can kulağımızla dinlemeye başladık.
1987 yılında yedibuçuk yıllık hapis ve hücre çilesinden sonra beraat ederek tahliye olan
Muhsin Başkan mezun olduğu yıllarda uygulanan ancak cezaevinde olduğu için yararlanamadığı dört aylık kısa dönem askerlik hakkından yararlanmak üzere
1988 yılında Denizli Piyade alayına teslim olur.
Hafta sonu rutin olarak Alay İçtiması yapılır. Nöbetçi Subay ağzı küfürlü genç bir üsteğmen… Alay sakinleri alışıktır. Her zaman yaptığı gibi bir şeyleri bahane ederek ve itiraz gelmeyeceğinin eminliğiyle, içtima’da bulunan herkese bağırmaya, küfretmeye başlar.
“Önce şaşırdım !” diyor Muhsin başkan.. Ve bir adım öne çıkarak bağırdım;
“Kim olursan ol, askere küfredemezsin, suç işliyorsun !“
Kısa bir şaşkınlıktan sonra cevap gecikmedi;
“Kimsin lan sen, gel lan buraya !“
Koşarak gittim, tekmil vermeye çalışırken ilk yumruğunu kolumla kestim.
Ayırmaya gelen subaylara dedi ki, “Bu bir emirdir, kimse karışmasın“
İlk saldırısını karşılamamla beraber iyice hiddetlenerek silahına sarıldı ve dedim ki;
“Yediririm sana o silahı !“
Delirmişti artık, silahını yere attı, ve hiddetle üzerindekileri çıkarmaya başladı.
Ben de üzerimi çıkarmaya yeltendim, beni tanıyan bir asteğmen kulağıma eğilerek uyardı;
“Sakın çıkarma başkan !“
Mütevaziliğine karşılık gençler girdi hemen araya;
“Abi, o ne hareketti öyle ya, adama bir şey yapmadın ama saldırdıkça yerden yere vurdun. Karete şampiyonu musun nesin ya?“
Başa çıkamayınca “Ben seni adam etmesini bilirim” diyerek tehdit eden üsteğmene
“beni senin efendilerin adam edemedi, köpekleri mi adam edecek ” diyerek, az önce üsteğmenin askere küfürler savurduğu yerden, herkese hitaben;
“Arkadaşlar, analarınız sizin ellerinizi kınalayarak, vatana kurban olsun diyerek, Peygamber Ocağı diyerek buraya gönderdi. Böyle ciğeri beş para etmez adamlar sizin ananıza, bacınıza küfür etsin maksadıyla gelmediniz” diyerek içtima alanını terkettim.
Aslında konuyu uzatmak istemeyen Muhsin Başkan gençlerin ve bizim ısrarlarımızla devam etmek zorunda kalıyordu.
Ertesi gün, Alay komutanının odasına çağırdılar. Üsteğmen oradaydı, üst rütbeli subaylarla doluydu odası, genel kurmaydan müfettişler gelmişti. Albay önce sert çıkarak;
“Sen ne yaptığını sanıyorsun Muhsin Yazıcıoğlu, burasını ne zannediyorsun, başına neler geleceğini biliyor musun? !“
“Komutanım, ben buraya zindandan çıktım geldim ve gerekirse yine zindana dönerim. Ama gelmeden önce askeri yasaları okudum geldim. Neyin suç olup olmadığını çok iyi biliyorum. Asıl bu üsteğmen başına ne geleceğini biliyor mu? Askere küfretmek en büyük suçtur. Herkese küfretti. Yere atmak suç olması bir tarafa silah namustur, çıkarıp yere attı, sırtından üniformayı çıkaranın askerlikle ilgisi kalmaz ve üzerinde asker kıyafeti olan birisine saldırması büyük suçtur”
diye savunmaya başlayınca alttan alarak;
“Muhsin bey, biz seni tanıyoruz, gençliğine ver, unutun gitsin ve bir daha böyle olaylara sebebiyet vermeyin” diyerek olayı kapattılar.
Ve bir gün yalnız bir anımda üsteğmen yanıma geldi;
“Abi ben sizi araştırdım ve kim olduğunuzu öğrendim. Özür dilerim. Ben çok kitap okuyorum. Tarihe karşı ilgiliyim. Bilhassa Şövalyelik hayranıyım ve Şövalye gibi olmaya özendim hep…“
Üsteğmenin korkuyla karışık pişmanlık duyan halinden üzüldüğünü anlatan Muhsin Başkan şakaya vurarak subayın gönlünü aldığını, muhabbeti koyulaştırdığını, o tarihten sonra dost olduklarını yurt dışında askeri ateşe olarak görev yapmaya ve dostluklarının devam ettiğini, Denizli Piyade alayının mescidinde namaz kılanlara her ay bir hatim indirmeyi bir görev olarak bıraktığını anlatırken duygulanıyor ve konuyu şövalye hayranı subaya söyledikleriyle kapatıyordu.
“Ben seni Şövalye değil Alperen olmaya davet ediyorum. Zira tarihimiz,
Şövalyeler karşısında Alperenlerin zafer destanlarıyla yazılmıştır.“
Ruhun şad olsun Muhsin Yazıcıoğlu.
Özledik Sen’i…
…………………………………………….
(*) Süleyman Özmen ( 8 Haziran 1970 yılında şehit edildi. Ruhu şad olsun)
(**) Abdürrahim Karakoç / Kan Yazısı ( Ruhu şad olsun)
(***) Lütfü Şehsuvaroğlu / Leke