# Etiket
#EDEBİYAT #Yazar Okulu

Namık KEMAL: Maârif (Eğitim)

 

 

Namık Kemal

 

Maârif

VII

 

İtikadımızca maârif-i umûmiyenin fevâidinden bahsetmek gü­neşin vasfında kaside söylemek gibidir, içinde ne kadar parlak burhanlar gösterilse hâsılı tahsil kabilinden olur.

Zîrâ ki o nur-ı mukaddes hayli zamandan beri ister istemez gözlere girmeye başladı. ‘Halkın marifeti devlete muzırdır’ di­yenlerin vücudları peygûle-i mezara veya lisanları sûrâh-ı idba- ra çekilip gidiyor.

Bizde maârifin derece-i fîkdânmı ise dünkü nüshamızda ar­kadaşlardan [Ebuzziyâ] Tevfîk Bey tasvir etmiştir.[1] Buna dair daha pek çok söz söylenilebilir. Çünkü o faciayı bir kâtibin karihası veya bir gazetenin sahifesi tamamıyla ihata etmek ihti­malin hâricindedir. Fakat o da bir dereceye kadar abes olur. Çünkü söylenilecek şeyler herkesin nefsinde, evlâdmda, akra­basında ahbabında bizzat muayene ettiği hâlledir.

Avrupa’da ise bilakis maârifin mertebe-i terakkisini üstü­müze giydiğimiz elbise, kullandığımız saat, yazı yazdığımız kâ­ğıt, denizde gezdiğimiz vapurlar, karada bindiğimiz tramvaylar, demiryolları bi’l-bedâhe gösteriyor. Bundan başka gazetelerde, kitaplarda dahi buna dair daima pek çok mebâhis görülüyor. Maamafih yine bu bâbda bazı misâller irad olunmak fâideden hâli değildir zannederiz.

Meselâ Amerika’nın, Avrupa’nın bir hayli yerlerinde halkın lâ-ekal yüzde doksan kadarı okumak-yazmak bildiği daima işi­tilen, daima gazetelerde, kitaplarda görülen hâllerdendir. Fakat şurası dahi bilinmek lâzım gelir ki o yerlerin ekserinde ‘oku­mak’ yalnız bir sokağın adını okumaktan ve ‘yazmak’ yalnız adını yazmaktan ibaret değildir. Oraların âdi gemicisine, hama­lına varıncaya kadar okumak-yazmak bilir denilen âdemlerin cümlesi mesâil-i diniyesinin kavâid-i umûmiyesine vâkıftırlar, – bâzı fünûn[a] mahsus olan şeyler müstesna olmak üzere- her okuduğunu lâyıkıyla anlayacak ve her düşündüğünü imlâsıyla yazacak kadar lisanlarını bilirler. Bir veya daha ziyade ecnebi li­sanını anlar, söyler, okur, yazarlar. Coğrafyanın, tarihin, hesa­bın, cebrin, hendesenin, hikmet-i tabîîyenin, kimyanın, heyetin, tarih-i tabimin mukaddemâtmı okumuşlardır.

Bir Almanyalı vatanının daveti üzerine önünden demirci peştemalını çıkarır. Eline bir tüfek, koynuna bir harita alır. Fransa mülküne girer. Kendi âdi bir nefer veya çavuş olduğu hâlde maiyetindeki cüzü bir erkân-ı harb zabiti gibi bastığı, gideceği, girdiği, çıkacağı yerleri karış karış bilircesine mümkün olduğu emniyet, mümkün olduğu kadar rahatla sevkedebilir.

Bir Amerikalı pîş-tahtasında olan akçeyi silkerek sarraf dük­kânından çıkar. Bir asker libasını giyinir. Bir veya iki yıl muha­rebe meydanlarında yuvarlanır. Gerek nazariyatta ve gerek ameliyatta dünyanın en meşhur generallerinden olur.

İşte ‘okumak-yazmak’ tabiri memâlik-i mütemeddinede o ma’lûmâta, o iktidara, o istidada ıtlak olunuyor.

Avrupa’nın, Amerika’nın birçok yerlerinde tahsil cebrîdir. Fakat şu da malûm olmalı ki cebrî tahsil kaidesini kabul eden yerlerin ekserinde evladını tahsile sevk etmek için bir âdemi icbâr etmeye binde bir kere lüzûm görülmüyor. Ekserinin mesârıf-ı beytiyesi için tuttuğu defterlere bakılsa yemek, içmek, gezmek, oturmak gibi ihtiyacâta sarf ettiği para ne kadar ise gazete, kitap, mektep masrafı da hemen o kadar ve belki ondan ziyadedir. Öyle babaların, öyle anaların evlâdı ise mektebe, sinnlerine nispet o kadar gayretli, o kadar ma’lûmâtlı giderler ki hâllerine bakılsa heves-i tahsili pederlerinin hânde-i iltifatın­dan öğrenmiş ve lezzet-i irfanı mâderlerinin pistân-ı şefkatin­den almış zan olunur.

Avrupa’da köyler, kasabalar görülür ki mekteplerinin ders tertibnamelerinde elif-bâ, hat, imlâ, coğrafya-yı vatan, tarih-i vatan, â’mâl-i erba’a-i hesab gibi mukaddemât dâhil bulunmaz. Çünkü beşer altışar yaşındaki çocuklar dahi bunları mektepte okumaya muhtaç olmuyor.

Biliyoruz ki, memâlik-i mütemeddinede kadınları da erkek­ler gibi terbiye ederler. Fakat şurasını dahi anlamalı ki o kadın­lar içinde kendi lisanının ve kendi devletinin birincisi sayılacak derecede kâtibeler, şaireler zuhûr ediyor. On sekiz yaşında bir kız çıkıyor, hikemiyâttan hesab-ı tefâzulî gibi en dakîk dersler okutuyor. Karşısında ak sakallı hocalar kitap tutarak istifadeye çalışıyor.

Memleket bulunuyor ki her nev’i mekteplerinde olan hoca­ların nısfından ziyadesi kadınlar veya daha vâzıh tabir olunmak istenilirse yirmi beş yaşma varmamış kızlardır. Cumhurrreisleri, nâzırlar, vükelâ-yı ümmet, generaller, memurlar, âlimler, edibler hemen ekseriyet itibariyle zevcelerini onlardan intihab ederler.

Hâsılı şimdi Avrupa’da, Amerika’da ve mukaddemleri Hind’de, Yemen’de, Suriye’de, Mısır’da, İran’da, Turan’da, Yuna­nistan’da, Roma’da, Irak’ta, Endülüs’te, Semerkand’da İstan­bul’da maârifçe birçok vekâ-yi’ birçok meâsir görülür ve görül­müştür ki, hakikaten bizim tasavvurlar vücutlarını bile pek ko­lay tasdik edemez.

Asıl mesele ise burada emr-i tahsili o dereceye getirmek ne türlü esbâba mütevakkıf olduğunu bilmektedir.

İşte yalnız nazariyat itibariyle bakılırsa zamanımızın hikmeti bu maksada vüsül için tahsil-i cebrîden eşlem tarîk bulamamış görünüyor. Biz de bu kaidenin hukukça uğrayabileceği ta’rizattan kat’-ı nazar bugünlük ehven-i esbâb olduğunu kabul eyle­yelim.

Madem ki devlet Maârif Nizâmnâmesi’nde o kaideyi kabul etmiştir, demek olur ki, işin nazariyatına müteallik söylenecek bir söz kalmıyor.

Fiiliyata gelince dünyanın her tarafında olduğu gibi Türkis­tan’ın ukâlası nazarında dahi insaniyetin hayatı maârife merbut addolunduğu için herkes feragat köşesinde, rahat yatağında se­nelerce it’âb-ı efkâr etmek cihetiyle buraca ıslah-ı tahsil husu­sunda belki mekteplerin, medreselerin adedinden ziyade reyler peyda olmuştur.

Adem görülür ki Matbuat Nizâmnâmesi’nin tamamıyla ve hemen şimdiden fiile çıkarılmasını ister.

Adem görülür ki o Nizamnamenin birinci ve ikinci derecede tahsil için tayin ettiği mukaddemât ve fünûnu kifayetsiz addeder.

Adem görülür ki Nizâmnâmenin umûma ait olan cihetlerini defaten icra etmekle istihâle beyan eder de şimdilik yalnız Darülfünûn ve Darülmuallimîn gibi havâssm terakkisine hizmet edecek tesisat ile uğraşmak tarafında bulunur.

Âdem görülür ki tahsilin yalnız etfâle tamimine de kâil ol­maz da kemâlât-ı medeniyeyi mümkün olduğu kadar tesrî’ için yedi yaşından yetmiş yaşına kadar her muhtacı, hiç olmazsa geceler [i] camiler, kiliselere cem ederek cümlesini birden mebâdi-i tahsilden müstefîd eylemek isterler.

Daha bunu gibi birbirine mugayir fikirler, reyler, ta’dâd-ı kabil olamayacak derecede çoktur. İtikâd-ı acizanemize göre şu maârif hususu sahîhan âlemde mevcut olan mesâil-i siyase­tin cümlesinden mühim olduğu için o bâbda bir mütalâa beyan etmek istenilirse en evvel her türlü infıalât-ı nefsaniye ve hayâlât-ı şairâneden tecerrüt etmek ve güzel fikirler, güzel ar­zular taharrisinden ise bulunmuş veya bulunacak bir fikrin müsaade-i hâle göre fiilîyata tatbiki çarelerini düşünmektir.

İşte biz bu mülâhazata mebnî fetânet-i fevkalâdesine itimat ettiğimiz bir zatın fikrine iştirak eder de deriz ki; burada sahî­han maârifin terakkisi matlûb ise, devlet tarafından olsun halk cânibinden olsun öyle büyük büyük Darülfünûnlar, büyük bü­yük Darülmuallimînler yapmak veya her köyde bir mektep bulun­durmak veya herkesi okutmak gibi su’ûbeti icrââtını istihâleye düşürecek teşebbüsât-ı azîmeyi zamanına talik ederek şimdilik bir cüzî fedâkârlıkla velev yalnız İstanbul’da olsun birkaç tane muntazam sıbyan ve rüşdiye mektepleri hâsıl etmeye çalışmaktır.

Bir kerre bu hâsıl olur da herkes sıbyan mektebinden ço­cuklarını eline aldığı mektubu okumak ve isterse ufacık bir mektup yazabilmek ve hanesinin ahz ü i’tâsını hesap etmek gibi meziyyâta mâlik olarak çıktığını görür ve rüşdiyeden çıkan ev­lâdının gerek hizmet-i devlette ve gerek şâir yolda her ay iki üç bin kuruş kazanabildiğini anlarsa o zaman Maârif Nizâmnâme­si umûm arasında ‘mehd-i muntazar’ itibarını bulur. Herkes is­tida verir, para verir, her türlü fedakârlığını ihtiyâr eder, Ni­zâmnâmenin ahkâmı az zaman içinde fiile çıkar. O ahkâmda tebdile şâyân bir yer var ise fiilen sabit olur, ittizâsı icrâ edilir.

Leave a comment