# Etiket
##GENEL #MİLLİYETÇİLİK

Prof. Dr. Şükrü ELÇİN: TÜRKÇÜLÜK VE MİLLİYETÇİLİK

TÜRKÇÜLÜK VE MİLLİYETÇİLİK*

Prof. Dr. Şükrü ELÇİN

TÜRK KÜLTÜRÜ, Sayı:368

Millet, müşterek tarih içinde dil, din, ahlâk, terbiye, estetik yâni sanat anlayışı ile aynı ülkü uğrunda birleşmiş müstakil yaşama irâdesine sahip topluluk olarak tarif edilebilir. Türklerin bu sosyal müesseseleri yaratma­ları ve yaşatmaları çok uzun ve şerefli bir tarihin karanlıklarına kadar çık­maktadır. Bu müesseseler nüve halinde bütün Türk boylarında yaşama ih­tiyacından doğmuş ve zamanla tarifini yaptığımız millet hayatında birer temel fikir haline gelmişlerdir. Biz millet hayatındaki bu temel fikirleri, mâziyi hâle, hâli istikbâle bağlıyan dil vâsıtası ile öğrenebiliyoruz. Bundan ötürü millî şuurun birleştiği ve kendisini yurtdaşlar üzerinde hissettirdiği içtimâi bir birim olan milleti ve onun ülkülerini hayatın aynası olan edebi­yat ve fikir hayatımızda örneklerle göstermek istiyorum.

Çok kullanıldığı için her hangi bir tâbir veya kelimenin mânâsı açıktır, kanâati doğru bir hüküm değildir. Hayatımızda ruh ve beden gibi birbirinden ayrılmaz “Türkçülük”, “Milliyetçilik” ve hattâ “Turancılık” kavramı da böyledir. Türklüğü, ve Türkiye’yi parçala­mak isteyen iç ve dış düşmanlar bu kavramları zaman zaman bilerek tahrip ettikleri için fikir hayatımızda bulanıklık, şüpheler, bâzen korku ve vehim­ler birbirinin peşinden gelmiştir. Memleketimizde siyâsetçilerin davranış­larına göre, tarih, kültür ve medeniyetimize, hattâ imânımıza fiyat biçen bâzı karakter zaafı içindeki fikir adamlarının yazıları ve telkinleri de kargaşalığın bu güne kadar devam etmesine yol açmıştır. Aslında konumuzu teş­kil eden Türkçülük ve Milliyetçilik sun’i Avrupa modeli sistemler olmaktan ziyâde tabiî, tarih içinde gelişmiş birer hayat prensibidir. İkisinin birleş­mesinden millî vicdan doğmuştur. Orhun âbidelerinde bu millî vicdan şahlanır, halk, millet ve devlet idealini temsil eden hâkanlarla şahsiyet ka­zanır. Hâkanlar bu ideali temsil ettikleri müddetçe millet, şerefli, şanlı ve mesut yıllar yaşamış, bunu kaybettiği zaman zelil olmuştur.

İşte Türk hayatının bu inişli ve yokuşlu safhalarında karşılaştığımız kavramların mânâ ve şümûlünü tâyin edebilmek için bilineni tekrarlayıp kök kelimeye ve onun kavramına dönmek istiyorum.

Türkçülük kelimesi Türk kökünden geçen asrın sonralarında yapılmış bir tâbirdir. Aslında Türkler 11. asırda Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilik adlı meşhur eserinin başında ifadesini bulan onun yurdu “Turan”la birlikte tarihe damgasını vurmuş iki kelimedir. Son bir asırdan beri dil âlimleri de Türk dilini Ural Altay veya Turan dilleri grubu içinde mütâlea etmişler­dir. Bu tasnife göre Ural bölümünde başlıca Fince ile Macarca, Altay kıs­mında ise Türkçe ile Moğolca yer almaktadır. Bu dil akrabalığı bilindiği üzere zamanla siyâset ve kültür alanında da büyük rol oynamıştır.

Milâttan çok eski asırlara giden bir tarihe sahip ecdâdımız, Türk adını ilk defa “Devlet” mânâsında Gök Türkler zamanında kullandılar. Onların çek eski devirlere çıkan kültür ve medeniyet mirası hakkındaki bilgiler hususiyle Çin kaynaklan vâsıtası ile tesâdüfen ele geçmektedir. Bu sebeple devirler arasında kopan, bağlar yüzünden eski mirası bu gün sıhhatle değerlendirme imkânından mahrum bulunuyoruz. Bununla beraber, Çin vesikalarının, Türklerin ortaya koyduğu maddî ve mânevi medeniyet un­surları hakkındaki şehâdetleri milletimizin uzun ve köklü bir târihe dayan­dığım göstermektedir. Bu kök, bu temel bizi yirminci asra kadar getirdiği gibi ebede kadar da götürecektir.

Milletlerin kültür ve medeniyetleri söz ve yazı ile yeni nesillere intikal eder. Bu intikalde yazı ve dolayısı ile alfabe mühim rol oynar. Milletler al­fabelerini ya kabul ederler veya bizzat icâd ederler. Türkler kendi hançerelerinden çıkan bütün sesleri ifadeye elverişli Orhun alfabesini icâd etmişler­dir. Bu icât hiç şüphesiz medenî seviyemiz için bir meşale olmuştur. Türk damgaları örnek alınarak icâd edilen bu alfabe ile yazılı şimdilik en eski eserlere altıncı asır Kırgızlarından kalma mezar taşlarında rastlamaktayız. Bu alfabe ile ele geçen büyük eserler ise sekizinci asırda devlet kuran Gök Türkler’e aittir. Küçük taşlar istisnâ edilirse dikilmiş olan üç kitâbe medeni­yet ve siyâset târihimiz bakımından, büyük değer taşımaktadır. Kitabelerden birincisi Gök Türkler’in dört hakanına vezirlik yapmış olan Bilge Tonyukuk tarafından yazdırılmış ve bu vezirin ölümünden önce milâdî 720 tari­hinde bizzat Tonyukuk tarafından diktirilmiştir. Tonyukuk bu kitâbede devrinin Türk târihini kendi hâtıraları şeklinde, yurdunu ve devletini se­ven bir hükümet adamı görüşü ile hikâye etmiştir. Tonkuyuk’ta millet sev­gisi bir ideal olarak teşhis ve intâk halinde ortaya çıkmıştır. Bu birinci kitâ- beden sonra büyük ehemmiyet taşıyan iki âbide “Yuluğ Tigin” adlı bir prens tarafından yazılmıştır. Abideler, Çinlilere karşı İstiklâl savaşı yapa­rak Gök Türk devletini yeniden kuran Kutluk Hakan’ın çocukları kahraman Kül Tigin ile Bilge Kağan adlarına dikilmiştir. Kül Tigin âbidesi 732, Bilge Kağan’m ki ise 735 târihini taşımaktadır.

Kısaca bilgi verdiğimiz Orhun âbideleri Türk millî hayatının bir bakıma muhâsebesini yapan vesikalardır. Gök Türk devletinin Bumin Ivagan tarafından kurulduğu târihten yarım asır sonra Türk beylerinin ana yurttan, temel müesseselerden ve ülkülerden uzakla­şarak Çin’in hilekâr siyâsetine aldanıp nasıl dejenere olduklarım hikâye eder. Eskisi gibi bilgili olmayan ve ideallerinden kopmuş hükümdar ailesinin elinde Türk bütünlüğünün nasıl zevâle yüz tuttuğu bu eserlerde acı acı anlatılıyor. Parçalanan Türk devleti Çin hâkimiyetine girmiş, Türk bey­leri modaya uyarak Çince isimler almışlar, Türk oğulları köle, kızları câriye olmuştur. Esir edilerek Çin’e götürülen Türk halkı Çin fütûhatı için mal­zeme olarak orduda kullanılmış ve bu savaşlarda ölmüşlerdir. 1977 yıhnda gençlerimizin ibretle hatırlamaları icap eden bu târihî hâdiseye ve düşma­na elli yıl sonra İlteriş Kağan, etrafına topladığı 17 kahramanla karşı çıktı. İlk istiklâl savaşımız böylece bir derlenme, silkinme ve toplanma devrine girdikten sonra Kül Tigin’in yardımı ile Bilge Kağan başa geçti. Dört tara­fa akınlar yaptı. Yurdunu genişletti.

Diline, kültürüne, âdet ve ananeleri ile târihine bağlı kahraman “Devlet-i ebed-müddet” düsturu ve Türklük şuur ve gururu içinde şöyle konuşur.

“Ey Türk Oğuz Begleri, milleti işidin Yukarıda mâvi gök çökmedikçe aşağıda yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir? Türk Milleti titre ve kendine dön.”

Bu hitapta Türk milletinin dünya durdukça var olacağına ve yaşayacağına dâir inanç hârikulâde ve bir kudretle ifâde edilmiştir. Bu inanç, millete itimât ve sevginin meşalesi olmak itibariyle bu gün anladığımız Türkçülüğün temel taşı sayılabilir. İkinci cümledeki hitap ise dün olduğu kadar bu gün için de geçerlidir. Oğuz destanımızda çerçevelenmiş ve daha sekizinci asırdan itibâren gerçekleştirilmeğe başlan­mış cihan hâkimiyeti fikrinin mimarları hakanlar, Çinlilerin oyanlarını, hilelerini, Türkler’e revâ gördükleri zulümleri yaşamışlar, cemiyette türe­miş köksüzleri, vicdansızları, bedbahtları ve satılmışları doğru yola getirmek için büyük bir mücâdele vermişlerdir. İşte “Türk milleti titre ve kendine dön” hitabı sarsılmış millî şuûru arama ihtiyacından doğmuş bir ihtardır. On iki asır önce Türk hâkanlarının söylediği bu sözlerden biraz önce ifade ettiğimiz gibi bu gün de alınacak dersler vardır.

Sekizinci asırda devlet, hukuk ve siyâset dilinin şâheseri âbidelerle anlatılan hâkanlar, dikkat edilecek olursa konumuz olan “Türkçülük”ün adını koymadan “Türkçülük” yapmışlardır. Yirminci asırda “Türkçülük”ü “Türk milletini yükseltmek 5 şeklinde târif eden Ziyâ Gökalp’le Türk ha­kanları 1200 yıllık mesâfeden aynı noktada birleşmişlerdir. Milletimizin kendi benliğini aramasını, bulmasını maddî ve manevî istiklâl için temel şart sayan hakanların fikri, Ziyâ Gökalp’te sistemini bulmuş, son istiklâl savaşımızda târihî ve ebedî düşmanlarımızdan biri olan Yunanlıları Ata­türk ün denize dökmesi ile aksiyon haline gelmiştir.

Gök Türkler zamanında aktif’ bir siyâset ve cihan hâkimiyeti prensibi düşüncesinde yaşayan ecdâdımız, Uygurlar devrinde yeni kültür ve mede­niyetlerle karşılaştı. Çin ve Hind kültür ve medeniyetlerinden bâzı un­surlar aldı. Budizm, Manihaizm ve Hıristiyanlık gibi dinlerle karşı karşıya geldi. Bu yabancı kültür ve medeniyet alışverişi, müsbet tarafları dışında milletimizin ruhunda menfî tesirler yaptı. Yabancı asıldan gelen Uygur alfabesi, yaratıcısı olduğumuz millî, kendimize hâs Orhun alfabesinin yerine geçti. Türk hayatında, bu ikinci alfabe, ister istemez nesiller arasındaki hal­kalardan birinin kopmasına yol açtı. Yeni yetişenler baba yâdigârı eserleri okuyamaz hâle geldiler. Nihayet bilindiği, üzere dokuzuncu asrın ortaların­dan itibaren İslâmiyetle karşı karşıya geldik. Târihin derinliklerinden gelen yeni aktif bir devir başladı. Eski Türk inançlarının temeli olan Şamanizm, Budizm ve Manihaizm gibi müesseselerin tesir sâhasından İslâm din, kül­tür, medeniyet ve sanat müesseselerine geçiş milletimizin hayatında büyük bir dönüm noktası oldu. Araplarla, İranlılarla ve diğer kavimlerle birlikte İslâm medeniyetinin temelini atmış olduk. (912-1212) yıllan arsında ICara- hanlılar devrinde Kâşgarlı Mahmud’un Divânü Lügat-it Türk’ü, Yusuf Hâs Hâcib’in Kutadgu Bilik’i ve. nihayet Edîb Ahmed’in Atabetü’l Hakayık’ı yazıldı. İslâmî Türk ruhuna uygun bu temel fikrî eserlerin yanıbaşında Orhun devrinden gelen rûhun ve idealin devamı Selçuklu devleti kuruldu. Bu imparatorluk, doğu Türk illerinden Marmara ve Akdeniz kıyı­larına, Kafkas dağlarından Hind denizlerine uzanan muazzam bir İslâmî Türk imparatorluğu olmuştur. Bu imparatorluğun kuruluşu ile İslâm dün­yasının hâkim milleti olmak iktidarı da Türkler’in eline geçmiştir. Bilindiği üzere devlete adını veren Selçuk’tan itibaren Tuğrul Beğ, Alp Aslan ve Melikşah gibi büyük hükümdarlar bu Türk devletinin kurulması ve yayılması yolunda gayret sarf etmişlerdir. Malazgirt’de Bizans imparatoru Romen Diyojen’i mağlup ve esir eden Alp Arslan Türk tarihinin ebedî kahraman­larından biridir.

Gök Türkler’den itibaren verdiği bu târihî ve siyâsî temel hakkındaki mâlûm bilgilerden hareketle ecdadımızın müstakil yaşama irâde ve ülküsü yanında kültür ve medeniyet yolunda, kendini arama ve aşma konusunda, yâni mânevi cihazlanmada gösterdikleri faaliyeti örneklerle gösterebiliriz.

Onbirinci asırda Araplara Türkçeyi öğretmek maksadı ile yazdığı Di­vânü Lügât-it Türk adlı eserinde Kâşgarlı Mahmud atalarının şuuru için­dedir. Şöyle diyor: “Gördüm ki yüce Tanrı devlet güneşini Türklerin bur­cundan doğdurmuş, onlara Türk adını kendi takmış, hâkanlığı onlara ken­disi vermiş, zamanımızın pâdişâhlarını hep onlardan teşkil etmiş, cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış, insanların saâdeti için onları sebep yaratmış, doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş, onlara inti­sap edenleri, hizmette bulunanları, aziz kılmış, onlara bir şey dinletmek, gö­nüllerini elde etmek için kendi dilleri ile konuşmaktan daha” güzel vâsıta yok, her kim onların diline sığınırsa onu kendilerinden sayıyorlar, bunun içindir ki Türk olmayanlar da Türk diline sığınmakta, bu vesile ile zarar ve ziyandan kurtulmaktadırlar.”

Divânü Lügat-it Türk’ten verdiğim örnekten de anlaşılacağı üzere insanın kendi milletine karşı duyduğu sevgi, bağlılık onun saâdetini araması, ona intisap edeceklerin elde edecekleri menfaatler ve Türkçemize sığınma­ları gibi düşünceler, daha önce söylediğim gibi Türkçülük kavramının temel taşlarıdır.

Türk milletinin siyasî istiklâli yanında kültür istiklâlinin temeli olan dile, ana dilimize Kâşgarlı Mahmud’un gösterdiği saygı ve sevgi, bugün çarpık ideolojilere âlet olan bir takım bedbahtların yolunu aydınlatacak bir ışıktır.

Gök Türk hâkanlarının “kendine dön” ihtarı Kâşgarlı Mahmud’un kalbini ve kafasını aydınlatmış ve o bu şuûrla, dil vâsıtası ile kültür hâzine­mizi halktan toplamış, bizi biz yapan cevherleri zamanımıza kadar ulaş­tırmıştır. Kâşgârlı’nın eserinde Türklük ve millet kavramları birbirinin içinde beden ve ruh gibi bir bütün teşkil etmiştir.. Bu sebeple dil vâsıtası ile Türkçülüğün bayrakdarlığını yapmış bir şahsiyet olarak anılmağa değer.

On birinci asırda milleti ve milliyeti yapan unsurların başında gelen dile karşı beslenen bu şuûr, on ikinci asırda da yaşamıştır. Afganistan’la Kuzey Hindistan’da Gaznelilerin yerine devlet kuran Gorlular zamanında yetişen Fahreddin Mübârekşah adlı bir fikir adamı Türk büyüklerinin so­yunu sopunu, şeceresini anlatmak maksadı ile kaleme aldığı Şecere’i Ensâb’ında şunları söylüyor.

“Cihan halkının hepsi kendi ehil ve aşireti arasında ve kendi şehrinde iken aziz ve muhterem olur. Yalnız Türklerin vaziyeti bunun aksidir. On­lar kendi yurtlarında sâde insanlardır, diğer Türklerden farklı değillerdir! Lâkin yurtlarından ayrılıp müslüman memleketlerine geldikleri zaman ka­dir ve kıymetleri artar, emîr ve sipehsâlâr olurlar.”.

Türklerin İslâm memleketleri üzerindeki hâkimiyet ve şahsiyetlerinin oynadığı rolü bize gösteren Fahreddin Mübârekşâh, Türklerin akıllı, kâmil, fikrinin doğruluğu ve bilgisinin çokluğu ile tanınmış pâdişâhı Afrâsiyab’dan yâni Alp Ertunga’dan bir mesel, bir söz, hikmet nakl eder. “Türk sadef içinde deryâda bulunan inci gibidir. Kendi yurdunda bulunduğu zaman kadir ve kıymeti yoktur. Lâkin oradan çıkınca denizden ve sadeften çıkmış inci gibi kıymetlenir, hükümdar taçlarının ve gelinlerin süsü olur.”

Fahreddin Mübârekşah; Türk milletinden ve onun şahsiyetli insan­larından gururla bahs ederken Kâşgarlı Mahmud gibi bir dil şuûruna da sahiptir. Şöyle diyor: “Türklerin başka insanlara tercih edilmelerinin bir kaç sebebi vardır. Bunlardan birisi şudur. Arapça’dan sonra Türkçeden daha iyi ve heybetli bir dil yoktur. Bu gün Türkçeye rağbet eski zamanlardan fazladır. Çünkü emirlerin ve sipehsâlârların çoğu Türk’tür. Devlet onlarındır. İnsanların muhtaç olduğu nimet ve servet onların elindedir.”

Fahreddin Mübârekşah, Türk devlet kudretinin dili muhafazada oy­nadığı role de temas etmekte ve Türkçe’ye Arapça’dan sonra yer ver­mektedir. Bu görüş İslâm âleminde Arapça’nın Kur’an dili sayılmasından ve ona saygıdan gelen bir ifâdenin neticesidir. Bilindiği üzere on ikinci a­sırda Acem dili de edebiyat ve ilim dili olarak gelişmişti. Fahreddin’in, diğer dillerden Türkçe’yi üstün görmesi, hem dilin zenginliğine, hem de onun ne derece de milliyetperver bir ruh taşıdığını göstermesi bakımından mânâlıdır.

Târihî sıraya riâyet ederek Türklük şuurunun yaşayışını göstermesi bakımından Mukaddimetü’l Edeb adlı eserden söz etmek istiyorum. (1075-­1144) yılları arasında yaşıyan Zemahşerî kendi milletinin kadınlarını şöyle medh ediyor. “Dar gözlü Türkler güzelleri bizi bizden almıştır. Aklımız, fikrimiz onlardadır. Hayallerimiz, düşüncelerimiz onlarla doludur. Onlar baktıkları zaman yalnız gözlerinin siyahı görülür. Gülecek olurlarsa bu siyahlar da örtülür, görünmez olur. Türk kızlarının ve kadınının yüzleri, Tanrı onları kem gözden saklasın, ayın on dördü gibidir. Uğurlarında kese­ler harcanacak ve altınlar verilecek yüzlerdir. Türk güzellerinin yüzlerinde insanı kendinden geçirecek güzellikler vardır. Bundan ötürü başka güzel­lere bakmayın, gözlerinizi Türk güzellerine çevirin, öyle ki onlara baktıkça Tanrı’nın kudretine ve kuvvetine hayran kalırsınız.”

Zemahşeri’nin kendi milletinin insanına karşı gösterdiği hayranlık edebî eserlerin bir çoklarında karşımıza çıkıyor. Kırgız Türklerinin meşhur Manas destanında Türklerin başka kavimlerden daha üstün olduğuna dair bir çok mısralar vardır.

Bilindiği üzere Ortaçağ müddetince Türklük’le İslâmiyet âdeta bir­leşmiş gibidir. Ziya Gökalp’te sonradan ifâdesini bulan “Türk milletinde­nim, İslâm ümmetindenim” parolası kaynağını bu devreden almaktadır.

Ecdâdımız, İslâmlığı kabul ettikten sonra kılıç kuvveti ile açtıkları ül­kelerde câmileri, medreseleri, tekkeleri kurmuşlardır. Bu müesseseler din yanında tasavvuf .felsefesinden doğmuş tarikatlarla ruh ve fikir zeminimizi zenginleştirmişlerdir. Türkistan’ın Yesi kasabasında, doğmuş olan Ahmed Yesevî ve onun Anadolu’daki devamı ve temsilcisi Yunus Emre gibi derviş şâirler alp erenlerin Türkçülüğünü dil ve ruh bütünlüğü içinde devam et­tirmişlerdir. Onların milletimizi ve milliyetçiliğimizi tabiî bir yoldan târih şuuru içinde devam ettirdikleri devirlerde Çin esâretine düşüşe benzer bir şekilde Selçuklu sarayında Acem diline ve kültürüne marazî bir hayranlık baş gösterdi. Türk de rviş-şâirlerindcn Mevlânâ’nm eserlerini Farsça yaz­ması veya söylemesi bu tesirin tipik delilidir. Bilindiği üzere saray çevıesin­de fikir muhitindeki kendinden uzaklaşmaya yöne Konya çevresinden millî bir uyanış, isyan baş gösterdi. Karamanoğlu Mehmed Beğ Acem dili ta­hakkümüne karşı Türkçe’nin yazı ve devlet dili olmasını emretti. Onun kendi talihinin akışından gelen diline karşı gösterdiği bu saygı ve bağlılık hiç şüp­hesiz bir Türkçülük hareketidir.

Türkçülük ve Türkçecilik hareketi diğer Türk boylarında da canlı olarak yaşamıştır. On beşinci asırda Çağatay sâhasında buna örnek olarak Ali Şîr Nevâî’nin eserlerinde göze çarpan şuur gösterilebilir. Ah Şir Nevâî, yabancı dillerin dilimiz ve kültürümüz üzerindeki tahribâtını çok iyi kavramış ve bunu akla uygun delillerle bilgi yolundan göstermiştir. Onun Muhâkematü’l Lûgateyn adlı eseri Türkçe ile Farsçanın mukayesesini ya­par. Türkçe’nin ve Türklüğün Acem dilinden ve Acem’den üstün olduğunu gösteren. Ali Şîr şunları yazıyor. “Türkler Sartlardan yâni İranlılardan daha keskin zekâlı, daha üstün anlayışlı insanlardır. Söz ve ibâre yâni cümle kurmada Türk Sart’dan üstündür. Türkler, hususiyle yabancı dil öğren­mekte Farslardan daha büyük kabiliyet göstermektedirler. Türkçede incelikler, derinlikler çoktur. Bu güne kadar hiç kimse bunları gün ışığına çı­karmamıştır. Ben ana dilim üzerinde düşünmeye koyuldum. Türkçenin de­rinliklerine dalınca gözlerimde 18 bin âlemden daha yüksek bir âlem görün­dü. Bu âlemin süsler içerisinde enginleşen göğü dokuz gökten daha üstün­dü. Bu âlemin bahçelerine daldım. Güçlükleri yendim. Bu âlemin aydınlık alanlarında ilhamımın şahlanan atını koşturdum.”

Ali Şîr Nevâî’nin eserinde beş asır önce görülen Türkçü ve milliyetçi düşünce, altıbuçuk milyon kilometre kare üzerinde Asya, Avrupa ve Afrika’da Cihan hâkimiyeti fikrini yürüten Osmanlı Türklerinin edebî ve fikrî eser­lerinde de yaşadı.

Milletimiz Türk ve İslâm düşüncesinde yaşarken Osmanlılar 18. asırda 1789 Fransız İhtilâli’nin fikirleri ile karşı karşıya geldi. Bu ihtilâlin getirdiği prensipler, sanayi hareketleri ve mütestemlekecilik yanında, sonradan Bal­kan yarımadasında hristiyan teb’amız abasında rağbet bulunca, impara­torluğumuzun sosyal ve İktisâdi sebeplerle de zâ’fa uğradığı mâlumunuzdur. Aslında imparatorluğumuzun, medresenin İlmî zihniyetten uzaklaş­mağa başladığı noktadan devam eden çöküntü, bizi Tanzimat devrine getirdi. Bu devrede topraklarımızın ve teb’amızın mevcudunu muhafaza siyaseti başlıca kaygı oldu. Namık Kemal bu devrede vatan, millet ve hür­riyet fikirlerinin geniş halk kitlelerine duyurulmasında en büyük rolü oy­nadı. Bu mânâda, şuûr altında devam eden ve düşmanlarımızla hıristiyan teb’amızın sarıldıkları kıymet hükümlerinin geçerli olanlarını milletimize aşıladı. Halk fikrine değer verdi.

“Usanmaz kendini insan bilenler, halka hizmetten” der. Millet yolundaki prensiplerini şöyle dile getirir:

“Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin”

“Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten”

Namık Kemal, vatan, millet, istibdatla mücâdele fikirlerini işlerken birlik ve beraberliğimizi bir hedefe götürmek ister. Bütün şiirlerinde halka, millete olan güvenini terennüm eder, onu millî hedeflerle birleştirmeğe gayret eder. Vatan yahut Silistre piyesi bunun canlı bir ifâdesidir.

Türkiye’de Taıızimât devrinde mevcut hudutları muhâfaza gayret ve siyâsetinden doğmuş olan Osmanlıcılık zamanında “gâvurdan dost, domuzdan post olmaz” atalar sözünün prensipleri milletin vicdanında canlı olarak yakıyordu. Osmanlıcılık cereyanı, Avrupa devletleriyle Balkanlardaki hıristiyan teb’amızın müşterek saldırmaları sonunda iflâs etti. Bâzı müte­fekkir ve şâirlerle devlet adamları hiç olmazsa aynı dinden olan Muhammed Ümmeti kardeşlerimizle siyâsî birliğimizi muhâfaza düşüncesiyle “İs­lamcılık” fikrinde yayınlara başladılar. Son defa Çanakkale harbinde acı bir gerçekle karşılaştık. Bâzı İslâm devletleri veya askerleri düşmanlarımızla birlikte bize saldırdı. İslamcılık dâvasının ateşli ve samimî temsilcisi Meh­med Akif Ersoy “İmanda birlik” adlı şiirinde bu düşünceyi ve düşman kar­şısında millî vicdânı bir hedefe götürmeye çalıştı.

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz,

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz.

Düşer mi tek taşı sandın harîm-i nâmûsun,

Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.

 

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa.

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altınızdaki yerden bütün yanar dağlar,

Taşıp ta kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar,

 

Değil mi sinemizin cephesinde imân bir,

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir,

Değil mi sinede birdir vuran yürek; yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz.

 

Mehmed Akif’te Türk ve İslâm ruhu ile birleşen fikir devam ederken gerçekler bizi Türkçülük adı verilen teoriye götürdü. Sonradan Türkçülük adı verilen bu siyâset ve kültür hareketinden bahsetmezden önce Avrupa’daki iki cereyandan söz etmekte fayda vardır. 18. asırdan itibaren orada Türköri ve Türkoloji cereyanı başladı. Birincisi bir moda idi. Zenginler “salonlarını Türk halıları, çinileri, yazılan ve kilimleri ile süslemeğe itina gösterdiler. İkinci cereyanın sâhipleri Türklerin mazisini târihini araştırmağa başladılar. Leon Cahun’ün “Hunların, Türklerin ve Moğolların tarihi” bunun en tipik örneklerinden bilidir. Avrupa’daki bu cereyan Türkiye’de de ilgi uyandırdı. Ahmed Vefik ve Süleyman Paşaların çalışmalarından, eserlerinden ve telkinlerinden yeni nesillere aktarılan fikirler, 1911—1912 Balkan mağlubiyetinden sonra Türk Ocağı’nın ve İttihad ve Terakki Cemiyetinin’ prensipleriyle birleşerek siyâsî bir fikir hüviyeti kazandı. Zaru­retler ve gerçekler dünyada kendimizden başka dostumuzun ve yardımcı­mızın olmadığım acı da olsa ortaya koydu. Türk fikir adamları ve şâir­leri bu ülküyü halka aşılamağa gayret gösterdiler. Bu yolda çalışanlar ara­sında Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmed Emin Yurdakul, Ömer Seyfeddin ve zamanımızda Hüseyin Nihal Atsız belli başlı şahsiyetlerdir.

Türk milletini yükseltmek, onun kültür ve medeniyetini öğrenmek, araştırmak, maddî ve mânevi sâhada kalkınma, esaret altına düşmüş Türklerin kurtuluşunu temin etmek fikri, Ziya Gökalp’te Türkiyecilik, Oğuzculuk ve Turancılık şeklinde bir sisteme ulaştı. Gökalp, İmparatorluğumuzun maddeten ve mânen bir çöküntü geçirdiği devirde millî ülküyü aşılamak için târihin derinliklerine indi ve o şuurla hayâlinde yaşayan büyük Türkiye’yi şöyle dile getirdi.

Nabızlarımda vuran duygular ki, târihin
Birer derin sesidir, beri sahifelerde değil,

Güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tan ininde,

Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.

Sahîfelerde değil, çünki Attilâ, Cengiz.

Zaferle ırkımı terviç eden bu nâsiyeler,

O tozlu çerçevelerde, o iftirââmiz
Muhit içinde görünmekte kirli, germende;

Fakat şerefle nümâyân Sezar ve İskender!

Nabızlarımda evet çünki ilm için müphem

Kalan Oğuz Hân’ı kalbim tamı tamâmiyle,

Damarlarımda yaşar şân ve ihtişâmiyle,

Oğuz Hân, işte budur gönlümü eden mülhem:

Vatan ne Türkiye’dir Türkler’e, ne Türkistan;

Vatan büyük vc müebbet bir ülkedir: Turan.

 

Gökalp’in ideâlinde yaşayan üç siyasi merhaleden biri Türkiyecilik, İstiklâl Savaşı sonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin realist siyâseti olmuştur. Bu merhale, Güney Türkçesi konuşan soydaşlarımızda ve diğer Türk boy­larında zaman içinde aşılacak hedefleridir. Bu gün, bütün Türk âleminde Rus, Çin, Bulgar, Yunan esâretine rağmen târihin getirdiği Türklük ve Mil­liyetçilik şuuru canh olarak devam etmektedir. Kıbrıs dâvasında milleti­mizin gösterdiği şahlanış, Azerbaycan’da, İran’da, Şehriyâr’ın Haydar Baba adlı şiirinin yazılması, Kırımlı Mustafa Cemiloğlu’nun ruhlarımızda uyandırdığı ürperti, Türkçülük ve Milliyetçilik fikirlerinin bir cevher ola­rak siyâsî, İçtimaî ve dinî şardara göre özünü kaybetmeden hayatımızda yaşadığını göstermekledir.

Tarihimizde yazılı kaynakların elimize geçtiği günden itibaren Alp Erenler’in rüyâsını, i’lâ-i kelimetullah fikrini, ‘kızıl elma’ları, Türk dünyâ­sının maddî ve mânevî saâdet yollarını bize telkin eden ana fikir ve ülkü, Türkçülük ve Milliyetçilik fikridir. Bu fikir tarihimizin bize çizdiği bir kader, bir dâvâ ve bir irâdedir. Bundan ötürü yaşama mücâdelesinde ya­bancı ideolojiler peşinde koşmak milletimize, tarihimize ve istikbalimize karşı büyük bir ihânettir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz. 8 asırdan zamanımıza kadarki bâzı dil ve fikir eserlerinde göstermeğe çalıştığımız Türkçülük ve Milliyetçilik fikri, bizim için târihî, siyasi, içtimâi zaruretlerle meydana gelmiş tabiî bir müessesedir. Son bir asırdan beri bâzı fikir adamlarımızın bizde görülen bu müessese, düşünce ve hareketleri Avrupa’da gelişmiş edebî, felsefî ve si­yasî mesleklere bağlayıp onların şapkaları altına sokma teşebbüsleri, Uygur ve Selçuklu devirlerinde olduğu gibi üçüncü bir kültür emperyalizmine boyun eğerek şahsiyetimizi kaybetmeğe götürmüştür.

Memleketimizde bu günkü içtimâi, ahlâkî, ve siyâsî buhranı bu kop­yacılıkla aşağılık duygusunda aramak icap eder. Kanaatimce bizi bu kop­yacılık ve aşağılık duygusundan kurtarıp istikbâle güçlü götürecek tek fikir, Türkçülük ve Milliyetçilik ülküsüdür.