Refik Halid KARAY: T. E. LAWRENCE HAKKINDA (Bir Halep Hikâyesi)
Refik Halid KARAY
LAVRENS
“İşte Lavrens’i tanıyan adam!” dediler ve uzaktan çadırımıza doğru gelen siyah sakallı, kırk beşlik bir Bedeviyi işaret ettiler.
Daha o zaman Lavrens, Londra civarında bir çocuğu ezmemek için motosikletini ağaca çarpıp kafatası yarılarak ölmemişti. Dediğim 1929 senesi… Karkamış harabeleri civarındaki büyük tren köprüsünün yanında, bir haftadan beri, Suriye hükümeti hesabına Fırat’ın döktüğü suyu ölçmekle meşguldük. Bilirsiniz ya, Milli Mücadele sırasında bu köprünün bir ayağını Türk çeteleri dinamitle atmışlar, düşman sevkiyatını güçlüğe uğratmışlardı.
Mühendis o gün hesabının neticesini bildirdi: Nehir dakikada 2750 metreküp su döküyordu.
Çadırımıza giren Bedevi dedi ki:
“Bu bahardaki suyun miktarıdır, Anadolu’da karlar eridiği zaman Lavrens, güz mevsiminde ölçmüştü, iyi hatırımdadır, 2900 küsur bulmuştu.”
Aramızdaki bir Kürt ağası:
“Hacı Kasım, Lavrens’in adını anmadan laf edemez!” diye gülüyordu.
“Hakkı var,” diye sahabet ettim. [1] “Öyle bir adamı tanıdıktan sonra elbette sık sık lakırdısı geçer. Ee, söyle bakalım Hacı Kasım, Lavrens buralarda ne yapardı, nasıl yaşardı?”
Bir sigara uzattım. Güğümde kaynaya kaynaya katran rengini ve acı mahbup dediğimiz Mısır Çarşısı ilacı çeşnisini almış olan Arap kahvesi hülasasından[2] kulpsuz fincanına birkaç yudum döktüler. Hararet kesmek ve kalbin atışını nizâma sokup insanı ferahlatmak için sıcak iklimlerde bundan faydalı içki yoktur. Bir o, bir de meyan kökünden yapılma köpüklü su: Sus.
“Lavrens de bu kahveden severdi. Umumi Harpten önce Karkamış’a bir İngiliz heyeti gelmişti, harabeleri kazmak, antika aramak için… Ben o heyetin delili, rehberi ve vekilharcı idim. İşte Lavrens de heyetin içinde idi, arkadaşı Vood’la beraber…
Fakat onun işi gücü etrafı dolaşmaktı. Başını alır, gider, akşamlara kadar sıcak çölü adım adım, çadır çadır gezer; önüne çıkan Bedevi aşiretlere uğrar, konuşur, Arapçayı biraz daha iyi öğrenmiş olarak dönerdi. Döner ve geceleyin karpit lambası altında Arapça yazar, çizer, sabahı ederdi.”
“Yemen imamına kâtip mi olacaksın?” derdim.
Şu cevabı verirdi:
“Utlübül ilme velev bis-Sin!”
Çok uzaklara atla gideceği gün beni de yanına alırdı. Cebeli Abdülaziz’e, Sincar Dağları’na, Dicle’ye böyle gitmiştik. Aneze, Şammar, Mevalî, Hadîdî gibi göçmen, Bû Assaf, Baggare, Bû Şaaban gibi yarı yerleşik ne kadar aşiret varsa hepsiyle tanışmış, yemeklerini yemiş, çadırlarında gecelemiş, gazvelerini seyretmiş, masallarını dinlemiş, türkülerini ezberlemişti.
Lavrens’in neşeli olduğu zamanlar da vardı. Hiç unutmam, bir gece barakalarında bir eğlence tertip etmişlerdi, içlerinden birinin, bir lordun isim günüymüş… Bütün yemekler, sandıklarla İngiltere’den gelmişti. Kazlar, balıklar, tatlılar; çörekler, yemişler. .. Hatta ekmekleri bile! Yarı sarhoş olmuşlardı. Beni geç vakit yatağımdan kaldırıp yanlarına çağırdılar:
“Şu siyah saçını, sakalını bir dakikada aka çevireyim mi? Ama, bir daha, kara çıkmamak şartıyla!”
Bunu diyen Lavrens idi.
“Lavrens” dedim, “onu, yaşarsam, Allah yapacak, bırak kendi haline!”
Cebinden beşer liralık iki İngiliz kaimesi[3] çıkardı: “Öyleyse, aç göğsünü! Şu bir tutam kılı aklaştıracağım.” Açtım, on İngiliz altını ile bir sürü koyun alabilirdim. Bavulundan bir şişe getirdi, içindekinden bir tabağa döktü, bir fırça ile göğsüme sürdü. Kıllarım bembeyaz kesilmişti ve tuhaf, hâlâ da beyazdır, daima beyaz çıkar. .. Saçım sakalım simsiyah olduğu halde… İşte, Lavrens’in ömrümce sürecek olan damgası!
Fakat size daha acayip bir hikâyesini anlatacağım, bir falcı hikâyesini:
Gene bir gün ikimiz de maşlahlı, at gezintisine çıkmıştık. Fırat’ı bir yakadan ötekine geçmek için kullanılan gemilerden birine girdik. Bu kaba, hantal, mavna omuzda bir tabut gibi döne kıvrıla ve gıcırdaya gıcırdaya, sırık kuvvetiyle nehri aşmaya çalışırken yanımdakinin meraklı olduğunu bildikleri için bize dediler ki:
“Şu kenarda bağdaş kurup oturan Arap iyi fala bakar.” Lavrens “Çağır, yanımıza gelsin!” dedi. Bedeviye seslendim; fakat o, yerinden kımıldamadı, sert bir suratla cevap verdi:
“Siz buraya gelin!”
Ben kızacak oldum. İngiliz tınmadı, kalktı, sallanan gemide, esneyen ince tahtalardan aşarak falcının yanına gitti. Tabii, ben de arkasından.
Falcı yüzüme bakmıyordu bile… Lavrens’in önüne sürdüğü mecidiyeye de elini sürmedi. Koynundan bir torba çıkardı, içi incecik kum dolu bir torbacık… Bunu yere serdi, düzeltti, sonra şehadet parmağının ucu ile üzerine birtakım çizgiler çekmeye başladı. Çölde, fırtınalardan sonra gördüğümüz yılan derisi menevişleri gibi acayip, süslü, kararsız çizgiler. .. Dünkü gibi hatırımdadır, hem bunları çiziyor, hem de şöyle söyleniyordu:
“Kan! Gazve! Altın.”
Lavrens, genç yüzünün taze neşesiyle dinliyor, gülümsüyordu.
“Ya Emir! Dökdüğün kan, yaptığın gazve, saçtığın altın Fırat gibi boşa akıyor.”
Bedevi, birden elini kafasına götürdü:
“Bir çocuk sana bela getirecek. .. Başını koru!”
Ve parmağıyla alnının çatısını işaret ediyordu. Vücudumda bir ürperme dolaştı; tekrar İngiliz’in yüzüne baktım: Hfilâ gülümsüyordu, fakat başka türlü, acı bir bükülüşle… O kadar ki falcının tesirinden kurtarmak lüzumunu duydum, usulcacık:
“Sizi bir aşiret emirinin oğlu sandı, ona göre bir şeyler uydurdu!” dedim.
Lavrens, Fırat’ın sonsuz boşluklar, kavruk tepeler arasından devrile devrile akan toprak renkli sularına dalmıştı. Neden sonra şu cevabı, verdi:
“Doğru bildi. Ben dünyadaki en büyük aşiret emirinin manevi oğluyum!”
Çadırdaki arkadaşlarla beraber söyleştik:
“Evet, doğru bilmiş. Lavrens, İngiliz kralının manevi oğlu idi. Döktüğü kan ve altın da boşa gitti!”
Hacı Kasım, acı kahvesinden bir yudum daha içerek itiraz etti:
“Fakat falcının kum üstündeki çizgilerden okuduğu alın yazısının son kısmı çıkmadı, daha alnının çatısı ikiye bölünmedi!”
Halep, 1936
[1] sahabet etmek: dostluk göstermek, arka çıkmak
[2] hülasa: öz
[3] kaime: kağıt para
“Utlübül ilme velev bis-Sin!” : İlim Çin’de de olsa talip olunuz. (Hadis meali)
(*) Gurbet Hikâyeleri