Prof. Dr. Cemal KURNAZ: HAZRET-İ TÜRKİSTAN
HAZRET-İ TÜRKİSTAN
Prof. Dr. Cemal KURNAZ
Yesevi’nin keşfi
1889’da Moğolistan’daki Orhun vadisinde bazı yazılı taşlar bulunmuştu. Danimarkalı bilim adamı Vilhelm Thomsen, sonradan Köktürk Yazıtları diye anılacak olan bu taşlardaki dilin Türkçe olduğunu duyurdu. Türkistan’dan Balkanlar’a kadar yaşanan medeniyet hamlesinin dili Türkçe idi. Bu keşif sayesinde, içine doğduğumuz ve yüzyıllardır konuşa geldiğimiz dilin, daha Avrupa’daki yazı dillerinin henüz oluşmadığı 8. yüzyılda gelişmiş bir edebi dil olduğu anlaşılmış oldu. Türk devleti bu gelişmeye ilgisiz kalmadı. Thomsen’i, “Türk kavminin kökenini aydınlatmadaki hizmeti”nden dolayı 1915 yılında Mecidi Nişanı ile ödüllendirdi.
Avrupa’da başlayan Türkoloji çalışmaları, Türk aydınları arasında da ilgi ile takip ediliyordu. Balkan Savaşı sonrası gelişen Türkçülük düşüncesi, Türk dili, kültürü, edebiyatı, sanatı ve tarihi üzerinde yapılan çalışmaların artmasına yol açtı. Dikkatler, milletimizin köklerinin bulunduğu Orta Asya’ya çevrildi.
Yahya Kemal bir gün Fuat Köprülü’ye şu tavsiyede bulunmuştu: “Şu Ahmet Yesevi nedir, kimdir? Bir araştırınız. Bakınız bizim milliyetimizi asıl orada bulacaksınız.” Onun Ahmet Yesevi ve Yunus Emre’yi anlattığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli anıt eserinin yazılışında bu sözün etkili olduğu söylenir.
Ziya Gökalp’ın tavsiyesiyle henüz yirmi üç yaşında Dârülfünun’a Türk Edebiyatı Tarihi muallimi olarak atanan Fuat Köprülü, “Hoca Ahmed Yesevi, Çağatay ve Osmanlı Edebiyatları” (1913) konulu kapsamlı makalesiyle, Anadolu’daki tasavvuf edebiyatının kaynağının Ahmet Yesevi olduğunu ortaya koymuştu. Yirmi sekiz yaşında yazdığı Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (İç kapakta 1918 yazarsa da son sayfasındaki kayıttan 1919’da basıldığı anlaşılır) kitabında, konuyu genişleterek daha kapsamlı ve ayrıntılı olarak ele aldı.
Ahmet Yesevi ve Yunus Emre, halk arasında bazı tasavvuf çevrelerinde bilinmekle birlikte aydınların gündeminde değildi. Köprülü’den sonra milli kimliğimizin köklerine yönelik araştırmalar arttı ve bu isimler Cumhuriyet döneminde yeniden hayat buldu.
Köprülü başka hiçbir eser yazmamış olsaydı dahi bu eseriyle ebediyen övülmeyi hak ederdi.
Yunus diye görünen
Ahmet Yesevi, Türkistan’da hece vezniyle söylediği şiirleriyle Türk halkının gönüllerini Allah ve Peygamber sevgisiyle doldurdu. “Hikmet” adı verilen bu şiirler, tasavvufun inceliklerini halkın anlayacağı yalınlıkla ifade etmekteydi. Sözlü gelenekte dilden dile yayılan bu hikmetler, birbirinden uzakta, birbirini hiç görmemiş insanların gönüllerini birbirine bağladı. Aynı şekilde inanan, duyan, düşünen, aynı şekilde davranan bir milletin inşasını sağladı.
İnsanlar gibi milletlerin de kaderi var. Türk milleti tarih boyunca hep batıya doğru yürümüştür. Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm olan Rabbimiz, yeni vatanda nüfusumuzu güçlendirmek için, Moğol kasırgasının önünden kaçan Asya Türklerini adeta Anadolu’ya doğru süpürdü. Gelenler arasında göçebesi, şehirlisi, esnafı okumuşu, dervişi, toplumun her kesiminden kişiler vardı. Belh’ten yola çıkarak Konya’ya gelen Mevlana Celaleddin’in, Anadolu’daki hizmetleri düşünülünce, onun nasıl bir ilahi ikram olduğu anlaşılır.
Anadolu’ya gelenler, gelirken sadece dillerini getirebildiler. Dilimiz her şeyimizdi. Onda milli kültürümüze dair hafızamız vardı. Şüphesiz onun içinde Yesevi hikmetleri de vardı. Oğuz Türkçesi, hafızasındaki hikmetlerle yeni yurdunda olmaya, oluşmaya devam ediyordu. Sultan Alparslan’ın büyük hizmeti, Türkçenin gelişebileceği yeni bir vatan hediye etmesiydi.
Lavoisier’in bulduğu “Maddenin Korunumu Kanunu”na göre, hiçbir şey yoktan var olmaz, varken yok olmaz. Âşık Veysel’in dediği gibi, her şey aynı vardan var olmuştur. Lavoisier’in kanunu sadece madde için değil, mânâ bakımından da doğrudur. Manevi kültür değerleri değişerek, dönüşerek var olmaya devam ederler. İşte Yesevi’nin, yer altında saklı bir su gibi kesintisiz akmaya devam eden “mânâ”sı da, uygun zaman ve zemini bulduğunda feyiz ve bereketiyle Anadolu’da yeniden ortaya çıktı. Aradan yüz elli yıl geçtikten sonra, o “mânâ” Yunus suretinde göründü. Yunus, Oğuz Türkçesini bir edebi dil haline getirdi. Türk milleti, mistik yönünü Türkistan’da nasıl Yesevi hikmetleri üzerinden söylemeye devam etti ise, Anadolu’da da Yunus ilahileri üzerinden ifade etti. Bu yüzden her ikisi de halkın ilaveleriyle anonimleşti.
***
Ahmet Yesevi’ye ait olduğu söylenen yedi dörtlükten oluşan şu hikmet, ilahi aşkı dile getiren en eski şiirlerimizdendir.
Sonradan gelişen tasavvuf edebiyatımız, bu temeller üzerinde şekillenmiştir:
Işkın kıldı şeydâ mini
Cümle âlem bildi mini
Kaygum sinsin tüni küni
Minge sin ok kirek sin
Közüm açdım sini kördüm
Kül köngülni singe birdim
Uruğlarım terkin kıldım
Minge sin ok kirek sin
Fedâ bolsun singe cânım
Töker bolsan minim kanım
Min kulunmin sin sultânım
Minge sin ok kirek sin
Taâlallah zihi ma’nî
Sin yarattın cism ü cânnı
Kullık kılsam tüni küni
Minge sin ok kirek sin
Sözlesem min tilimde sin
Közlesem min közümde sin
Könlümde hem cânımda sin
Minge sin ok kirek sin
Âlimlerge kitâb kirek
Sûfilerge mescid kirek
Mecnûnlarga Leylâ kirek
Minge sin ok kirek sin
Gâfillerge dünyâ kirek
Âkillerge ukbâ kirek
Vâizlerge minber kirek
Minge sin ok kirek sin
Âlem barı uçmak bolsa
Cümle hûrlar karşu kilse
Allah minge rûzi kılsa
Minge sin ok kirek sin
Uçmah kirem cevlân kılam
Ne hûrlarga nazar kılam
Anı munı min ne kılam
Minge sin ok kirek sin
Hâce Ahmed’dür minim atım
Tüni küni yanar otım
İki cihânda ümidim
Minge sin ok kirek sin
Yunus Emre’nin şiirlerinde Yesevi ile ortak söyleyişler çoktur. Onun, dördüncü mısraları “Bana seni gerek seni” şeklinde tekrarlanan ve on dörtlükten oluşan şu şiiri, Yesevi’nin onda nasıl devam ettiğini gösteren en somut örnektir:
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanaram dün ü güni
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirem
Ne yokluğa yerinirem
Aşkınıla avunuram
Bana seni gerek seni
Aşkın âşıklar öldürür
Aşk denizine daldırır
Tecellîyile doldurur
Bana seni gerek seni
Aşkın zencîrini üzem
Deli olam dağa düşem
Sensin dün ü gün endîşem
Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni
Sûfîlere sohbet gerek
Ahîlere ahret gerek
Mecnûn’lara Leylâ gerek
Bana seni gerek seni
Ne tamuda yer eyledim
Ne uçmakta köşk bağladım
Senin için çok ağladım
Bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri
Bir ev ile bir kaç hûrî
İsteyene virgil anı
Bana seni gerek seni
Yûsuf eğer hayâlini
Düşde göreydi bir gice
Terk ideyidi mülklerin
Bana seni gerek seni
Yûnus çağırırlar adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihânda maksûdum
Bana seni gerek seni
Yunus Emre’nin, bazı dörtlükleri neredeyse aynı olan bu şiirini Yesevi’ye nazire olarak yazdığı açıktır. Her şair, kendisinden öncekilerin mirasçısıdır. Bir şekilde onlardan beslenir. Yesevi dervişlerinin Anadolu sahasına getirdiği hikmetlere, sonraki dönemlerde yaşayan şairlerin nazire yazmasından daha tabii ne olabilir? Bu durumda birden çok nazire örneğinin bulunması gerekir.
Yunus’un şiirinde geçen “Bana seni gerek seni” ifadesi ilgi çekicidir. Bu ifadenin, günümüz dilbilgisi kuralları bakımından açıklanması zordur. “Seni” sözünün sonunda yer alan -i ekinin, ifadeye “senden başkası değil, illa sen, sadece sen” gibi bir anlam kattığını, “seni” tekrarının da bunu kuvvetlendirdiğini sanıyoruz. Yesevi hikmetinde bu vurgu “ok” ekine yüklenmiştir: “Minge sin ok kirek sin.” Şayet Yunus Emre, Yesevi’ye nazire söylemişse, bu eki Çağatayca “ok” ekinin karşılığı olarak düşünmüş olmalıdır.
Süre gelen silsile
Ahmet Yesevi’nin maddi, manevi silsilesi sonraki yüzyıllarda da devam etti. 16. yüzyılda yaşamış olan Osmanlı amirali Seydi Ali Reis, Mir’âtü’l-Memâlik’inde, Orta Asya seyahatinde karşılaştığı Yesevi neslinden şeyhlerin adını verir. Yine bu yüzyılda yaşamış olan Üsküplü şair Atâ da Yesevi soyundan geldiğini iddia eder. Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, baba tarafından soyunun Yesevi’ye ulaştığını söyler. Seyahatname’sinde ayrıca Anadolu’da ve Rumeli’de karşılaştığı Yesevi soylu kişilerden, halifelerden, onlara ait makam ve mezarlardan söz eder. Bu örnekler, Yesevi’nin hatırasının bu yüzyıllarda bu topraklarda canlı olarak yaşadığını gösterir.
Tacikistan kökenli olup ömrünün son yıllarını İstanbul’da geçiren ve III. Murad’ın emriyle Yesevi’nin menakıbı Cevâhirü’l-Ebrâr’ı yazan Ahmet Hazini’yi de bu münasebetle anmak gerekir.
Türkistan’da Yesevi hikmetleri bugün de “Yesevi-hân” denilen okuyucular tarafından ezbere okunuyor. Babadan oğula geçerek kurumlaşan ve “işan” denilen şeyhler, Yesevi erkânını sürdürüyor. 70 yıllık baskıcı Sovyet rejimine rağmen halkın ona olan ilgisi canlı şekilde devam ediyor. Evlenecek gelin ve damat adayları, dilek dileyen her yaştan ziyaretçi, gece gündüz akın akın türbeye geliyorlar. Adı, kadim Türk yurduyla Hazret-i Türkistan diye anılan Ahmet Yesevi, eskiden olduğu gibi günümüzde de feyiz ve bereketiyle gönülleri beslemeye devam ediyor.