# Etiket
#GÜNDEM #Türk-Birlikçilik

M. Tayyib GÖKBİLGİN: Ziya Gökalp’e Göre Halkçılık, Milliyetçilik, Türkçülük

Ziya Gökalp’e Göre

Halkçılık, Milliyetçilik, Türkçülük

M. Tayyib GÖKBİLGİN

 

Ziya Gökalp, Birinci Dünya Savaşının, milyonlarca masum insan ka­nının dökülmesine kargılık, neticede bir takım iyilikler de doğurmuş ol­duğuna inanmakda ve bu arada bir takım millî mefkürelerin yeni ülke­lerin meydana geldiğini daha doğrusu öteden beri mevcûd olan bazı mef­kurelerin yeni bir şiddet ve değer kazandığını kabul etmektedir.

Bu mefkûreleri iki hükümde toplanmaktadır : Halkçılık, Milliyetçi­lik. Bu mefhûmların, bu kavramların yeni bir kuvvet ve hayatiyet ka­zanması, düşünürler ve mütefekkirler için üzerinde düşünmeleri gereken bazı sorunlar ortaya koymaktadır. . . .

Evvelâ bu yeni ülküler millî yaşayış için ve beynelmilel hayât için zararlı mı, yoksa faydalı mı olacakdır?

İkincisi bu iki mefkûre arasında bir ahenk mi, uyum mu, yoksa çelişki mi vardır?

Ziya Gökalp Bey’e göre, mütefekkirler, (düşünürler) toplum hare­ketlerinin tabibleri, sağlık koruyucularıdır. Toplumun ruhunda kendili­ğinden doğan eğilimleri çabuklaşdırmak yahud ta’dîle çalışmak, yani top­lum olaylarını bir düzen içine koymak düşünürlerin borcudur. Bu vazife İlmî bir metodla ve incelikle yapıldığı takdirde cemiyet doğru bir yolda yürür. Yoksa en çıkmaz sokaklara sapar.

Bu iki meselenin halli için Ziya Gökalp, ilk önce halk ve millet kav­ramlarının İçtimaî tekâmülün çeşitli aşamalarındaki rollerini bilmeye ih­tiyâç gösterir. Zirâ, o sırada aktüel bir önem ve yeni bir kuvvet kazanan bu iki ülkü daha evvelleri de zayıf olarak da mevcuddu. Ve tarihin de­rinliklerinde bir takım canlı köklere mâlik idiler. Araştırmalar bu derin köklere kadar indirilemezse, beliren yeni gelişmenin niteliği anlaşılamı- yacağı gibi, ileride ne çeşit meyveler vereceği de sezilemez. Özet olarak denilebilir ki, yeni doğan ülküleri incelemek, toplum hayatının nereye doğru yöneldiğini aramak demek olacaktır. Bu işte başarı elde edebilmek için de, mutlaka, toplum hayatının hangi aşamalardan geçip geldiğini yani ne gibi bir tekâmül kanunu, processus takip ettiğine göre değişik­likler gösterdiğini az çok bilmek gerekir.

İşte, mütefekkirimiz, bu yüzden halk dindarlığının çeşitli İçtimaî merhalelerdeki vaziyetlerini tedkikle işe başlamışdır.

Bu konuda der ki, «Halkın cemiyet içindeki vaziyeti, İçtimaî tabaka­lar arasındaki silsile-i merâtibe tabîdir». Yani toplumdaki sınıflar ara­sında bir hiyerarşi düşünmek ve durumu buna bağlı göstermekdedir. Top­lumdaki tekâmülün her devresinde bir takım tabakalar birbiri üzerine istif edilmiş durumdadır. Ve bu tabakaların incelenmesi, bize halkın ne­den ibâret olduğunu gösterecek tek vasıtadır.

Ziya Gökalp, bu İçtimaî tabakalar bakımından cemiyetin altı aşa­ma, altı merhale geçirdiğini belirtmektedir.

  1. Semiye devri, Clan kabile devri : Bu devrede kabile içinde sınıf ve tabaka bulunmadığından ferdler arasında tam bir eşitlik vardır. Kabile­nin reisi ferdler arasında birincidir. Yani bir âile birliğidir. Kan da­vası, savaşmak gibi işlerde, elanın bütün ferdleri askerlik ile yükümlü­dür. Bu bakımdan böyle toplumlar ve halk bütün ferdlerin heyet-i mec­muasıdır.

Halkın dışında hiç bir sınıf, hiç bir örgüt yokdur. Her semiyye her elan başlı başına bir halkdır. Kabileler arasında, devamlı savaş hali var­dır. Her birisi kendi içinde halkçı, fakat dışa karşı emperyalist fütûhatcı karakterindedir.

  1. Kast Devri : Kavmî devletlerde cemiyet bir takım kastlara ayrı­lır. Eski Romalılarda Patricien ye Pleles kastları sınıfları ki, Emevî Halifeliği zamanında arab kavminde, Arab, Mevâli, ehl-i zimmet nam- larile üç kast mevcûddu.

Ziya Gökalp, eski Türkler hakkında, Göktürkler, Buyruklar, Karabu- dun adları ile yine üç kast mevcûd olduğunu bildirerek, Göktürklere son­radan Oğuzlar arasında, Ak denildiği ve böylece Akbudun, ya’ni Ak halk denilen soylular, asiller her türlü hakimiyet hakkına sahib bu tabakanın Romalılardaki patrisyenlere tekâbül ettiğine işâret eder. O halde Akbu­dun, kavmî bir devlet olan Göktürklerde, idare sınıfıdır. Fakat, demokra­tik bir hükûmetdir. Halkın öteki kısmı Karabudun, Karahalk denilen sınıf dır ki, Romalılardaki Pleles ve Emevîlerdeki ehl-i zimmet gibidirler.

Eski Türklerin ak ve kara diye ayırdığı bu iki halkı birbirinden ayı­ran nesebdir. Ak halk, devletin kurucusu olan bir kavimdir ki, hep aynı babadan gelmiş ferdlerdir. Kara halk ise, bunların soydaşları olmadıkları halde, bunlara kılıç kuvvetile tâbi olan aşiretlerden oluşmaktadır.

Orta tabakaya yani buyruk denilen ve Emevîlerdeki Mevâlilere te- kâbül eden zümreye gelince, bunlar aslında Kara-halkdan oldukları halde ana adlı yani hizmet eden ve memûr sınıfları ile Ak halka intisâb etmiş­lerdir. Ak halkın bazı şereflerine iştirak ederler.

Hükümdar Ak halkın müşavere ve mürakabesüe hareket eden meş­rutî bir başkandır. Fakat, hakimiyet, egemenlik yalnız Ak halka mahsûs olduğundan Kara halk her türlü vatandaşlık haklarından yoksun bir raiy- yet sınıfı niteliğindedir.

Ziya Gökalp, görüşlerini belirtdikden ve bu konuda bilgi verdikden sonra, kast teşkilâtının, bu gün, yani kendi devrinde en muntazam bir şekilde Hindistan’da câri olduğunu, daha evvel saydıklarında kastların az çok dinamik bir halde olduğu için katılaşamamış, tesellüb edememiş ol­duğunu, halbuki Hindistan’daki kastların, çok eski zamanlarda dinamik halden çıkarak statik bir duruma geldiklerini ilâve etmektedir.

  1. Tarîk Devri (izlenen yol anlamında) tanımlamaktadır ve düşünür­ler, bu konuda şu mütalâalarda bulunmaktadır. îslâmiyette Abbasilerle başlayan devir, kast usûlüne nihayet vermiş, Mevâlî yani arab olmayan müslümanlar siyasî bir fırka halinde örgütlenerek Emevî sultanını devir- mişdir. Bunlara dayanan Abbasî devletinde Abbasî hilâfetinden artık arablarla mevâli arasında hiç bir fark kalmamışdır. Sadece dinleri ayrı olan müslüman ve ehl-i zimmet tabakaları kalmışdır. Bununla beraber, müslümanlar arasmda ümerâ ve ulemâ adları ile iki tabaka meydana çık­mıştır ki, Osmanlı devletindeki seyfiye ve ilmiye tarîkleri bunun gibidir. Ziya Gökalp bu sebebden bu devri, tarîk devri diye tanımlamışdır. Artık herkes raiyyetdir. Demek ki, artık halk da vatandaşlık haklarına mâlik olmak için gerçek bir kısım bile kalmamışdır. Vatandaşlık hukuku sa­hibi, sadece seyfiye ve ilmiye tarikleri mensubları idiler. Çünkü, mev- kib-i hümâyûn yani hükümdarın maiyyeti yalnız bunlardan müteşekkil­di. Vatandaşlık hakları ise sadece mevkib-i hümâyûna inhisar ediyordu. Herkes kul durumunda sayılmaktadır. Abbasî devletindeki Araplar ve Osmanlı devletindeki Türkler, eski dedeleri gibi Ak budun veya Ak halk diye mahkûm kavimlerden tefrik edilmemekde, eski vatandaşhk haklarım da büsbütün kaybetmekde idiler.

Mütefekkirin, bu devirde halkın hükümdar arasından hiç bir mura- kebesi bulunmadığı için hükümet şeklinin autocratie, farsça tâbiri ile hod fermâlık olduğunu belirtir.

Hükümdar âilesinden başka hiç bir âile yokdür. îdare ile ordu men- şeileri olmayan, asılları bilinmeyen âilesiz ferdlerin devşirmelerin elin­dedir. Bütün insanlar pâdişâhın kulu, raiyesi idiler, Seyfiye ve İlmiyeden olanlar ise, bu kullar arasmdan en mümtaz olanlardan ibaretti. Demek ki, bu devirde halkçılık büsbütün yok olmuş, emperyalizm ise bir kuvvet intisab etmişdir.

Ziya Gökalp merhum, bu konuda şu açıklamaya da lüzûm görmek­tedir. Ve demekdedir ki, bu devirde düzenli bir şekilde câri olan .zeâmet usûlünü ki, Osmanlı imparatorluğunda dirlik sistemi halinde gelişmiş bir şekilde Avrupadaki feodalizme benzetmek doğru değildir. Çünkü si­pahilerle zaimler, sancak beğleri ile beğlerbeğilerin makamında idiler. Sipahiliğin, zaimliğin birçok ahvâlde irsî olması onlara batıdaki gibi bir senyörlük niteliği veremez, sancak beğleri ile beğlerbeğilerin ise irsî ol- mayup mensup bulunması neticesi olarak devlet, siyasî bir merkeziyete malikdi. Dolayısiyle merkezdeki hükümet çok kuvvetli idi. Yükselme dev­rindeki Osmanlı fütûhatı, merkezin bu kudreti sayesinde vukubulabil- mişti.

  1. Derebeylik Devri : Ziya Gökalp Bey, halkçılığın tarihî seyrini izah ederken bu dördüncü devredeki gelişmeyi münhasıran Osmanlı tarihinin hadiselerini misal göstererek açıklamaya çalışmıştır.

Düşünürümüzün bu konudaki görüşleri meşhûrdur : Yavuz Sultan Selim, Kürdistan’ı îdrisi Bitlisî’nin hakimâne ve raiyeti ile sulhen feth ettiği zaman, onun tavsiyesi ile buradaki Kürd beylerine yurdluk ve ocaklık adı ile bir takım imtiyazlar vermişdi. Mısır’ın fethinden sonra oradaki Kölemen ocağını olduğu gibi bırakmıştır. Garb ocaklarının do­ğuşu da bu zamanlarda başlar. Bu bakımdan, Yavuz Sultan Selim’in sal­tanatı zamanında Osmanlılığın eski teşkilâtı arasına, ona aykırı yeni bir teşkilât girmiş oldu. Bu ikisi arasındaki farkı anlamak için ona, Aynî Ali Efendi Kanunnâmesindeki şu kaydı bir misâl olarak gösterir, (s. 29, Eyâlet-i Diyarbekir) Osmanlı sancağı sekiz ekrad beyi sancağı ve beş hükûmetdir. Bu sekiz ekrâd sancağı hin-i fetihte gerçi sancak tarîkiyle verilmişdir. Sancak itibar olunur. Lâkin yurdluk ve ocaklık üzere olup azl u nasb kabûl etmezler. Fevt oldukda vali arzile oğullarına verilir. Harice verilmez. Lâkin sancaklar ebvâb-i mahsulâtı tahrir-i defter olu­nur. îçinde zeâmet vardır. Sefer oldukda, zuema ve erbâb-l timârı ve alay beysi ile konup göçüp bayrağı altında sefer-i hizmetin edâ ederler.

Ferman olan hizmete gelmezler ise sancağı oğluna veya akrabasına verilir. Amma hükümetler tahrîr olunmuşdur. İçinde zeamet ve timâr yokdur. Hükümetleri mülkiyet üzere zabt ve tasarruf ederler. Mefrûzü’l- kalem ve maktu’ü’l-kadem ebvâb-ı mahsulâtı her ne ise kenduler mu­tasarrıf dır»).

Bu tarihî kaydı Yavuz Sultan Selim’den sonra bazı vilâyetlerde Os- manlı sancağı, yurdluk ve ocaklık ve hükümet adları ile üç türlü sancak bulunmasını devlet teşkilâtında, halk idaresinde yeni bir zihniyet, yeni bir sistemin tesisine bir delil gibi gösteren Ziya Gökalp merhûm, daha sonra İdarî teşkilâtda vuku’bulan bu değişikliğin sancaklara mün­hasır kalmadığını, eyâletlerin de has ve saliyâne suretile iki türlü ida­resini zikr etmek ve ikisi arasındaki farkı belirtmektedir. Bilindiği gibi saliyâne ile olan beğlerbeğilik bütün gelirleri pâdişâh tarafına, yani ha­zine tarafından zabt edilüp beğlerbeği, sancak beyi ve kul taifesine, elde edilen eyâlet gelirinden sâliyâne ve ulûfe verüir. Halbüki has ile olan eyâletler, havass-ı hümâyûn, havass-ı irâd-ı viizerâ ve zeâmet ve timâr- lar olmak üzere üçe taksim olunur. Ve gelirleri bunlar arasında bölüşü­lür.

Yavuz Sultan Selim’den önce sadece haslı eyâletler vardı. Sâliyâneli eyâletler kanunu Sultan Selim zamanında feth edilen Mısır, Bağdad, Basra, Lahsa, Yemen, Habeş, Cezayir, Trablusgarb, Tunus eyâletleri idi.

Aynî Ali Efendi risâlesine müracaat ve istinad eden Ziya Gökalp iza­hatını şöyle sürdürüyor; Bu sâliyâneli eyâletler mülkiyet üzere, yani emâneten idare olunur, bazısı da valilere iltizama verilirdi. Meselâ Basra mülkiyet üzere zabt olunurken sonradan eyâlet olmuş, hazine defterda­rına ikâme edilmiş, bütün arazi valiye iltizama verilmişdi ki, geliri on yüke bâliğ oluyordu. Habeş eyâleti ise mülkiyet ile idare olunur. İltizam değildir.

Mütefekkirimiz, bu kanunnâmedeki şu kayda da dikkati çekmekte­dir : Bu eyâletlerin bazısının ara sıra -ki on yedinci yüzyıldan itibaren- dir- mütesellimin eline geçtiği, Cezayir, Trablusgarb ve Tunus’un bir nevi tam muhtariyete kavuştukları görülmektedir.

Ziya Gökalp, Yavuz Sultan Selim’le başlayan yeni devreye, Kanunî Sultan Süleyman’ın da, bu konuda, yeni özellikler getirdiğini şöyle be­lirtmektedir : Evvelce Enderûn-ı hümâyûna, Galatasaray’a, Acemi oğ­lanlar kışlasına yalnız devşirme çocuklar dahil olabilirdi. Kanunî Sultan Süleyman bu hakkı, kapukulu ocakları erkânının oğullarına da teşmil etti. Bu sûretle devlet adamlarının çocuklarından mürekkeb olan müte­ferrikalar sınıfına ilâveten ocakzâdeler adı ile imtiyazlı bir zümre daha meydana geldi. Eski teşkilât yavaş yavaş değişiyordu. Meselâ zengin zeâmetlerin veya tim arların hazîne tarafmdan zabt edilerek iltizam sû- retile idaresi daha sonra bunların malikâne mukâta’aları şekline dönüş­türülmesi, hem devlet askeri olan sipâhilerin azalmasını, hem de taşrada bu malikâneleri ele geçiren bir takım nüfuzlular m zuhûrunu mucib olu­yordu. Nihayet, şehirlerde ve kasabalarda vergilerin ahalice tevzi’i vazi­fesi ile mükellef olmak üzere ileri gelen kimseler arasmdan seçilen ayan­lık müessesesinin ihdası memleketde a’yan nâmile gerçek feodal sınıfla­rın zuhûrunu doğurdu. Bundan başka Trablusgarb’da Karamanoğulları, Tunus’da Menemenoğulları gibi sülâleler kuruluyordu. Bir takım valiler de cebir yolu ile memleketlerini irsî bir şekle koymaya çalışıyorlardı.

Ziya Gökalp netice olarak şunu söylemektedir : Zeâmet devrini ta­kip eden bu derebeylik devresi, Osmanlı devletinde hakiki bir feodalizm aşamasıdır. Ancak, feodalite Avrupa’da resmî ve hukûkî bir teşkilât ha­linde mevcûd olduğu hâlde, Osmanlı câmiasında gayr-i resmî ve spon­tane bir teşkilât mahiyetinde kalmışdır.

Bu konuda, mütefekkirimiz görüşlerini şöyle açıklamaktadır :

Derebeylik devri, siyasî üstünlük bakımından Osmanlı imparator­luğu için çok zararlı olmuştur. Siyasî ve askerî. çöküntü bu devirden iti­baren başlamışdır. Ancak asalet duygusunun halk arasında yayılması bakımından az çok sosyal bir fayda sağlamışdır.

Zeâmet devri dediği timâr sistemi devrinden Osmanlı imparatorlu­ğunun tek bir âile, yani saltanat hanedanı vardı. Herkes bu hanedanın, Âl-i Osman sülâlesinin kast kulları, hizmetkârları mahiyetinde idiler. Derebeylik devrinde ise, ayan adını alan bir takım türedilerle diğer mü- tegallibeden olan derebeyiler, hanedanlık, asalet iddiasına kalkışdılar. Bunlar bir tarafdan malikâne mukataalarmı, diğer eihetden de mütesel- limlik, voyvodalık, sancak beyliği hatta beğlerbeyliği makamlarını irsî bir sûretde ele geçirdikleri zaman, timar sistemi devrindeki ümerâ gibi kulluk ve bendelikle iftihar etmiyorlar. Belki kendilerinin de, şeref ve asalete maİik birer hanedan olduklarını ileri sürüyorlardı. Binaenaleyh, artık, raiyyet ve kulluk hasları yerine hürriyet ve asalet duyguları uya­nıyordu. Böylelikle, hanedanlık iddiasmda bulunan birçok yeni âileler ve ocaklar teşekkül ediyordu. Bu âileler artık raiyetlikden çıkmışlar, ken­dileri bizzat raiyyet ve asker sahibi olmuşlardı. Artık, pâdişâhlar Ana­dolu’nun ve Rumeli’nin başlıca ayanları ile müşâvere etmeden mühim bil­işe teşebbüs etmiyorlardı ki, Ziya Gökalp, bu konuda XIX. yüzyıl başla­rında devletin mütegallibe ile yapmak mecburiyetinde kaldığı «sened-i ittifak» diye meşhûr olan, anlaşmayı telmih etmektedir. Mütefekkirimiz bu sûret usûlünü’meşrutiyetin küçük bir mukaddimesi saymaktadır ki Yavuz Sultan Selim’in Kürdistan’da kabûl ettiği yurdluk ve ocaklık ve hükümet müesseselerinin adeta bir maya vazifesi göstererek feodal teş­kilâtın memleketin her tarafına yayıldığını belirtmektedir. Bu sırada ya­vaş yavaş ilmiye ve meşâyih tarîklerinden de ocaklar, ilm ü tarîkat ha­nedanları zuhûr etmekte idi.

Ziya Gökalp merhûm, bu sûretle halkın zadegân ve avâm olarak ye­niden iki gurupta toplandığını ve dolayısiyle bu devirde kısmî bir halk­çılığın doğduğu görüşünü savunmakda, zâdegânı eski deyimle Ak halk avamı da Kara halka benzetmek mümkün olabileceğini ileri sürmekte­dir.

  1. Sınıf devri : Tanzimat, bir tarafdan raiyetliği, öte yandan zinımiliği kaldırmış halkçılığa doğru iki büyük adım atmış oluyordu. Bu girişimler, ayanların elde ettiği asalet ve hürriyet sınıflarının memleke­tin genel idaresinde oy sahibi olmuş haklarının, diğer tabakalara da teşmili demek gibi idi.

Mütefekkirimiz, bu noktada şu görüşü belirtir ki, yani, «zaten de­mokrasi bütün halkın aristokrat olması demekdir» derken halkçılığı de­mokrasi kelimesi ile eş manâda tutmaktadır.

Öte yandan, Tanzimat ve meşrutiyet hareketlerinin, herkesi siyasî sahada eski ayan derecesine çıkardı diye bir hüküm verirken, şu görüşe de yer vermektedir : «memleketimizde derebeylik devri yaşanmış olmasaydı dirlik sistemi devrinden meşrutiyet devrine atlamak hiç bir sûretle müm­kün olmayacakdı. Derebeylik devri milletin bu bölümünde hürriyet ve asalet devirlerini doğurmuş ve gelişdirmiştir. Sosyal kanunlar gereğin­ce, toplumun diğer kısımları da böyle bir yükselmeye hazırlanmışlardı. Ve nihayet avam adı verilen büyük kütle ayan ve zadeganlarla siyasî hak­lar bakımından eşit olunca, halk adını almışdı. Siyasal alanda eşitlik tesisine çalışan tanzimat ve meşrutiyet hareketleri Osmanlı imparator­luğunda siyasî halkçılık, yani democratic politique tarzını temamen uy­gulamaya gayret gösteriyordu. Sadece kapitilasyonlar sebebiyle, yaban­cılardan bazı cemaatler siyasî imtiyazlara mâlik bulunuyordu.

  1. Meslek devri : Ziya Gökalp Bey, Birinci Dünya savaşının son se­nesinde Trablus’un artık siyasî anlamda halkçılık devrini yaşadığını ka­bûl etmekde, ancak, cemiyetde yine de bir takım İktisadî tabakalar mev- cûd olduğunu belirtmekde ve bunlara sınıf denildiğini söylemektedir.

Bu ekonomik sınıfları şöyle sıralamaktadır[1] : 1 – Büyük eşrâf, ya’ni Büyük burjuvazi, 2 – Küçük eşraf, yani küçük burjuvazi, 3 – Gündelikçi, emekçi, yani işçilerdir.

Mütefekkirimiz, İçtimaî halkçılık ile solidarizm dediği tesanüd, da­yanışma hareketini aynı şey sakmakda ve bu hareketin, eski devirlerdeki siyasî tabakalar gibi bu İktisadî sınıfları da eritmek amacına yöneldiğini ileri sürmektedir. Ona göre, siyasî halkçılık, herkesi siyasî hukuk bakı­mından ayanlar derecesine çıkarmışdı. İçtimaî halkçılık ise, herkesi eko­nomik ve kültürel bakımdan eşrafa eşit yapmak istemektedir. Halkçılığın temelinde, toplum içinde, kabile, kast, ocak, sınıf gibi bir takım inhisarcı veya imtiyazlı zümre ve tabakaların bulunmaması yatmaktadır.

Bu konuda, daha sonra düşüncelerini şöyle sıralamaktadır : «Halk­çılık, ayırıcı zümrelerin yerini, toplumun ferdlerini birbirlerine sıkı bağ­larla birleşdiren meslek gurublarının almasını ön görmektedir. Çünkü, cemiyet sosyal bir organizmaya benzetilirse, bu uzviyetin birer hayatî vazife gören gerçek organları ancak meslek gurupları olabilir. Bu ba­kımdan toplumlar tekâmül ettikçe iş bölümü ve ihtisas müesseseleri git- dikçe derinleşir ve meslekî örgütler gitdikçe daha sıkı bir dayanışma ve daha büyük bir önem kazanır». Sonuç olarak, şöyle demektedir : «İşte bu muhaberenin kuvvetlendirdiği iki mefkûreden birisi meslekî teşkilâtların hakimiyete dayanan bu siyasî ve İçtimaî halkçılıkdır».

Ziya Gökalp Bey’in milliyetçilik konusundaki görüşlerine gelince:

İlk önce, milliyetçiliğin ne sûretle doğduğunu ve halkçılık mefkuresi ile ne gibi ilişkileri bulunduğunu araştırmakla sözlerine başlamakta, son asırlarda devletlerin nasıl bir gelişme gösterdiğini izaha çalışmaktadır. Ona göre, devletlerin uğradıkları değişmelerde birbirine zıd iki temâyül göze çarpmaktadır : Bir taraftan küçük devletler birleşerek büyük bir devlet şekli alırken, öte yandan da büyük imparatorluklar parçalanarak küçük devletlere bölünmüştür. Meselâ yüzyıllardan beri küçük devletler hâlinde, yâhud komşu devletlerin birer vilâyeti gibi yaşayan İtalyan mil­letinin birleşerek İtalya ittihadını vücûda getirerek büyük bir İtalya devleti doğduğu gibi, Almanya devleti de pek çok küçük Alman devlet­çiklerinin, Prusya kralının önderliği altında, Alman ittihadını meydana getirmekle, ortaya çıkmıştır. Bu iki misâlin devletlerin gelişmesinde bir temâyülü gösterdiğine işâret eden düşünürün bunun aksine vuku’bulan gelişmeleri de şöylece belirtmektedir : Meselâ, Osmanlı imparatorluğu, Romanya, Hırvatistan (Bugünkü Yugoslavya), Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk gibi bir çok devletleri doğururken, Hasburglarm Avusturya imparatorluğu da, Macaristan, Çekoslovakya gibi’ devletleri meydana getirmiştir. Aynı suretle tam o sırada Bolşevik ihtilâlini yaşayan Çarlık Rusya da başta Ukranya olmak üzere Polonya, Finlandiya, Kafkasya ve müteaddid Türkistanlar olmak üzere bir çok yeni devletler çıkmakta idi.

Bu iki türlü gelişme, devletlerin gelecekde alacakları şekil hakkında iki nazariye doğurmuştur. Auguste Comte, Rönesans ve Reform gibi sos­yal devrimlerden sonra, Orta çağdaki Hıristiyan ümmeti ile ona daya­nan mukaddes imparatorluğun dağılmasını göz önüne alarak, istikbalde büyük devletlerin parçalanması ile siyâsi varlıkların Holanda gibi küçük devletlerden oluşacağına hükmetmiştir.

Bunun aksi tezi, bir Alman mütefekkiri ileri sürmüş, gelecekte kü­çük devletlerin büsbütün ortadan kalkması ile sâdece büyük imparator­lukların, büyük devletlerin kalacağım iddia etmiştir.

Ziya Gökalp’a göre, birbirine zıd gibi görünen bu iki hareket, aynı cereyanın diğer türlü tecellisinden başka bir şey değildir. Devletler ge­nel olarak, ne büyümeğe, ne de küçülmeğe doğru gidiyor. Belki küçüklü büyüklü bütün devletler millileşmeğe doğru gidiyor. Bir milletten olup da, ayrı ayrı devletler arasında paylaşılmış olan memleketler, Almanya ve İtalya’da olduğu gibi, millî bir bayrak altında birleşerek büyük bir devlet vücuda getiriyorlar. Halbuki, bir çok milletleri içine almış olan büyük imparatorluklarda, Osmanlı imparatorluğu ile Avusturya impa­ratorluğunda olduğu gibi, parçalanarak millî devletlere ayrılıyorlar. De­mek ki, ilâve ediyor Ziya Gökalp, Devletlerin istikbâli, genel olarak, bü­yümek veyahud küçülmek değil, bugün bir yandan bir çok milleti sine­sinde toplayan imparatorlukların parçalanması, diğer yandan da aynı milletten olan küçük devletlerin birleşmesi, yâni her iki durumda da mil­lî devletlerin vüeud bulması şeklinde düşünülebilir. İleride devletlerin si­yâsî hududları mületlerin sosyal hudutlarına uygun olarak belirlenecek­tir.

Ziya Gökalp, devletlerin böyle bir istihâleye uğramasının sebebini anlamak için devlet mefhumunun çeşitli sosyal durumlardaki tiplerini incelemek gerektiğine inanmış, toplumları aşiret ve devlet olarak iki si­yâsî grupta toplamış, devleti de kuvvetli devlet, imparatorluk ve millî devlet olarak üç türlü mütalea etmiştir. Aşiretlerde ne kavmin ne de ferdin hakları yoktur. Yalnız Klan’m, semiye’nin hukuku vardır ki bu da, kan davası şeklinde tecelli eder. Bir toplumda kan davasının izleri büsbütün ortadan kalkmamış, bunun yerine vekâyete, amme tarafından verilen cezalar yerleşmişse, o toplumun aşiret halinden devlet şekline geç- diğine geniş bir şekilde hükm edilebilir.

Kuvvetli devlet tipinde devlet, Ak halktan oluşan kuvvetli bir ordu­ya dayanır. Devletin temeli, koyu bir halkçılıktır. Yani halkçılığla ka- vimcilik birleşmektedir.

İmparatorluk devrinde devlet, -İslâm dünyasında saltanat şeklinde ifâde edilmektedir- muhtelif kavimlerden toplanmış karışık bir orduya dayanır. Ziya Gökalp’e göre, Emevî hilâfeti kavmi bir devlet olduğu gibi, yalnız Araplardan toplanmış kavmi bir orduya istinad ediyordu. Abbâsî hilâfeti ise bir saltanat niteliğinde olduğu cihetle Arap ordusundan baş­ka, hıristiyanlardan, Berberilerden ve Türklerden de ordular kurmuştu. Selçuklu saltanatı da böyle idi.

Ziya Gökalp merhûm, bu konuda, Nizamülmük’ün Siyâset-nâmesine telit bir orduya dayanmaktadır. Dolayısıyla bu devlet, bir kavmin ka­vimden olmasını sakıncalı görmekte Horasanlı, Deylemli, Gürcü gibi çe­şitli kavimlerden oluşmasını şart koşmaktadır. Keza, aynı şekilde Arap, Kürt, Rum, Taberistanlı vesaire gibi, imparatorluk haklarından her sene beş yüz beyzâdenin, rehine kabilinden saraya getirilerek sarayın muha­faza hizmetinde kullanılmasını, ancak sene sonunda yenileri gelince, es­kilerin yerlerine gönderilmesini bir ihtiyâtî tedbir olarak gerekli oldu­ğunu bildirmektedir.

Siyâsetnâmenin diğer bir yerinde de, Hükümdar sülâle akrabaları olan Türkmenler, her ne kadar usanç verecek bir hâle gelmişse de dev­lete itaatlerini ve bağlılıklarını sağlamak üzere bunlardan da 1.000 gen­cin saraya alınmasını tavsiye etmektedir.

Özet olarak denilebilir ki; imparatorluk kavmi bir orduya değil, muh­telit bir orduya dayanmaktadır. Dolayısıyla bu devlet, bir kavmin ka­rakterine, kamu oyuna (efkâr-i umûmiyesine), hırsına, kültürüne bağlı kalmaz. Askerlikçe, halita halindeki bir orduya güvendiği gibi, ekonomi bakımından da, halita halindeki bir halka dayanır. Ona göre, kavmi kül­türlere değer vermiyerek, sâdece kavimler arası bir mâhiyette olan bir kültüre ve edebiyata riâyet gösterir. Osmanlı imparatorluğu için de bu görüşler geçerlidir. Türk halkı da, bu imparatorlukda diğer kavimler gibi raiyyet hayatı yaşamıştır.

Ziya Gökalp, millî devletin esasları bahsine, Avrupa’da topun icâdı neticesinde millî orduların kurulması olayı ile girmektedir. Ona göre, bu sûretle hükümdar, halk ile bütünleşmişdir. Millî devletin kurulmasını doğuran unsurlardan birini de, matbaanın icâdı göstermektedir ki, gaze­tenin meydana çıkması, halk lisânında yazıldığı ve halka hitâb ettiği için halkın duygularını uyandırmaya başlamıştır. Binaenaleyh, gazete halka hitâb ederken millete değer vermeye, millî duyguları geliştirmeye çalışıyordu. Böyle bir ortamda, içtimâi iş bölümünün güçlenmesi, ortak duyguların etkinliğini azaltarak, ma’şerî vicdan dediğimiz toplum yargı­sının yanında, meslek vicdanını ve ihtisâs ruhunu uyandırmış oluyordu. Bunun sonucu olarak da, ferdî şahsiyetler teşekkül edince, artık salta­natın otokrat hüviyeti ile ümmet ruhunun an’anaci ve fıkıhcı özelliği ruh­lara ağır gelmeğe başladı. İlmin tenkide, siyâsetin murâkabeye tâbi, ol­ması gereği duyuluyordu. Aynı sûretle iskolastik felsefe yerine tecrübî ve müsbet bir ilmin yerleşmesi lüzumlu görülmeğe başladı. Ziya Gökalp’a göre, yeni ihtiyaçların neticesi olarak meşrûtiyetin ve maârifin fikir­leri kıymet kazandı ve imparatorlukların dağılması ile millî devletlerin kuruluşu şu dört müesseseden doğdular :

  • — Askerlik yükümlülüğünün genelleşmesi ile ordunun millîleş­mesi,
  • — Meşrûtiyet (Daha sonra Ziya Gökalp samimî bir Cumhuriyetçi olacaktır)
  • — Basının özgürlüğü,
  • — Maarifin taksîmi.

Bu dört müessesenin her devri de hükümetin millî bir amme efkârı­na dayanmasını gerektiriyordu. Halbuki ilâve ediyor, millî amme efkârı ise millî kültürle millî karakterden (hars, seciye) oluşmaktadır. Demek ki millî devlet, hükümetin bir millî seciyeye istinat etmesinin bir netice­sidir. Meşrûti bir devlette, -elbette cumhûrî devlette de- hükümet halkın hâkimi değil, hâdimidir.

Ordu, halktan terekküb ettiği gibi, gazetede halkın dili, duygusu hakkındadır. Bu bakımdan, böyle bir devlette halkın ortak duyguları, yani millî karakteri devletin istinatgâhı olmadığı takdirde hiç bir devlet pâyidar olamaz.

Ziya Gökalp Bey, bu konuda, gerçek milliyetçilik hâkim olduğu, yani, emperyalizm ruhuna kesin bir sûrette son verildiği zaman, toplum­lar arasında dış barış hakiki bir şekilde hükümran olacaktır dedikten sonra, gerek milliyetçilik, gerek onun zaruri bir neticesi olan halkçılık hem ayrı ayrı her millet için, hem de medeniyet grubunun milletler arası asayiş ve nizamı için çok faydalıdır, görüşünü savunmakta, zâtden sos­yal gelişmenin açık bir şekilde bu neticeye doğru gitmesi de toplumlar için kemâlin, olgunluğun son mertebesinin milliyetçilik ve halkçılık ol­duğunu göstermektedir demektedir.

Büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp, Türkçülük konusunda da geniş açıklamalarda bulunmuş ve görüşlerini muhtelif vesilelerle uzun uzadıya tafsîl etmiştir. Türkçülüğün mâna ve muhtevâsı, Türkçülük nasıl doğdu, Türkçülüğün Turancılık ile alâka ve münâsebetleri ve benzer sorunları münâkaşa konusu yapmıştır.

Türkçülük nedir? diye bir soru ortaya atmış ve bunu daha önce, sa­vunduğu «Yeni Hayat» hakkmdaki görüşlerinde savunduğu fikirlere bağ­lamıştır. Bu görüşleri «gerçek değerlerin aranılması ve yeni bir Türk medeniyetinin yaratılması» olarak belirttiği gibi, «hakiki medeniyet an­cak yeni hayatın inkişâfıyla başlayacak olan Türk medeniyetidir» diye­rek fikirlerini daha net bir şekilde ifâde etmiştir. Ona göre, aradığımız millî hayatı milletin vicdanında bilinç altında mevcud telakkî ediyoruz ve bu şuursuz vicdânı şuurlu bir hâle getirmeğe Türkçülük adını veriyo­ruz.

Bu konuyu daha açık bir şekilde münâkaşa ederken de, Türkçülük hareketinden önce, memleketimizde birbirine aykırı olan iki irfaıi, iki zıddiyat, yâni ümmet irfânı ve tanzimat irfânı, tanzimat zihniyeti mev- cud olduğunu, bunların her ikisinin de Türk’ün samimî hayatma ma’kes bulunmadığını, Osmanlı Türklüğünün vücûda getireceği harsın kendi si­nesinde doğması gerekli ve millî mâhiyeti hâiz bulunması icâb ettiğini belirtmektedir.

Ziya Gökalp, tanzimat hareketinin batılılaşma akımının aleyhinde gö­rünmekte ve tanzimatçıları «asr-ı medenînin sahte mümessilleri» say­makta idi. Avrupa’nın özellikle zahiri yaldızlarını, süse, sefâhate âid nefîselerini taklîd ederek bâtının ilmî usullerini, felsefî görüşlerini, tek­nik, bedîî ve ahlâkî endişelerini hakkıyla temsil etmeğe aslâ çalışmadık­larını iddia etmektedir. Ahlâkî endişe derken, hiç kuşkusuz, düşünce özgürlüğü, salâbet-i ahlâkiye diyebileceğimiz doğru dürüst, hile ve yalana sapmayan bir karakter kast etmektedir. Daha sonra şöyle devam etmek­tedir :

«Türkçülük, Türkler için doğru duymak ve doğru düşünmek yoludur. Doğru duymak, kıymet hükümlerinde değer yargılarında hata etmemek, doğru düşünmek ise, objektif yargılarda, şeniyyet hükümlerinde isâbet göstermektir. Dinî, ahlâkî, bedîî kıymet hükümleri bizden sâdece doğru duymayı ister, İlmî, teknik düşünceleri ise, doğru düşünmeyi taleb eder. Nefsî duygular dediği sübjektif hislerin millî ve şe’ni fikirler dediği ob­jektif düşüncelerin beynelmilel bir nitelikte olmasından dolayı, insanın doğru duyması kendi milleti gibi hiss etmesi demektir. Doğru düşünmesi ise, bütün insanlık câmiâsı ile birlikte ilmî ahvâle bağlı kalarak muhâkeme etmesi demektir,

Ziya Gökaİp Bey bu açıklamalardan sonra, şu görüşe yer vermekte­dir : Türkçülük evvelâ yeni hayat adim alan felsefî bir akım şeklinde baş­lamış, sonra, sosyoloji ilminin vâsıl olduğu neticeye kendi kendine ulaş­mış hayatî bir harekettir.

Öte yandan, O, Türkçülük cereyanının mâhiyetini anlamak için, genç­lik buhranı dediği fenomeni incelemek gerektiğine inanmış, gençlik buh­ranını din buhrânı, ahlâk buhrânı, dil buhrânı ve güzel san’atlar buhranı vesâire gibi özel bir takım bunalımlardan oluştuğunu kâbûl etmiştir.

İnsanın inanacağı bir hükiim, ya bir kıymet hükmü (değer yargısı), yâhut bir şeniyyet hükmü (realite, objektif yargı) dür. Kıymet hükümle­rinde hâkim örf; şeniyyet hükümlerinde ise hâkim akıldır. Bu bakımdan, ne örfe aykırı bir değer yargısına, nede akla aykırı bir şe’niyet hükmüne inanmak mümkün değildir.

Islâmiyetteki emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker, yani, ma’rûfi emr ediniz,; münkiri nehy ediniz, düsturu buna tamamen uygundur. Ziya Gökalp’e göre, İslâmlığın bu gerçekte müşbet bir sosyoloji ilmî ile birleşmesi dinimiz için önemli bir mazhariyettir.

İslâm dininin akıl ile örfe dayandığının meydâna çıkması, yalnız din buhranına bir devâ olmakla kalmaz, aynı zamanda bir taraftan enternas- yonellik fikrinin, öte yandan miiliyet ülküsünün dinî bir değer kazanma­sına sebeb olur. Çünkü mâdem ki, akıl ve bunu temsil eden müsbet ilimler beynelmileldir, o halde, biz müşterek dine mâlik olan İslâmî topluluk ol­duktan başka, bir de müşterek bir akla mâlik bulunan international bir uygarlık âilesine mensubuz. İslâmlığın «ilm Çinde bile olsa arayınız» vecizesi, bize aklın ve ilmin beynelinilel olduğunu gösterir.

Ziya Gökalp,. örfün mi‘yarını veed, entousiasme olarak tarif etmiş, bir işi yaparken, toplumun ruhunda vecd denilen meraklı galeyan, çoşku doğuruyor ise, o iş «ma’rûf»dur. Tersine mevcud olan entousiasme’i söndürüyörsa «münkir»dir.

Örf müşahhas bir cemiyetin vicdanındaki vecidle tayin olununca, örfün millî olduğu. gerçeği de meydana çıkar. Bu konuda mütefekkirimiz daha başka izahat- verdikten sonra, mütalealarını şöyle bağlamaktadır :

O halde, bazı . mutaassıb fanatik. kimselerin, İslâm dini milliyetle yâhut batı uygarlığı ile bağdaşamaz demeleri doğru değildir. Islâmcılık, Türkçülük, medeniyetçilik, bu üç mefkûre, Türklerin ne için yaşamaya sâlih olduğunu gösteren üç büyük kuvvet kaynağıdır.

Ziya Gökalp Bey, Türkçülük hakkmdaki görüşlerini açıklarken, Tu­ran ve Turancılık fikirlerine de uzun uzadıya temas etmiştir:

Bilindiği gibi vaktiyle İranlılar, Türklerin yaşadığı bölgeye Turan derlerdi. Türkiye nasır ki Türklerin yurdu ise, Turan kelimesinin ilk unsuru olan Tur-hecesi de Türk kelimesinin hafifleşdirilmiş bir şeklidir. Binaenaleyh o da Türk yurdu demektir. Ancak, o, şu farkı tebarüz ettirmektedir; Bu gün Türkiye’de Türk kavminin yalnız bir kısmı yaşadığı halde, o zamanki Turan’da, bütün Türkler beraber bulunuyorlardı. Binaenaleyh, Turan kelimesi bütün Türkleri toplayan, büyük bir kavmî zümrenin, adıdır. Bu kelime aynı zamanda, bu millet grupunun genel va­tanına yâhut bu günkü ıstılahla bu büyük yurddaki bütün Türklerin meydana getirecekleri birliğe de âlem olabilir. Turan kelimesinin Ziya Gökalp devrindeki anlamı, özellikle, bu Türk birliği medlûlünden iba­rettir.

Eski İranlıların Turan nâmını verdikleri topluluğun hangi kavim­lerden oluştuğu hakkında başlıca, üç nazariye, teori mevcud olduğunu, bunlardan birinin Ural-Altay tesmiye edilen lisanî birliğin başlıca dört kavimden yani Türkler, Moğollar, Mançu ve Tunguzlar, Finliler ve Macarlardan ibâret olduğunu belirten mütefekkirimiz, netice olarak, kendi fikrine göre, Turan kavramının bu gün fiilen Türkçe konuşan gerçek Türklere delâlet ettiğini söylemektedir.

Türklerin, bu gün, konuşmakta oldukları büyük Türk lehçelerine göre, dört şubeye ayrıldığını, bunların da Yakutlar, Özbekler, Kıpçaklar ve Selçuk Türkleri olduğunu .ve Özbeklerin Çağatay Türkçesini, Kıpçaklarm da Tatarcayı temsil ettiklerini söyleyen Ziya Gökalp, bu Türk şubeleri hakkında izahat verdikten sonra, görüşlerini şöyle sürdürmek­tedir : Osmanlıcanın yani bu günkü Türkiye Türkçesinin Azeri lehçesi­nin yerine kâim olması son zamanlarda Kafkasya’da görülmeğe başladı. Bir süreden beri Kafkasya’da bir çok edebî mecmualar ve gazeteler, Tür­kiye Tiirkçesi lehçesinde yayınlanmaktadırlar.

Azerbaycan Türkleri dil ve mezheb itibariyle Kafkas Türkleri ile aynı oldukları için, yakm bir zamanda bu yayılmanın Azerbaycan sahasına da sirayet edeceği umulur. Demek ki Osmanlı dili, bütün Selçuk lehçe­lerini temsil etmek hakkını hâizdir. Yani, Türkiye Türklerinin kültürü harsı, bütün Selçuk Türkleri arasında kendiliğinden yayılarak bu gru- pun ortak kültürünü meydana getirmektedir. Kendi kendine oluşan bu kültür birliği, Turancılığa, yani bütün Türklerin kültür birliğine hars ittihadına ümit kapısı açan büyük bir müjdedir. Bu olay, Türkçülere şunu düşündürüyor : Selçuk Türkleri arasında meydana gelmekte olan

bu hars ittihadı, bütün Türkler arasında neden mümkün olmasın? Bu imkânı gösteren bir çok vak’alar gözümüzün önündedir, diyen Ziya Gökalp, bir çok misâller verdikten sonra, izahatına şöyle devam etmek­tedir : “Birinci dünya savaşından önce, her sene İstanbul’dan, Kazan, Kaşgâr, vesâire gibi doğu ve kuzey bölgelerinin Türk şehirlerine binlerce sandık Türkiye Türkçesi ile yazılmış kitaplar gitmekte idi. Fazla olarak Her İstanbul postası gazete ve mecmualarımızla doğu ve kuzeyin her ta­rafına, İstanbul’un güzel Türkçesiyle gelişmiş Türk kültürünü götürüyor­du. Barıştan sonra, gerek Türkistan’dan memleketimize talebe ve ziyâretçi gelmesinin, gerek memleketimizden Türk ilinin her tarafına kitab, gazete ve mecmua gitmesinin binlerce kat artacağı şüphesizdir. Doğunun ve kuzeyin yetenekli yavruları, Kazan Türkü, Azerî, Özbek, Türkmen ve şâire aydınlanmak ve bilinçlenmek için dâima İstanbul’a gelecek, İstan­bul’un modern basın ürünleri, Türk kültürünü dâima çeşitli Türk ülke­lerine yayacaktır.”

Bu görüşlerini ve dileklerini açıklayan Ziya Gökalp, bu konuda bir endişesini de belirtmektedir ve demektedir ki : yalnız şurası da unutul­mamalıdır ki, Osmanlı Türkleri, araştırmalarını büyük tarihinin en eski devrelerine, Turan ülkesinin en uzak köşelerine kadar yayarak, Türk me­deniyetinin bütün hâzinelerini keşf etmez ve bunlara dayanarak çok köklü ve yüksek bir kültür, bir hars yaratmaya çalışmaz ise, bu gün ta­şıdığı önderlik (pişvâlık) hakkını artık koruyamayacaktır. Türkiye Türk­leri bu vazifeyi ifâ etmediği takdirde, bu işe Kazan’da, Buhara’da, Bakü’da Osmanlı harsının zararına olarak teşebbüs etmek gayet tabiî olacak­tır. O zaman, Özbekler, Kıpçaklar, Azeriler kendilerine mahsûs bir ede- ‘ biyat, birer üniversite ve birer millî kültür yaparak karşımıza, ayrı ayrı Türk halkları sûretinde çıkacaklardır.

Özet olarak söylemek lâzım gelirse, Türkiye Türkleri (Osmanlılar) çağımızın ve ilmin gerektirdiği ileri adımları çabuk atmak, millî kültü­rün yükselmesine ciddî bir sûrette çalışmak zorundadır, diyen Ziya Gökalp, son söz olarak, bütün Türklere kendi harsını verebilmek için Osmanlı Türklüğü, Türkiye Türklüğü, samimiyetle, içtenlikle Türkçü ol­makla mükellefdir. Çünkü Osmanlılık Türkleşmezse, bütün Türklerin bize doğru gelmesi mümkün değildir.

İşte, Ziya Gökalp merhûmun, doğumunun yüzüncü yılı dönümünde, Türkçülük, milliyetçilik ve halkçılık hakkmdaki düşünce ve görüşleri kı­saca bu doğrultudadır. Bu gün de bunları Türk sosyoloji ilminin birer müteârifesi olarak, üzerinde düşünülecek ve çalışılacak konular olarak kabûl etmek durumundayız.

[1] Yeni Mecmua, 14 Şubat 1918, Sayı: 32.

KAYNAK: İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi

CİLD  : (1976) VI CÜZ  : 3-4

Edebiyat Fakültesi Basımevi İSTANBUL 1976

 

Leave a comment